Başını yastığa koyduğunda, bir sonraki günün farklı olmasını gerektirecek hiçbir ipucu görünmüyordu. Bir yorgunluk sarmıştı yine tüm bedenini. Alışmışlıkları içinde tüm sinir uçları alınmış, duyarsızlaşmış bedeni sadece fizik kurallarına tabi gibiydi.
Çoğu zaman bir uyku anı gelir, buna bir süre direnir ama çok fazla karşı koyamaz, teslim olurdu. Uzun zamandır rüya gördüğü de söylenemezdi. İz bırakmayan, hesaplaşmalar barındırmayan, acıları bile sıradanlaşmış günlerin gecelere rüya devşirmesi beklenemezdi. Hayalleri olmayanların rüya görmedikleri söylenir. Kendini o içi sönmüş, hayallerini küçültmüş insanlardan saymaz, içini canının istediği zamanlarda boşaltmayı tercih ederdi. “Benim hayallerim gündüzlerimi kaplıyor zaten” diye düşünür, rüya göremediğine hayıflanmazdı bu nedenle.
Kendisini farklı kılacak ya da hissettirecek hiçbir şeyi olmadığını düşünür, damarlarında dolaşan kanın herhangi bir asalet örneği göstermediğine inanırdı. Genetik yatkınlıklarından da pek söz edilemezdi. Başı ve ortasının kaçınılmaz bir sona sürüklediği bir hayatı da olmamıştı. Bir akış içindeydi sanki. Yalnızdı. Hayatı su gibi akıyor ve bir şekilde yatağını, yolunu buluyordu.
Bu sabah yataktan kalkarken, içinde ilk defa yeni bir şeylerin hayatına gireceğine dair bir hisle yüklüydü. Bu, bazen olduğu gibi artık bir şeyler değişsin türü bir arzuya benzemiyor, gerçek bir duygu olarak, sanki bacağı uyuşan birisinin uyuşukluğundan kurtulma hızında ve keyfinde tüm benliğini sarıyordu. Bu keyif hali, uyandıktan sonraki sabah rutinini bile bozmuştu. Kendisini elinde bir kupa kahve ile mutfakta masada buldu. İçi içine sığmıyor, taşanları vücudunda tutmak için derin derin nefes alıp verme ihtiyacı duyuyordu.
Bir şeyler olacağı kesin gibiydi. İyi mi yoksa kötü mü olacağına dair ise en küçük bir fikri bile yoktu. Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken’i geldi aklına; “İyi şeyler birden bire olur, bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemelerden kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz.”
Sihirli günlerin, sihirli saatlerin, sihirli dakikaların, sihirli anların olduğuna inanırdı. Bu sihirli zamanlar kaçırılmamalıydı. Sihirli anlarda gelenlere her zaman büyük bir inancı vardı. Çoğundan iyi şeyler çıkar, bir şey çıkmasa da iyiye dönüştürülmeleri çok daha kolay olurdu. Her ne olacaksa olsun ama fazla bekletmesin, sihirli anlar kaçırılmasın diye aklından geçirdi.
Kahveyi birkaç kez yudumladıktan sonra gözleri yarı açık halinden kurtuluyor gibiydi. Bir uğultu hissetmeye başladı. Kulağı çokça sesin birbirine karıştığı, karıştıkça anlamsızlaştığı bir ses güruhunu keşfe çıkmış halde dikleşmişti sanki. Gözleri her şeyin her zamanki yerinde durduğu mutfak görüntüsünde en küçük bir kıpırtı halini fark etmeye çalışan bir halde, fal taşı gibi açılmış, pür dikkat kesilmişti. Tüm seslerin içinden bir ses giderek tonunu yükseltti ve bütün dikkatini nereden geldiğini anlayamadığı bu sese vermeye çalıştı.
“Beni bu halde bırakman hiç hoşuma gitmiyor, bilmelisin” diyordu.
Sesin nereden geldiğini anlamak için gerileyip sırtını mutfak kapısına dayadı. Ses, ekmek dolabının olduğu yerden geliyordu. Tuhaftı ama gerçekten de kapağını kendisi kapatmaya çalışan ekmek kabı kıpır kıpırdı.
“Beni bu halde bırakırsan üzerime aldığım sorumluluğu yerine getiremiyorum, bak, ekmeğin bir ucu bayatlamaya başlamış bile” dedi.
Gözlerini oğuşturdu ve tekrar açtığında kendini adeta bir çizgi film dünyasının içinde buldu. Mutfakta ne var ne yok bütün eşyalar hareket ediyor gibiydi. Bir kısmından sesler çıkıyor, kimisi ona sesleniyor, kimisi aralarında sohbet ediyorcasına bir uğultu oluşturuyordu.
Şaşkın şaşkın olduğu yere sanki mıhlanmıştı. İlk toparlanma anında hemen oradan çıkıp yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Yüzüne vuran suyun serinliği onu kendine getirmiş gibiydi. Havluya uzanıp yüzünü kuruladıktan sonra ne oluyoru anlamak için aynaya baktı.
“ Çok şaşırmış görünüyorsun” dedi ayna birden dile gelerek. İnsanın gerçek şaşkınlığını aynada aynı anda görmesi çok daha şaşırtıcıydı. “Bir an önce kendine gel, seni istediğin gibi göstermek zorunda değilim” dedi aynanın tam da ortasından çıkan bir ses.
Rüya mı görüyorum yoksa diye düşünerek kendine bir çimdik attı. Çok fazla sıkmış olmalıydı ki canının çok acıdığını hissetti. Her şey gerçekmiş gibi görünüyordu. Bir kabus görüyor olsam, hareket edemez, konuşamaz olurdum diye aklından geçirdi.
Kendini hemen salona attı. Koltuğa yaslanıp olup biteni düşünmeye, gördüklerine ve duyduklarına bir anlam vermeye çalıştı. Etrafa pek dikkat etmeden sıklıkla televizyon seyretmek için oturduğu koltuğa gelmişti. Sırtını iyice yasladı. Burada da tüm eşyaların yine kıpır kıpır olduğunu fark etti. Mutfaktaki kadar uğultu olmasa da, burada da sesler ara ara yükseliyordu. Birden gözü tam karşısında olan televizyona takıldı.
“Bana çok zaman ayırıyorsun, bunu takdir ediyorum ama bu ilgi bazen beni yoruyor farkında mısın” dedi televizyon.
Artık pes etmişti. Koy vermek, olup biten her neyse yaşamak ve bir parçası olmak için içinde giderek yükselen bir his belirginleşiyordu. Ayaklarını önünde duran sehpaya uzattı, bir an onun da dile geleceğini düşünüp baktı ama ses gelmeyince, yine televizyona döndü.
“ Bazen seni açık unuttuğum da oluyor” dedi.
Tam o anda, salondaki sesler birden kesildi. Küçük kıpırtılar olsa da, sanki herkes onu dinlemek ister gibi suskunlaşmış gibiydi.
“Rahatladığına göre, konuşabiliriz sanıyorum “ dedi televizyon ve ne söyleyeceğini beklemeden “Çok yalnız görünüyordun, evdeki bütün eşyalar olarak bir pazar günü ama sadece bir gün için canlanmaya ve senin dünyana doğrudan girmeye karar verdik” dedi.
Yalnızlığını hiç düşünmemişti. Üzerinde düşünülmesi gereken bir hüyela olarak da görmüyordu zaten. Otuz iki yaşındaydı ve bu yıllarını yalnız geçirmenin bir kader olmaktan çok tercihi olduğuna kendini inandırmıştı. Yalnızlığın kötü bir şey olduğunu da düşünmüyordu. Çevresindekiler, tek kişilik oyununun zorunlu dekorları gibiydiler. Onları istediği zaman istediği yere koyma özgürlüğünün tadına varmıştı. Ailesi çok uzaktaydı, birkaç akrabasından da kendini soğutmuştu. İş arkadaşları da bu halini kabullenmişlerdi. Onu bu konuda çekiştirecek kimse bırakmamıştı. Her şey kontrolü altında görünüyordu.
“Yalnızlığımı dert etmenizi pek anlayamadım “dedi odayı şöyle bir süzerek.
Tam bir sessizlik kapladı yeniden. Biraz bekledikten sonra,
“Üstelik mutlu olmanın en iyi yolunu bulduğuma inanıyorum” dedi ve ekledi; “Mutsuz olsam bunu konuşabilirdik belki ama mutsuz değilim ki”.
Suskunluk devam etti. Bir bekleyişti bu, söyleyeceklerini bitirmesini bekliyorlardı, başka bir şey söylemedi.
“Şu duvarlar bir dile gelse de, neler çektiğimi anlatsa” sözünü sıkça duymuştu. Evdeki eşyaların tümden dile gelerek onu eleştirmeleri ve yalnızlığına dem vurmaları sıradan bir durum değildi. Halüsinasyon görüp görmediğini aklından geçirdi ister istemez. Seyrettiği filmlerden bazılarında halüsinasyon gören kişiler, genelde sadece onların gördüğü hayal ürünü kişilerle konuşur, birlikte bir şeyler yapar, psikolojik irdelemeler ile film yol alırdı. Psikolojik sorunları olduğu söylenemezdi. Ne bir ilaç kullanıyordu ne de gündelik yaşamını bütünüyle aksatacak biçimde bir yalnızlık hezeyanı içindeydi. Üstelik, karşısında konuşan ve hareket eden ev eşyaları duruyordu ve tam olarak çizgi film dünyasının bir benzerini yaşıyordu. Kimi animasyonlarda, gerçek kişiler çizgi film şeridine monte edilir, uyumlu bir montajda bu durum eğlenceli bir hal bile alırdı. Sonunda o da, bunu bir eğlence haline getirmek için tüm açıklamaları bir tarafa bırakıp, kendini adeta bu hayal dünyasının içine bırakıverdi.
Aslına bakarsanız evi bir hayal dünyasına hiç de yakışmayacak bir sadelik abidesiydi. Yaşadığı ev adeta tüm renksizliğini yansıtıyordu. Ev onun için, ne sığınılacak bir liman, ne bir sonraki güne onu hazırlayacak enerji kaynağı ne de sevgilerinin gün ve gün yeniden üretildiği bir panayır idi. Evin içine bir şekilde yerleştirilmiş eşyalar bir bütünlük arzetmese de , en azından temel gereksinimleri bazında hayatını kolaylaştırmaya yönelik dizayn edilmiş gibiydi. Evdeki hiçbir köşenin, hiçbir eşyanın onun için özel bir anlamı yoktu. Yine de eve, içine düştüğü bu hayal dünyasına ait yeni bir mekan gibi ve eşyalara ise adeta onları ilk defa görüyormuş gibi bakmaya başlamıştı bile.
Gözü birden, salonun sol tarafındaki kitaplığa takıldı. Hafifçe kıpırdayan kitaplar ile birlikte kitaplık da bir sağa bir sola devinip duruyordu. Bir uğultudur gidiyordu. Kitaplıktan gelen ses ile yeniden irkildi.
“ Okuduğun her kitapta sadece yalnızlık ile ilgili ya da onu çağrıştıran cümlelerin altını çiziyorsun” diyordu.
Buna hemen bir anlam veremedi, kitap okurken elinde her zaman bir kalem olurdu, doğruydu ama öyle pek sık satırların altını çizmezdi.
“Altını çizdiğin cümleleri tartışacak birisi bile olmadığına göre ne işe yarayacak ki” diye devam etti.
Yalnızlık ile ilgili bir zihinsel yoğunlaşma yaşadığını hiç düşünmemişti. Yalnızlık, çevresinde yakın bir halkada bulunan kişilerin ona yönelik serzenişlerinde geçen bir sözcüktü sadece. Kaleminin çoğu zaman farkında olmadan o satırlara uzanmasının kuşkusuz bir anlamı olmalıydı. Sessizce ve kendi kendine aklından bu geçirdikleri, kitaplık tarafından biraz önce söylediklerinin doğrulanması olarak algılanıyordu adeta,
“Tam da söylediğim böyle bir şey. Şu an aklından geçenler bile bir sohbetin parçaları olabilecek iken, sen sadece aklından geçirmekle yetiniyorsun” dedi.
Artık söylenenlere konuşarak yanıt verme zamanının geldiğini o bile hissetmişti. Ayağa kalktı ve odada volta atarken aklından geçen her şeyi, konuşarak paylaşmaya o anda karar verdi.
Ağzından çıkan ilk cümle; “ o zaman dinleyin “ oldu.
Bir masalcı edasıyla, söyleyeceklerine bir varmış bir yokmuş türü tarihsel bir başlangıç arayışı içindeydi. Bulamadı. Ağzından şu cümleler döküldü;
“ Sizin olumsuzladığınız anlamda yalnızlık sadece acının ürünü olabilir. Sizlerin gerçek bir acının ne olduğunu kavramanızı beklemiyorum. Ama benim hiçbir gerçek acım olmadı, bilmenizi isterim. “
Söyleyeceklerini bitirmiş gibi hissetti ve bir an duraksadı. Bu kez gelen ses yukarıdan avizeden idi.
“ Buradan ezik gibi görünüyorsun yine de” dedi ve devam etti; “ Yalnızlar genelde evdeyken bütün ışıkları açar ve içinde bulundukları ortamın aydınlığında yalnızlıklarını eritmeye çalışırlar, sen sanki çirkinliğinden sakınır gibi zorunlu kalmadıkça beni pek kullanmıyor karanlığa sığınmaya çalışıyorsun”
Haklı olabilirdi, gerçekten de parlak ışıklar onu oldum olası tedirgin eder, sanki kötü bir şeylerin fitilini ateşleyecekmiş gibi gelirdi. Çirkinlik konusu ise biraz karışıktı. Her şeyden önce otuz iki yaşında olan birisinin taze sayılabilir gençliği, çirkinlik ya da güzelliği onun için ancak uç noktalarda anlamlı kılabilirdi. Bu yaşlardakiler, ya çok güzel olduklarında ya da çok çirkin olduklarında tanımlanabilir olurlar, iki ucun arasında kalanların ise güzellik düzeyleri birbirinden pek ayırt edilmez, kimse onlara kolay kolay çirkinsin diyemez. Her zaman gençliğin albenisini taşır ve yansıtırlar. O da kendisini hep o ortalarda bir yerlerde bulmuş, hakkında çirkinlik yakıştırması da hiç duymamıştı.
Yine de bu eziklik konusu aklına takılmıştı. Kaybetmişlik, yenilmişlik ve bunların bir insan üzerinde bırakabileceği derin izler insanı çoğu zaman ezik kılabilirdi. Ama kaybettiğini ya da yenildiğini anlamayacak kadar duyarsızlaşmışsan, eziklik senin için tüm anlamını kaybeder, sadece birilerinin sana yakıştırdığı bir şey olmaktan öteye geçemezdi.
Tüm bunlar yine aklının içinde geçiyor herhangi bir sese dönüşmüyordu. Sadece gülümsemekle yetindi, avizenin eziklik yakıştırmasına. Belki de yukarıdan gerçekten de öyle görünüyorumdur diye düşündü.
Saat 11 e geliyordu ve hala kahvaltı bile yapmamıştı. Mutfağa yönelirken salonda yine bir sessizlik oluştu. Mutfaktan gelen sesler ise hala cıvıl cıvıldı. Dünden kalan kahvaltı artıklarını topladığı tabağı buzdolabından çıkardı ve mutfak masasında her zamanki yani iki sandalyenin yine sağda olanına oturdu. Camdan dışarı bakarken, dünya yine her zamanki gibi kendi halinde bir başka günü daha yaşıyor gibiydi. Ağzındakileri gevelerken, bir an uzayın bir köşesinde dünyanın kendisi ile konuşmak istedi. Dünya ile konuşabiliyor olsaydım şayet ilk soracağım soru şu olurdu diye aklından geçiyordu;
“ Dünya dünya döne döne yorulmadın mı, dönmekten bıkmadın mı?”.
“Her dönüş insanı yine başa geri getirir ya, ben dönsem de başa ulaşamayacağım diye hayıflanır dururum, çünkü başı her ne hikmetse hep unutmuşumdur, belki de silmişimdir bulamam onu hiçbir zaman, dönüp dururum işte” diye kendi kendine konuştu.
Elinde kahvesi salona girer girmez televizyonun ona seslendiğini duydu.
“Bize bir hikaye anlatacak gibiydin, nedense anlatmadın. Hikaye anlatmayı severim bilirsin, ama senin hikayeni de merak ediyorum doğrusu”.
Anlatacak bir hikayem var mı diye düşündü bir an, sonra “ o zaman dinleyin” sözü aklına geldi ve koltuğa kurulurken neresinden başlasam diye düşünmeye başlamıştı bile.
“Doğrudur, herkesin bir hikayesi var gerçekten. Benimkisi adeta bitmeyen bir hikaye gibi. Benim hikayemde günler var, birbirini kovalıyor, bir gün geliyor bitiyor, sonra bir başka gün daha, sonra bir daha…üst üste yığılıyor günler ve benim hikayem hiç bitmiyor” dedi.
“Yığılan günlerin altında ezilmiş gibisin gerçekten, çok gençsin ama yalnızlık içindeyken aşka hayatında yer yok galiba, peki sen hiç aşık oldun mu?” dedi.
Tam da o bir milyon liralık sorulardan biriydi bu. Bu soruyu ona şimdiye kadar bir kişi daha sormuştu. Yanıt vermemişti. Zaten o da yanıtını beklemiyordu, sadece aşkı kafasına sokmak için bir girişimde bulunduğunu itiraf etmişti sonradan. Aşkı üzerinde düşünmeye değer görmezdi. İnsanlar için hoşlanmalar daha değerliydi ona göre. Hoşlanma ne kadar gerçekse aşk da o kadar kurmaca gelirdi ona. Kurmacalar onu oldum olası yorardı. Belki de bu üşengeçliğinden aşkı anlamsızlaştırmış, önemsizleştirmiş, değersizleştirmişti.
“Bence, senin derin bir aşk yaran var ve bu yara kabuklanmış haliyle seni bu yalnızlığa hapsetmiş gibi” dedi televizyon ve ekledi; “Bilirsin, ben de bu hikayelerden çok var, uzmanı sayılırım bu konunun..”
“Aşkı konuşmak istemiyorum” dedi. “Ne aşkı ararken ömür tüketenlerden, ne aşkı bulduğunu sanıp halüsinasyon görenlerden, ne de hayatında gerçek acıyı hic tatmadan aşk acısıyla kavrulduğunu sananlardan olmak istemiyorum” derken de bunları gerçekten inanarak söyledi.
“Sanırım, senin kilitlediğin kapıyı açmak için birisinin sürekli aynı noktaya vurması gerekiyor. Bilirsin, kilitli kapılara birkaç kez vurursun yerinden oynamaz bile. Vurmaya devam edersin, bilmem kaçıncı vuruşta kapı adeta yorularak ve kendini teslim ederek küçük bir darbeyle bile açılır. Madem, konuşmak istemiyorsun haklısın, aşk sadece isteyenlerin konuşabileceği bir konu, kapatalım tamam” diyerek sessizleşti.
Nedense, ev içindeki uğultular iyice azaldı, neredeyse duyulmaz hale geldi. Günlerle yığışan kendi hikayesine kaydı aklı bu sessizlik içinde. Bir zamanlar yirmi dört saatin yetmediği günler yaşardı. Sürekli, kendine işler icat eder, icat ettikleriyle cebelleşir, yeterince dağıldıktan sonra yine yeni işler icat etmeye devam ederdi. Nedense, bir süre sonra bundan vazgeçmeye başladı. Kaçınılmaz rutinler dünyasının içine, sadece gerçekten keyif alabileceği ve hazzını iliklerine dek hissedebileceği sınırlı ama etkili şeyler serpiştirmeye çalıştı.
Kaçınılmaz rutin ve derin haz ikilisi hayatını bütünüyle sarmalıyordu. Arada hiçbir şey yok gibiydi. Bu kez neyin haz verdiğini de hissetmekte zorlanmaya başlamıştı. Kararsızlıklar, yarım bırakmalar, koy vermeler aldı başını gitti. Bu kez günleri kaçınılmaz rutinlerin yanına iliştirilmiş ona ne hissettirdiğinin zerre kadar önem taşımadığı aktivitelerden ibaret bir hal aldı. Bu onu çok rahatlatmış gibiydi. Bir süre sonra, kaçınılmaz rutinlere de bu gözle bakmaya başlayacak, bu kaçınılmazları bile önemsizleştirecek ve nihayetinde bomboş bir dünyaya ulaşacak, bu boşluğun mutluluğunu yakalayacaktı. Aslında şimdiden içinin boşalmaya başladığını, hatta gerekmeyen iç organlarının bile sönümlenmeye başladığını duyumsuyordu.
Akşama kadar nedense evdeki hiçbir eşya onunla konuşmak istemedi. Ara sıra bazı uğultular yükselse de, dönüp baktığında hiçbirisinin onunla ilgilenmediğini, sadece aralarında sanki sohbet ediyormuş belki de onu çekiştiriyormuş olduklarını düşündü. Akşam yemeği için masayı özel olarak hazırlamaya ve sohbetini daha nezih bir ortamda yapmaya karar verdi. Yemek yapmayı çok seviyordu. Yemek yaparken ki ayrıntılarda yoğunlaşmak, tüm uğraşın sonunda elle tutulur, gözle görülür, tadını duyumsadığın bir şeylerin çıkıyor olması onu çok mutlu ederdi. Sadece bir iki saat içinde nefis bir masa hazır olacak gibiydi, öyle de oldu zaten.
Sırtını sandalyeye yaslayıp, yemek masasının zarafetine göz gezdirdikten sonra, özel günler için sakladığı şarabı açtı. Bundan daha özel bir gün de olamazdı herhalde. “Tanrım aklımı kaçırıyorum galiba” diye hayıflandı bir ara ama yine bu özel olanın tadını her dokusuyla her anıyla yaşamayı daha çok istedi.
Soru sorma sırasının kendisine geldiğini düşünüyordu. Uzun zamandır kafasında hiç soru kalmamış gibi gelirdi ona, ama bu yaşadıkları sanki içinde köşe bucak saklanmış ve adeta pusuda bekleyen bütün soruları belirginleştiriyor gibiydi. İçindeki sorular onu her daim korkutmuştu ama bu kez nedense cesaretini toplamış, onları tüm korkutuculuklarına karşın karşılamaya hazır hissediyordu.
“ Yalnızlık, başaramadıklarının bir sonucu mu olmak zorunda hep? Bir tercih olamaz mı, insan yalnızlığı seçemez mi? Bilerek ve isteyerek hem de…”
“ Ona pek yalnızlık denmez de ondan. Senin söylediğin kaçışlardır, bunalımlardır, melankolidir. ”
Odanın neresinden geldiğini anlayamadığı bir sesti bu. Şarabını yudumlarken, kaçışlar sözcüğü zihninde tur atıyor gibiydi, bu arada aklından firari günleri geçiyordu.
“Haklı olabilirsin, kaçtığım zamanlar ile yalnızlığımı bazen ben de aynılaştırıyorum. Sorun şu ki, yalnızlığımı yitirmeye başladığımı hissettiğim zamanlar kaçıyorum ben. Yalnızlığımı yeniden yakalamak, yeniden buram buram yaşamak için.”
Firari günlerinde nerelere gittiği geçti birer birer gözünün önünden. Bazen daha önce hiç görmediği bir köy, bazen bir hayvanat bahçesi, bazen de rastgele bindiği bir belediye otobüsünün son durağı… Tüm bunları bir film şeridi gibi zihninden geçirirken, bu kez tam arkasından gelen bir sesle irkildi.
“ Sanki bir nefret var gibi içinde, kabarıp kabarıp duran. Kabardıkça seni acıtan bir şeyler yaşamış olmalısın.”
Belki söylediklerinin devamını getirir diye bir süre öylesine bekledi. Ses kesilmişti. Yine nereden geldiğini önemsemedi. Artık, içine düştüğü Walt Disney dünyasının hiçbir unsuru onu meraklandırmıyordu. Hayatta kızgınlıkları olmuştu ama hiçbiri onu nefret dünyasına taşıyacak kadar güçlü çıkmamıştı. İçinin acıdığı zaman neler hissedebileceğini ise hayal bile edemiyordu. İçinde sanki tam anlamıyla kabullenemediği bir boşluk vardı. Bu boşluk onu her zaman huzurlu kılıyordu aslında.
“Kimseyi kendinden nefret ettirecek kadar yanıma yaklaştırmadım ki ben. Etrafımdakiler benim için birer dekor olmuştur. Ben kendi hayatımı bu dekorun içinde yaşayıp dururum. Şunu da bilmelisin, ne çok sevdiğim birisini benden çalan bir kader, ne aşk acısı ne de devasız hastalıklarım oldu benim. Acı benim için elimi kestiğim zaman duyduğum sızıdan ibarettir. “
Bunları söylüyordu ama gerçekten de insanlar onun için kızmaya, nefret etmeye değmeyecek kadar anlamsızlaşmış mıydı? “Seni bir daha görmek istemiyorum” diyebileceği bir kimse bile yok muydu? Nedense, bir eksiklik hissetti kendinde. Her insana bu türden duygular hissettirecek birileri gerekliydi aslında.
Ortalığı yine bir sessizlik kaplamış görünüyordu. Adeta söyleyecek hiçbir şeyi kalmayan kalabalık bir topluluğun birden suskunlaşması gibiydi bu sessizlik. Bir bulmacayı çözmeye çalışan, tıkandığında ise sil baştan her şeyi yeniden önüne koyanların acizliği içindeydi sanki tüm eşyalar. Aklında biriken sorular bir an önce ağzından çıkmak için gırtlağında sıralanmış gibiydi.
“ Kendi ürettiğimiz yalnızlığın tadına varmak varken, niye bu tadı başkalarının performansından bekliyoruz? Ki bizi yalnızlıktan kurtaranlar yeterince performans göstermediklerinde hayal kırıklıklarına neden olmuyorlar mı?”
Sessizlik sürüyordu, başka sorular da bekliyorlar diye düşündü ve devam etti.
“ Sokakta, işte, yolculukta, alışverişte, toplantılarda,.. aşağı yukarı her yerde insanlar var zaten. Bir kavanozda yaşamıyoruz ki , neden kendimizle baş başa kaldığımız zamanları çaresizlik anları olarak görelim ki? Canımızın sıkılmaması mı bütün sorun, bence emin olun ki, insanlar çok daha fazla canınızı sıkacaktır. “
Bu kez bir mırıldanma hissetti önce. Gelen ses yukarıdandı ve oldukça sinirli görünüyordu. Avizenin yukarıdan onu izlemesini aslında sevmişti. Sanki, bütün olaylara yukarıdan bakışı simgeliyordu. Onun görüşlerine daha fazla değer verir gibiydi. Avize de onu mahcup etmedi;
“ Sen her şeye yetebileceğini sanan ve hiç kimseye ihtiyaç duymamayı bir gurur vesilesi yapan şu egosu tavan yapmış tiplerden misin? Senin dertleşmeye, senin birilerinin derdine derman olmaya, birilerinin sana deva bulmasına hiç mi ihtiyacın yok? Dünya dediğin, orada burada bekleşip duran insanların toplamından mı oluşuyor? Senin karnını doyuran ekmeği sabahın köründe hazırlayan fırıncının, toplumsal işbölümündeki yeri dışında bir yeri yok mu bu dünyada? “
Arka arkaya vurulan sorular onu epey sersemletmişti. Zaman kazanmalıydı ve masaya konulduğundan bu yana öylece karşısında dikilip duran tabağa uzandı ve bir şeyler atıştırmaya başladı. Bir taraftan da, şu insan ilişkileri meselesinin nasıl ele alınması gerektiğini kafasında formüle etmeye çalışıyordu. Sadece yemekle de yetinmeyip, kadehteki sıcak şarabı bu kez tatmak için yudumlamadı bir dikişte içiverdi. Bir gerginlik çökmüştü üzerine. Neyse ki, şarabın etkisi açığa çıkmaya başladıkça yeniden gevşemeye başlayacaktı.
İnsan doğduğunda anne ve babasını, kardeşlerini, okul çağı geldiğinde okulunu ve o okula yolu düşmüş olanları seçemiyordu. Büyüdükçe seçebileceklerimizin olabileceği duygusuna kapılıyor ve bu farklılık bizi mutlu kılıyordu. İnsan ilişkilerine hep bu gözle, yani seçebildiklerimiz ve seçemediklerimiz olarak bakmayı hep önemsemişti. Bazen şöyle düşünüyordu; “bir taraftan seçemediklerimizle sürükleniyoruz, diğer taraftan seçtiklerimizle onları sürüklüyoruz. Seçen ve seçilenin aynı potada eritilebildiği özgün durumları ise maalesef çok az insan yaşayabiliyor. Ne yazık ki, dünyada bu şanslı insanlardan öyle çok fazla yok.” İnsan ilişkilerine dair genel geçer doğruları bu kadar az insanın yaşadıklarıyla belirlemek ne kadar doğru olabilir ki diye hayıflanırdı hep.
Zihninden şu cümleler geçiyordu. “Aslında uyum sağlamak zorunda kalıyoruz çoğu zaman. Uyamadıklarımızdan dışlanıyor ve başka uyum sağlayacak yerler, insanlar arayışına giriyoruz. Mutsuzluk bu nedenle bu kadar yaygınlaşıyor. Neredeyse, insanoğlunun genetik yapısını bozacak kadar etkinleşiyor.” Tüm bunları bir toplantı sunuşunda örnekleyerek anlatabilirdi. Ama bu evdeki eşyalara ve tüm samimiyetleriyle onu anlamaya çalışanlara nasıl anlatacağını bilemiyordu. Nedense aniden şu cümle çıkıverdi ağzından;
“ Duygular, beyinlerinin ürettiği şeylerdir. Bırakın beyinler bu saçma işle uğraşmasınlar, üretsinler, büyütsünler, zenginleştirsinler dimağlarımızı, tüketmesinler. Duygular insanı tüketiyor, eritiyor ve acz içinde bırakıyor“
Bunları söyler söylemez, tüm odaya hızla göz gezdirip ‘beni tam anlamıyla duygusuz sanmayın’ der gibi utanç dolu gözlerle baktı. Aslında yanlış anlaşılmaktan korkuyordu. Duygular değil sorumluluklar bizi yönlendirsin gibi bir anlam çıksın istemiyordu sözlerinden. Aslına bakarsanız, birçoğu için fazlasıyla sorumsuz bulunurdu. Onun için sorumluluk, zorunlu insan ilişkilerinde ona zaman ve enerji kaybettirecek durumlardan muaf olmak için yapması gerekenlerden ibaretti. Derdi belliydi aslında, duygu bir amaç değil bir araç olabilirdi en fazla. Daha öte anlamlar yüklemek ona çok saçma ve anlamsız geliyordu.
Evin içinde onun için özel anlamı olan bir eşya var mıdır diye düşünmeye başladı nedense. Bir taraftan etrafına hızla göz gezdirirken, aynı anda anılarında yer etmiş olanların içinden özel olanları ayıklamaya çalışıyordu. Çalışma masasının yanında, üzerinde gelişigüzel dizilmiş sadece seyirlik sayılabilir eşyacıkların yer aldığı vitrine benzer dolaba ilişti gözü. Bir çift kahve fincanı, içine minik bir gemiciğin yerleştirildiği yatık duran bir cam şişe, üzerleri ünlü ressamların tablolarından dekore edilmiş birkaç farklı bardak altlığı, bir İsviçre çakısı, porselen bir Noel Baba figürü, üç küçük likör şişesi, sadece aralarına belirli bir mesafe bırakılmış şekilde adeta serpiştirilmiş gibiydi. Hiçbiri onda ne zaman, ne şekilde alındığına dair soru sorduracak bir duygu uyandırmadı. Belki de, özel olanları giderek önemsizleştirdiğini farkettiği için olsa gerek, bir süre sonra eşyalardaki anlamları aramayı da bıraktı.
Odadaki sessizlik devam ediyordu. İflah olmaz birisi için yapabilecekleri bir şey kalmamış der gibi suskunlaşmışlardı sanki. Anlaşılmaz bir uğultu hala devam ediyor, odada sadece kendisinin olmadığını hissettirecek düzeyde bir kıpırtı hali hüküm sürüyordu yine de. Bu kez birileriyle konuşma ihtiyacı alevlenmiş birisi gibi etrafına bakınmaya başladı. Masadan kalkıp odanın içinde hızlı adımlarla gezinmeye başladıktan kısa bir süre sonra kendisini kitaplığın önüne dikilmiş kitaplara bakarken buldu. Öküzün trene baktığı saflıkta bu kez onda iz bırakan kitaplar olup olmadığı geçiyordu kafasından. Okurken gerçekten de duygularını ayaklandıran kitaplar olmuştu. Ancak, bu gözle baktığında hiçbiri hemen aklına gelmiyor, kitaplarla ilgili tüm okuma anıları hızla silikleşiyordu. Kendini daha fazla zorlamak istemedi. Masaya ve şarabına yeniden dönmek için içinde birden yükselen dürtüye teslim olup oradan uzaklaştı.
İnsanların önemli olan ile önemsiz olanı, anısal olanla sadece yaşanmışlığı, sıradan olanla olağanüstü geleni, acıtanla acındıranı nasıl ayırt edebildiklerine her zaman hayret etmişti hep. Onun için her şey kendi yaşanmışlığı içinde geçmişte bırakılması gereken şeyler olarak görünür, ısrarla geleceğe taşınmalarının ne kadar anlamsız olduğunu düşünür, anı biriktirerek hayatın içinin doldurulamayacağına inanırdı. Tüm yaşanmışlıkları, onu bugün o yapan her neyse, onda mutlaka izlerinin ve paylarının olduğunu teslim etmekle birlikte, onda olanın içinde erimiş hallerini tercih ederdi.
Şarabını yudumlarken havanın iyiden iyiye karardığını fark etti. Kalkıp ışıkları açtı. Odayı hızla parlak ışık huzmeleri doldurdu. Perdeleri kapatmak için uzandığında ise dışarıda hiçbir evde ışıkların henüz yakılmamış olduğunu fark etti. Hava aslında tam olarak kararmamış, güneşin üzerini örten kara bulutlar tam bir kasvet yaratmıştı. Yine de karanlık olmasa bile kasvet onun için her zaman ürkütücüydü. Masaya dönüp şarabına devam etmek istese de, vücudunu giderek kaplayan gevşeme hali daha fazla adım atmasını engelledi. Kendini kanapenin üzerine uzanmış buldu. Her iki eli kafasının arkasında kenetlenmiş halde tavana bakıyordu. Avize ile göz göze geldi. Sanki konuşmak için göz göze gelmelerini bekliyor bir hali vardı. Hemen söze girdi bile;
“Sence aile, hayatın sadece bir dönemine ait bir şey mi? Pardon, şey demeyi hiç sevmemişimdir. Aslında, sana aileyi bir mesele olarak mı görüyorsun diye sormak geçiyor içimden? “
“Aileme karşı hiçbir borcum yok, ne de onların bana” dedi.
“Onlarla haberleşiyor musun, nasıl olduklarını hiç mi merak etmiyorsun? “ diye sorularına devam ediyordu.
“ Merak ettiğim pek söylenemez. Annem ve babamın şu anda ne yaptıklarını bile tam olarak söyleyebilirim size. Bu saatte babam mutlaka emekliler kıraathanesinde arkadaşlarıyla oyun oynuyordur. Genelde akşam yemeklerine bile eve gelmez. Annem de, muhtemelen üst kattaki komşularının evinde diğer komşuları çekiştiriyordur. Kardeşlerimin ise bana ihtiyaç duyacak kadar beni önemsedikleri olmadı hiç. Kendi iyilik hallerini kendileri yaratırlar, kendi sıkıntılarını da. “ diye yanıtladı bu soruyu özgüvenli bir ses tonuyla.
“Aileden gelen bir dağılma hali var galiba. Baksana herkes kendi havasında yaşıyor gibi. “ dedi avize.
Belki de tam da bu şekildedir diye düşünürken sanki iç çekiyormuş gibi geldi. Kızkardeşinin kimi zaman aileyi gerçek bir aile olarak bir araya getirmeye dönük girişimleri olmuştu. Ne yapar ne eder bütün bir gece onları bir araya getirecek bir yol bulurdu. Bir araya getirirdi, ama ortaya bir türlü bir araya gelmişlik çıkmazdı. Genel geçer sorularla meraklar hızla tüketilir, sonra herkes televizyonun ekranına kilitlenir, kızkardeşinin suskunluğu bozmaya çalışan girişimleri hızla bertaraf edilir ve üfleme püflemeler başlardı. Aile düzeyinde verilecek kararlar olsa, belki kızkardeşinin işi daha kolay olabilirdi ama ne yazık ki, bu tür gündemler çok az oluyor ve nedense babası ile ilgili kişinin aralarında bir şekilde hallettiği bir mesele olmaktan öteye geçemiyor, aile ortamına bir dinamizm katmıyordu.
“Sizce, hani şu filmlerde birlikte masada oturan, kahkaha ve takılmalardan adeta yemeklerin bile doğru dürüst yenemediği aile ortamları gerçekte var mı dır? “ diye sorarken avizeye bakıyordu ama sanki odadaki tüm eşyaların yaklaşımını da bekler gibi kulaklarını da kabartmıştı. Soruyu da zaten “siz” olarak sormuştu bile.
Televizyon’un bu soruya hemen atlaması onu şaşırtmadı. Konunun yine uzmanı olduğuna inanıyordu herhalde. Öyle ki, o gerçeküstü ailelerden birisi onun ekranında boy göstermeye devam ediyordu.
“ Aile demek huzur demektir. Huzur en çok karşılıksız sevgiler yumağında yakalanır. Ailede huzur varsa, huzur her yere taşınır işe taşınır, arkadaş ortamlarına taşınır, kurulacak yeni çekirdek ailelere taşınır.” derken televizyonun tam da bu tür mesajları insanlara yüklemek için icat edilmiş olduğunu düşünmekten kendini alamadı.
Aileyi her zaman toplumsal işbölümünün en işlevsel parçası olarak görmüştü. Zihninde birikenler kendini sunmak için sıraya girmişti bile. Birikenler, onu sanki bir konferansta sunum yaparcasına gözünün önünden akıp gidiyordu. “Sistemi ayakta tutan her türlü ideolojik ve politik söylem kendisini önce ailede şekillendirir ve bu kanaldan insanlara nüfuz edenler buradan toplumun her türlü insan ilişkisine yansıtılır. Hayvan belgesellerinde gördüğümüz şekliyle ebeveynin rolü, o hayvanın ayakta durabilmesi, beslenmesi için gerekli içgüdülerin keşfettirilmesi sürecinden ibarettir. Biz insanlar da, bu sürecin ısrarlı biçimde uzatılması, yeniden ve yeniden üretilmesi ve neredeyse hayatın sonuna kadar anlamlandırılması şaşırtıcıdır. İnsanlar için türün yok olma tehlikesi en azından doğal olarak yok varsayılabilir artık. Aileye ihtiyaç kalmış mıdır ki ?” Kafasından bunlar geçiyordu ve sanki konu tam da onun için açılmış gibi, ağzına geleni söylemek için sabırsızlanıyordu adeta. Devam etti;
“ Çeşitli imkansızlıklar bazen de sürüklenişler nedeniyle, aile içindekiler, rollerinin gereklerini yeterince yerine getirme koşulları kalmayınca huzuru yakalamak için ne yapacaklar, meditasyon seansları mı? “ diye sordu. Bu sözler ağzından çıkarken etrafa tükürük saçıyordu.
“Nedense çok öfkelendin birden” dedi avize yukarıdan. “Buradan öfkenin bütün parçalarının dağılışını izledim de.. Sanki bam teline basılmış gibisin”
“ Çeşitli türden psikolojik sorunları olanların, bu sorunlarının arka planında mutlaka aileleriyle yaşadıkları çetrefilli ilişkilerin olduğuna inanılır. İlgisiz ya da çok sert baba, sorumsuz ya da aşırı düşkün anne figürleri bu tür çocukluk travmalarında başat rol oynar gibidirler. Trajik ayrılık ya da kayıplar, maddi çaresizlikler, tükenmişlikler de rol oynar elbette ama anne ve baba figürlerinin bıraktığı izler çok daha kalıcı ve belirleyici gelmiştir bana hep.” dedi. Farkında olmadan göstermiş olduğu tepki, belki de gerçekten bam teline basılmış halini anlatmaktaydı.
Anne ve babasının mutlu bir çocukluk geçirmesi için ne halleri, ne kapasiteleri ne de istekleri vardı. Bunu uzun yıllar bir eksiklik olarak duyumsamıştı gerçekten ama bir süredir bunu da anlamsızlaştırmış ve onu “halen yaşıyor” bırakmaları dışında başkaca da hiçbir sorumlulukları olmadığına kendini iyiden iyiye inandırmıştı artık. Belki de bam teli kendi anne ve babasından çok, hasbelkader kuracağı kendi ailesinde soyunacağı baba rolüne karşı daha şimdiden duyduğu tedirginlik olsa gerekti.
Tüm bunlar yine zihninin içinde akıp gidenler olarak kalıyor ve bam teli yakıştırmasına söyleyecek bir şeyi olmayan birisi gibi alık alık bakınıyordu. Kimse de üstelemedi zaten. Yeterince kurcaladıklarını düşünüyorlardı galiba ve açığa çıkardıklarının zihnini berraklaştırdığına şimdiden kendilerini inandırmış bir özgüvenle sessizleşmişlerdi.
Yalnızlık genelde sadelik ile özdeşti onun için. Yalnız olanların ya da onun gibi yalnızlığı tercih edenlerin sadeliğe daha çok ihtiyaçları var gibidir. Bu sadelik yönelimi evindeki eşyaların nicelik ve niteliğini de büyük ölçüde belirlemişti. Kirada kalıyordu. Hiçbir zaman da kendi evi olsun gibi hezeyanlara da hiç kapılmamıştı. Eşyaların hepsi sanki sadece vazgeçilmez ihtiyaçları anlatıyordu. Eve bir tarz katacak, renklendirecek ya da yalnızlığında onu farklı dünyalara sürükleyecek hiçbir fazlalık yok gibiydi. Ev ortamını sadece çocuk yapmak için bir araya gelmişlerin önemsemesi gerektiğine inanır, ama evin temizlik ve düzenine dair ise tam bir titizlikle yaklaşırdı.
Ortada ilk devresi berabere bitmiş bir maç hali vardı. Saat gecenin ilerleyen saatlerini zorlamaya başlamıştı. Nedense içi rahatlamış gibiydi. Belki de şarabın gevşetici etkisinden belki de gereksiz bir özgüvenden. Yanılmış olduğunu anlaması içinse fazla bir zaman geçmeyecekti.
Sessizlik yerini yeniden parça parça uğultulara bırakmaya başladı. Dikkati dağılmış gibiydi. Seslere karşı sanki duyarsızlaşmıştı. Uzandığı kanapeden kalkmak ve şarabın tadına yeniden varmak için içinde dayanılmaz bir istek duydu. Masaya yöneldiğinde, tok bir ses onu adeta durdurdu.
“Sanırım senin bir baba nasihatına ihtiyacın var. “ Söylenen söyleyen sesle ancak bu kadar uyumlu olabilirdi. Bu tok ses, Noel Baba biblosundan geliyordu. Hemen eline bibloyu alıp masaya oturdu ve onu tam karşısına koydu. Kadehine yeniden şarabı büyük bir özenle doldururken, Noel Baba yeni yerini kaygıyla karşılayan birisi gibi mırıldanıyordu. İlk yudumu alıp bakışlarını yeniden onun üzerinde yoğunlaştırınca homurdanması kesildi.
“ Seni dinliyorum babacım” dedi.
“ Sana hediye getirmek durumunda olsaydım nasıl bir hediye isterdin” diye sordu Noel Baba.
“ Sen çocuklara hediye getirirsin, ben çocukken seni hiç tanımamıştım. Adını büyüdüğüm zaman duydum. Büyümüş halimle çocuksu beklentileri dillendirmek kolay olmuyor. “ dedi.
Noel Baba, kendinden emin bir ses tonuyla tane tane konuşmaya başlamıştı. Sesindeki çatal da giderek kayboluyordu. “ Herkesin içinde bir çocuk gizlidir. Bu çocuk, insan ne kadar büyürse büyüsün hep bir yerlerden ona dokunur, onu çağırır, hatta onu saklar. “ dedi.
“Ben içimdeki çocuk zırvalarına pek inanmam babacım” diye savundu söylediklerini. “Şayet varsa bile, hiç kimsenin içimdeki çocuğu harekete geçirmesine de izin vermezdim” diye ekledi.
“ Çocuk, saflığın simgesidir. Saflık öyle korkulacak bir şey değil. Saf yönlerini harekete geçiren bir çocuk seni neden huzursuz etsin ki? “ diye sordu Noel Baba.
“ Belki de, bu saflık dediğin şey aptallıktır. Çocuklar sadece aptaldır. İçimdeki aptallığın harekete geçirilmesine tahammül edemem“ derken bir taraftan da Noel Baba biblosunu nasıl edindiğini düşünmeye çalışıyordu.
Yine firari günlerinden birinde, gara gitmiş, kalkacak olan ilk trene bilet almıştı. Çukurova Ekspresi idi. Trende yolculuk etmek onu gerçekten de sakinleştiriyordu. Raylardan çıkan ritmik sesler onda beste yapma duygusu uyandıracak kadar etkilerdi. Tren, Eskişehir de başka bir trene yol vermek için uzunca bir süre bekleyecekti. Çok iyi anımsıyordu. Trenden inmiş ve garın içinde öylesine yürüyordu. Bir büfenin önüne geldiğinde lületaşından hediyeliklere öylesine bakınıyordu. Noel Baba biblosu onu adeta kendine çekmişti. Öylesine derin bir bakışı vardı ki, oraya baktığında sanki sadece onu görüyordu. Gözlerini çekmeye çalıştıkça yeniden bakma ihtiyacı duyuyordu. Büfecinin “yardımcı olabilir miyim” sorusuna konuşmadan sadece bibloyu parmağıyla göstererek işaret etmişti. Bibloyu satın aldı. Ama satın aldıktan ve eve dönüşünde şimdiki yerine yerleştirdikten sonra bir daha hiç böylesine bakmadı ona. Şimdi ise yine ona gözlerini dikmiş yine gözlerini alamaz bir halde bakıp durmaya başlamıştı.
Noel Baba, dik dik bakışlarına aldırmadan olabildiğince babacan bir ses tonuyla onun bu dağılmışlığına son vermek istedi. “ Çocuk saflığında her zaman arındırıcı bir taraf vardır. İnsanların belirli zamanlarda arınmaya ihtiyacı var. İnsanın beynine, kalbine ve bedenine doluşanlar zamanla bazı dengeleri bozar. Bu dengelerin yeniden kurulması için insanın dünyaya gerçekten bir çocuğun gözüyle bakması gerekir. Hala, nasıl bir hediye istediğini söylemiş değilsin. “
“Bunu doğru bir soru olarak görmüyorum” dedi. Hediyenin kendinden menkul bir şey olmadığını düşünüyordu. Hediyeyi kimin, ne zaman ve ne için verdiği hediyenin kendisinden çok daha önemli olmalıydı. Hediye bunlarla birlikte hediyeleşiyordu aslında. Canının istediğini alıyordu. Alamayacaklarını ise hiç istemiyordu zaten. Bir an Noel Baba gibi birisinden alacağı nasıl bir hediyenin onu iyi hissettireceğini düşündü ama aklına hiçbir şey gelmedi. Noel Baba da çok üstelemedi zaten.
“ Ben senin yaşını yaşadım ama sen benim yaşımı henüz yaşamadın” dedi Noel Baba konuyu değiştirmek istercesine. Noel Baba o ölümsüz kahramanlardan birisi değil miydi? Niye böyle bir şey söyledi ki diye tedirginleşti.
“ Benim uzmanlık alanım çocukları hediye ile mutlu etmek. Seni bu hediye konusunda zorlayacak değilim. Seni ne kadar iyi tanıyor olmuş olsam da, aslında benim de hiçbir fikrim yok bu konuda. Ancak, şunu bilmeni isterim ki, mesela şu an dört yaşında bir çocuk olsaydın neyi isterdin sorusuna yanıt vermeni çok önemsiyorum.” dedi Noel Baba.
“ Ben dört yaşında değilim artık..”
“ Ama sen dört yaşını yaşadın”
“ Yaşamış olmam sadece üçten beşe geçerken ki bir yaşamışlıktı. Başkaca da bir anlamı kalmamış benim için. Bundan emin olabilirsin babacımmm”
“Keşke ben de, senin içtiğin şaraptan içebiliyor olsaydım” diye serzenişte bulundu Noel Baba.
“Bunu senin için kolaylaştırabilirim” dedikten sonra, Noel Baba biblosunu artık boşalmış olan derin salata kasesine yerleştirdi ve üzerine şarabı boca etti. Neye uğradığına şaşıran Noel Baba ise, bir an öylece bekledikten sonra istifini hiç bozmadan salata kabından tırmanarak çıktı, masadan bir peçete alarak üzerini sildi ve “aslında şarap böyle bir şey, hayatında yapamayacaklarını senin için yapılabilir kılıyor” dedi. “Eminim, sen bunu ayık kafayla hiç kimseye yapamazsın”
Pişmanlık ve rahatlama bir insanda nasıl bir duygu dalgalanmasına yol açıyorsa işte o şekilde bir gerçeküstü duygu hali yaşıyordu. İki duyguyu arka arkaya değil tam da aynı anda yaşıyor gibiydi. Bu duygu hali onu tamamen hareketsiz bırakmış ve sessizleştirmişti. Utanmışçasına çok yavaş hareketlere gözlerini bibloya çevirdi. Noel Baba, bu kez ona daha farklı bakıyor gibi geldi. Sanki “şu an içimden sana elime her geçeni fırlatmak geliyor ama uymayayım şu fani insanlara, nasıl olsa günün birinde ölecekler” der gibi bakıyordu gerçekten.
Biraz utançtan belki de söyleyecek bir şeyi olmayanların kaçkınlığında masadan kalktı. Mutfağa doğru yöneldi. Tam odanın kapısının önündeyken bir elini kapıya dayayarak şöyle bir geriye masanın üzerinde öylece bekleyen Noel Babaya baktı. Odadan çıkmaktan vazgeçti ve masaya yeniden döndü. Olup bitene odadaki diğer eşyaların kayıtsızlığı onu biraz şaşırtmıştı. Sanki hepsi elbirliği yaparak, aralarında Noel Baba yı sözcü olarak seçmiş ve inisiyatifi tamamen ona bırakmışlardı.
Daha önce bu evde hiç kimseyle tartışmadığını düşündü. Hoş, yıllardır eve gidip gelen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmemişti. Gelenlerin bir çoğu da çeşitli zorunluluklardan kaynaklanıyordu. Ev sahibi kirayı elden almak ve bu arada bir kahve içme bahanesiyle evin durumunu kolaçan etmek için her ay mutlaka gelirdi. Kız kardeşi ile artık aynı şehirde yaşıyorlardı. Evlendiği için çok fırsat bulamasa da, onu mümkün her fırsatta ziyaret eder, evi toparlamak adına evin düzenini bozar giderdi. Nisbeten daha sık gelen ise mahallenin bakkalıydı. Her karşılaştıklarında ona sanki kader mahkumu hükümlüymüş gibi şefkat gösteriyordu. Ara sırada da elinde nevalesi ve birkaç birayla kapısını çalar, mahallenin dedikodularının yanı sıra memleket meselelerini kendi anlatır kendi dinler tarzda paylaştığı bir misafirlik oynardı. Bazen de, mahallenin bekar kızlarından bahseder isterse onlarla tanıştırabileceğini ima ederdi. Belki birkaç kişi daha ama bu evde hiç kimseyle tartışma aşamasına gelecek kadar uzun vakit geçirmemişti.
“Özgürlük babacım, özgürlük beni huzurlu kılıyor. Her şey için her an her türlü kararı verebilecek durumda olmam benim asla vazgeçemeyeceğim hazinem. Varsın yalnız desinler ama özgürlüğümü tırtıklamasınlar. “ derken bir serzenişte mi bulunuyor yoksa biraz önce yaşananları bir an önce unutturmak için konuyu mu başkalaştırıyordu, pek belli olmadı ama söylediklerini Noel Baba ciddiye almıştı.
“ Bunu ben söylemesem de, adeta ben söylemişim gibi sahiplenirim” dedi Noel Baba. Arkasından ekledi. “ Özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır”.
Bu cümleyi kendisi de duymuş ve okumuştu ama felsefi anlamından ziyade hayattaki karşılığını bir türlü kafasında canlandıramıyordu. Kuşkusuz, siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin kendi içinde bir şekilde işleyen kuralları ve bu kuralların şekillendirdiği bir nesnelliği vardı. Bu nesnellik içinde insanlar ve insan ilişkileri tanımlanabilir oluyordu. Ona anlaşılmaz gelen, özgürlüğün insanların yaptıklarında mı yoksa yapmadıklarında mı aranması gerektiğiyle ilgili karmaşaydı. İnsanlar istediklerini yaparak mı, yoksa istemediklerini yapmayarak mı özgür olabilirlerdi? Bu soru, ikisi de diyerek geçiştirilecek bir metafor haline getirilemezdi.
“Babacım, şu zorunluluk dediğin ne ki bilincine varalım? Kaçınılmaz olanları mı kastediyorsun? Ben kaçtıktan sonra kaçınılmaz denen kalmaz bundan emin olabilirsin” dedi.
Noel Baba, bir süre önce olup biteni tamamen unutmuş bir ses tonuyla “ Senin özgürlük anlayışın, mutluluğu sadece acı çekmemekle ve haz duymakla özdeştirmeye benziyor. Mutluluğa bu gözle bakarsan, uyuşturucu kullanan birisinden daha mutlu kimse olmaz. Aynı şekilde, özgürlüğe de, kaçabilme yeteneği olarak bakamazsın. “ dedi.
Firarperest diyordu bazen kendisine çünkü tam da onu tanımladığına inanıyordu. Elif Şafak’ın bu isimle çıkmış kitabını okurken de adeta kendisi için yazılmış olduğunu hayal ederek okumuştu. Elif, sonsuzluğa değin verilen yeminlerde bir sahtelik, hiç değişmediğini iddia eden insanlarda bir çiğlik olduğunu o kadar güzel anlatıyordu ki. Nasıl insanlar kendilerini etkileyen şiirleri ne kadar uzun bile olsalar ezberlerler. O da Elif’in şu söylediklerini defalarca okuduğu için hemen ezberlemişti. Noel Baba’ya dönerek yüksek sesle şiir okur gibi söyledi ; “ Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek…Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara..”
Noel Baba, artık sazı eline almanın zamanının geldiğini düşünüyordu. Bu “firarperest”e haddini bildirmeliydi artık. Onun arayışı içinde oldukları, Noel Baba’nın bir bakıma yaşam tarzı sayılabilirdi . Dünyayı, insanları, kaderleri, mutlulukları, yuvaları, kaçışları, kovalayışları, hayalleri, gerçekleri, acıları, kadınları, erkekleri ve en önemlisi herkesin yaşadığı çocuklukları ondan daha iyi hiç kimse bilemezdi. Üstelik ölümsüzdü ve kuşaklar arasındaki farkları da yakından gözlemlemek fırsatına sahipti.
Noel Baba, söze nasıl başlayacağını bilecek bir bilgelikle; ‘Kalabalık yalnızlıklardan söz edildiğini duymuşsundur. İnsanların etrafları ne kadar kalabalık olursa olsun, bir şekilde kendilerini yalnız hissederler. Kimisi anlaşılamamaktan, kimisi neyi istediğini bilmediği için, kimisi de uyumsuzluklarından. Bence sen de hepsinden biraz biraz var gibi. Ama inzivaya çekilmiş değilsin. Kaçışların olsa da hep dönmüşsün. Sanırım, senin sorunun sürekli kendine sormanda. Amerikalı bir yazar var mutlaka bilirsin. Susan Sontag, “ Kendine yanıtlayamayacağın sorular sormamalısın. Böyle bir soruyu yanıtlayabilsen bile yanıtladığını bilemezsin” der. Sorularla boğuşma. Böyle yapmaya devam edersen, giderek kendini öldürürsün.”
“ Halen ölmüş değilim. Nietzsche de “sizi öldürmeyen şey sizi daha güçlü kılar” der. Ölüme koştuğumu düşünsem de, ölemediğim her an beni daha güçlü hissettiriyor. Ölürsem şayet benden sonrası tufan umurumda olmaz. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum babacım.”
“ Seninkisi bir tür kabadayılık. Bir kabadayı yaşadığı onlarca tehlikeden sıyrıldığı için kabadayı olabilmiştir. Sıyrılamayanların adı bile kalmaz. Hayata karşı kabadayılık sökmez, kabadayılık birilerine karşı yapılır. Senin rakibin elle tutulur, bıçak saplanır, kafasına sıkılır bir şey değil. Hayat bu. Kelebek gibi kaçarak arı gibi sokarak yol alamazsın hayata karşı. Öyle pek ölüme de meydan okuduğun söylenemez. Kaçışların kendi kendine, sarılışların da. Eni konu, anlaşılmaz ya da çözülemez birisi olarak erir gidersin.”
“Beni korkutmaya mı çalışıyorsun babalık!..”
Noel Baba, bu kez kendisine babalık denilmesine şaşırmıştı ama sakinliğini koruyordu. “ Seni korkutmaya çalışmıyorum. Etrafındaki insanlar senin oyuncakların değil. Seninle oyun da oynamıyorlar. Hayatın başı ve sonu arasını doldurmaya çalışırken hasbelkader seninle karşılaştılar. Seninle yürüyebilirler sensiz de.”
“Ne olacak peki benim özgürlüklerim. Onların özgürlüklerinin başladığı yerde benimki, benimkinin başladığı yerde onlarınki mi bitecek. Böyle yaparsak zaten bir oyun oynamış oluruz ve birbirimizi oyuncak haline getiririz. Ben ne kimsenin oyuncağı olurum ne de birileri benim oyuncağım olsun. Ailede saygı, okulda kural, evlilikte sadakat, işyerinde işbölümü, arkadaşlıkta güven, memlekette fedakarlık, dünyada empati.. bunlarla yoğrularak ortaya ne çıkar ki, ortaya çıkanlarla nereye kadar yaşanır ki? “
Tam bir iletişimsizlik yaşanıyordu aralarında. Bir diyalog vardı ortada ama herkes kendine konuşuyor gibiydi. Kendi hesaplaşmalarını yaşıyorlardı aslında. Her söyledikleri, tartışmada onları daha ileri bir noktaya taşımıyor, bir sonraki argümanları çok daha cılızlaşıyordu. Adeta kendi kendilerini çözüyorlar, çözüldükçe dağılıyor ve dağıldıkça saldırganlaşıyorlardı.
Noel Baba dan izin isteyerek odanın içinde biraz dolaşmak istedi. Odadaki bütün eşyalar pür dikkat bu konuşmaları dinliyor, en küçük bir gürültüye neden olurlarsa, bir şekilde yol alan konuşmanın yeniden en başa dönüleceği kaygısını taşıyorlar, sessiz kalmaya büyük özen gösteriyorlardıi. Saat artık gecenin ilerleyen saatlerine iyiden iyiye yaklaşmıştı. Pencereyi açıp bakın burada neler oluyor der gibi paylaşma isteği sardı vücudunu. Pencereyi açtı ama sadece derin derin nefes aldı. Ağzını hiç açmadı. Yüzünü sarmalayan serin hava şarabın gevşetici etkisini bertaraf etmeye başlamıştı bile. Bu arada çevre binalardaki ışıklar birer birer sönüyor. Sokaktan geçen araba seslerinin sıklığı azalıyordu. Pencereyi usulca kapattı ve masaya döndü. Noel Baba, onu gülümseyen ama acır gibi bir yüzle ve kahkahası ile karşıladı. Ho ho hoooo.
Hazin bir gülümseme ile karşılandığı için şaşırmıştı. Bir taraftan her şey yeni başlamış ve sanki konuşacak daha çok şey var diye düşünürken, diğer taraftan da bu kadarının bile onu çok hırpaladığını, bir an önce gerçek dünyasına geri dönmenin zamanının geldiğinin farkındaydı. Uyku hali kaçmak için iyi bir gerekçe olabilirdi. Esnedi ve esnerken bütün yaşadıklarını bir daha unutmamacasına içine çekiyor gibiydi. Esnedikten hemen sonra yeniden bir canlanma hali hissetti bedeninde. Bir an için Noel Baba’ya baktı ve onun zihninden geçenleri okumayı arzuladı. Tam bir ifadesizlik görüyordu. Noel Baba duruşuyla ser verip sır vermeyecek gibi donuk bir ifade ile karşısında sadece dikilmiş gibi duruyordu.
Oysa, neler konuşulabilirdi ki daha. Astsubay babasının peşinden ailece ülkesinin pek çok yöresine sürüklenişlerini ve yeni yerlerin hiç de yeni hayatlar anlamına gelmediğini konuşmak isterdi Noel Baba’yla. Sabit dar gelirli bir ailenin kurulamayan hayallerini, bu hayallerin yerini giderek şükürlere bıraktığını ve şükrettikçe acizleştiklerini, nihayetinde bu kısır döngünün bıraktığı izlerin onu tüm hayatı boyunca kovaladığını anlatmak isterdi.
Platonik aşklarını paylaşmak isterdi mesela. Komşu ablalarını, süslenip püslenip her sokağa çıkışlarında onları büyük bir hayranlıkla pencereden izlediğini, okuldaki şen şakrak özgüvenli öğretmenlerini ve onlara saygının ötesinde hissettiklerini, cenaze ortamlarında bir şekilde bir araya gelen uzaktan akraba kızların nasıl da büyüyüp onu şaşırtacak kadar serpildiklerini ve serpildikçe aşık olunmaya hazır hale geldiklerini, iş hayatına adımını attığında ona emirler yağdıran patroniçenin ulaşılmazlığının hissettirdiklerine kapılmalarını, çevresindeki uyumsuz birlikteliklerdeki mutsuz kadınların o hüzünlü hallerini gördükçe, onları sanki o bataklıktan kurtarmak için kendisine biçtiği misyonları….tüm bunları anlatmak, Noel Baba’nın bunları dinledikçe ona nasıl bakacağını görmek isterdi.
Her zaman çok zor gelse de, keşke gerçek aşklarından, birlikteliklerinden sanki onları her anıyla yeniden yaşamak için söz etseydi. Sadece birlikte olmanın nasıl bir şey olduğunu yaşamak için hiçbir şey hissetmediği kadınlara yaptığı kurları, onları nasıl kandırdığını, onların önce direnişlerini, sonrasındaki teslim oluşlarını, bu girişimlerinin onda nasıl hayal kırıklıklarına yol açtığını, gördüğü bir filmi heyecanla arkadaşına anlatan birisi gibi Noel Baba’ya anlatsaydı. Derin duyguların onu nasıl hırpaladığını, dağılışlarını, bazen de bu hırpalanmayı sevdiğini onlara sarılışlarını, hırpalandıkça daha çok kapılışlarını, bu bataklıklardan çıkmak için uğraşlarını, çırpınışlarını bir bir anlatabilseydi. Hatta, halen birisi ile birlikte olduğunu ama bu ilişkinin neye benzediğini kendisinin bile bilmediğini paylaşabilir miydi Noel Baba’yla.
Hukuk fakültesini neden yarıda bıraktığını anlatamazdı kuşkusuz. Halen kendisine bile anlatamadığı bir şeyi sanki o değil de bir başkasının başına gelen bir şeymiş gibi duyumsadığını nasıl anlatabilirdi ki? Küçük bir tekstil atölyesinde muhasebe yardımcısı olarak işe girmesini, dürüstlüğü ve kendini verişleriyle öne çıktığını, patroniçenin onu çoğu zaman yere göğe sığdıramadığını ama gün geldiğinde onu nasıl bir çırpıda silip atabildiğinden bahsedebilirdi. Hayatını kurarken kimseden tek kuruş bile istemediğini hatta beklemediğini, borçlarını, bu borçların altında ezilişlerini, onlardan kurtulurken ki hafifleyişlerini, sonrasında ‘ben bu borçlara niye girmişim ki’ deyişlerini, hayıflanışlarını, ‘amaan boş ver’ mişliklerini…hepsini tek tek ama tüm utançlarıyla birlikte paylaşmak isterdi.
Arkadaşlıklarını, onların bazılarının dostluğa dönüşmelerini, bu dostlukların yitirilişlerini, yerine konulamayanları yad etmek isterdi Noel Baba’yla. Şarabı her yudumlayışında, onlarla neler yaşamış olduklarını anımsamak, içlerinden en ilginç ve komik olanlarını Noel Baba ile paylaşmak, onun bunları dinlerken ki yüzünün gevşeyişlerini görmek isterdi. Hayat boyu bir daha ayrılmayacağız dediklerini ama bir daha görüşmediklerini, görüşmek için bile isteklerinin kayboluşlarını itiraf ederdi. Hasbelkader bir yerlerde karşılaştıklarında bile, genel geçer özlemlerin ötesine geçilemediğini, herkesin kendi hayat kavgasına sıkıştığını bir otobüs yolculuğunda tesadüfen tanışılan koltuk arkadaşlarının bile, daha fazla yeniden görüşme hissi uyandırdığını anlatırdı ona belki. Arkadaşlık, dostluk denen mevhumun ne menem bir şey olduğunu, nasıl yaşanabileceğini halen anlayamadığını itiraf eder, Noel Baba’dan bu konuda yardım dilenebilirdi.
İş hayatının gazete ilanlarından bahtına çıkanlardan ibaret hale gelişini de paylaşmak isterdi. Muhasebe dünyasının tüm acımasızlıklarını, beş parasız iken çok paralarla iş yapmanın acıtıcılığını, devletin ve yasaların açıklarını dört gözle arayanların işi kılıfına uydurmalarını izleyişlerini ve giderek buna uyum sağlayışlarını sonrasında bundan tiksinişlerini sıralayarak dizebilseydi keşke Noel Baba’nın önüne. İş arkadaşlarının nasıl birbirlerinin kuyularını kazdığını, yemek ve kahve molalarında sanki can kardeş ofise girer girmez ise düşman kardeş kesildiklerini izlerken ki mide bulantılarını, yalnızlıklarını gülerek ve güldürerek kendilerine unutturmaya çalışanların trajik sonlarını bile tartışabilirdi onunla.
Yalnızlığı düşündüğünde, her bir parçası kendi kendine işleyen bir motor gibi hayatının tekleşmiş parçaları aklına geliyordu. Belki de, yalnızlığını, her bir parçada yeniden üretiyordu aslında. Ailesi, arkadaşları, işi, aşkları, birliktelikleri birbirinden bu kadar bağımsız, bu kadar uzak, bu kadar ilişiksiz kaldıkça yalnızlığı onun tek tutamak noktası olarak karşısına dikiliyordu. Ona sarılıyor, sarıldıkça parçaları daha da birbirinden ayrıştırıyor, hayatı eklektik bir hal alıyordu. Böyle hissettiğinde, içinde hayatının bütün parçalarını bir yapboz oyunundaki gibi birbiriyle uyumlulaştırma isteği uyanıyor ama hiçbir parça bir diğer parçayla bir türlü uyumlaşamıyordu. Uyumsuz parçaların kenarlarını kesip biçerek, eğip bükerek uyumlulaştırmaya çalıştığında ise ortaya çıkan şekilsiz hayat tablosu onu daha da ürkütüyordu.
Aslına bakarsanız, konuşulanlar ile konuşulamayanların çokluğu bir tezatlık oluşturuyor ise de normal sayılabilirdi. Boru değildi bu, koskoca bir hayattan ve bu hayatın içinde yaşanmış 32 yıldan bahsediliyordu. Ne için konuşulduğunun da önemi yoktu zaten. Tüm bu konuşulanlardan herhangi bir sonuç çıkmasını aslında hiç istemiyordu. Konuşulmuş olması onun için sonuçlarından çok daha önemliydi.
Sanki içindeki şeytan ile içindeki melek arasındaki atışmalardı bunlar. İşin tuhaf tarafı, içindeki şeytan onu sıradanlığa, içindeki melek ise sıra dışılığa çağırıyordu. İçindekilere hiçbir zaman güvenmemişti. Bu nedenle, içinden çıkanlar onu sadece eğlendirirdi. Belki de, içinde köşe bucak saklanmış, bir yerlere tünemiş ve asla kendisini hissettirmemiş olanlar bir bir gün yüzüne çıkmıştı. Olsun, böyle olsa bile hiçbiri onu korkutmamış ve uçlara sürüklememişti.
Onun için neyin uç olduğu da biraz karışıktı. Ancak şundan emindi, şayet mutlak yalnızlık arayışında ısrarcı olsaydı, tam yalnızlığı ancak ölümde bulacak ve bu dünyaya son bir kez daha bakıp veda etmeyi boynunun borcu addedecekti. İntiharı şu ana dek hiç getirmemişti aklına. Birden, intihara karar verseydi acaba hangi yolu seçerdi, hangisi kendisine daha çok yakışırdı gibi sorular zihnini dolduruverdi. İnsan acıdan kurtulmak ya da bir tür huzuru yakalamak için intiharı seçiyordu. Gerçek bir çaresizlikti intiharı insanların aklına getiren. Şu ana kadar kendisini hiç bu denli çaresiz hissetmemişti. Nedense mutlu oldu birden.
Bir uç intihar olunca, diğer uç ise birçoklarının diyebileceği gibi aklını başına toplaması olurdu herhalde. Aklını başına toplaması içinse kuşkusuz tıbbi destek alması gerekecekti. Gıdasını hüzünden alanların melankolik halleri için icat edilmiş onlarca ilaç vardı. Hayattan alabilecekleri keyfi duyarsızlaşmışlıkları içinde yakalayamayanlar için de bir o kadar depresyon ilacı raf raf dizilmişti eczanelerde. Bir sürü terapi merkezi peydahlanmıştı ülkesinde artık. Bir sürü hayat koçu, danışman uzmanlar da boy göstermeye başlamış, hayatın psikolojik yönleri tam olarak ticarileştirilmişti. Okuduğu “Tıp Bu Değil” adlı kitapta birçok hastalığın bu ticarileştirme süreçlerinin ürünü olarak bizzat ilaç firmaları ve onların görevlendirdiği Profesörler tarafından icat edildiğini, firmaların icat edilen hastalıklara ilaç üretme işine soyunduklarını okumuş ve çok etkilenmişti. İnsana ait tüm duygusal durumlar neredeyse birer hastalık ya da birer hastalık belirtisi olarak tanımlanmaya başlanmış ve her birisi için de ilaçlar üretilmişti. Yetmemiş, tıbbi destek adına her türlü şarlatanlığın yapıldığı danışma ve terapi merkezleri ülkenin dört bir tarafında boy göstermişti. Korkular yaratıyorlar ve yarattıkları korkuları yaşayanları bu korkularından kurtarmak için para talep ediyorlardı.
Oysa, iki ucun dışında sanki hiçbir şey değişmemiş gibi, “öyle salınıp giden ruh hali”ni hissetmeye devam ediyordu. Belki de onu en huzurlu kılan bu ortalıktaki salınışı idi. Huzuru bir zamanlar sadece dinsel bir konu olarak düşünürdü. İnsanların dine olan yaklaşımlarında bu huzur arayışının başat rol oynadığına inanırdı. İnsanlar huzuru hem bu dünya hem de öteki dünya için birden arıyorlardı. Cennet ve cehennem, hep bu huzur arayışı ve korkularıyla insanların zihninde şekilleniyordu. Bu dünya da huzuru veren ise öteki dünya için vaat edilenler olunca bir bütünlük kurulabiliyor ve bütünlük hissi insanları bu dünyada da huzurlu kılmaya yetiyordu. Ama artık böyle düşünmüyor ve huzur sözcüğünün de hastalıklar gibi korkular yaratmak için icat edildiğine inanıyordu. Tüm lügatlardan çıkarmak istercesine bir nefreti vardı bu sözcüğe karşı. Ona göre bu kadar anlamsız, bu kadar tanımsız, bu kadar başkalarının çıkarları için sömürülecek bir şey olamazdı. Şeydi yani hiçbir şey.
Masayı hızlı hareketlerle toplamaya başladı. Masadan taşıdıklarını mutfak tezgahına gelişigüzel diziyor ve her mutfağa gelişinde ve sonrasında salona geri dönüşünde başını kaldırıp etrafına bakınıyordu. Bir ses belki bir homurtu duymayı, bir kıpırtı hissetmeyi çok istiyor ve herkesin ona bakıyor olduğuna inanmak istiyordu. Ne bir ses ne de bir hareket vardı.
Artık gece yarısının tam ortası sayılırdı. Üzerine tam bir uyku hali çöktü. Bu sihirli dünyadan uzaklaşmayı hiç istemiyordu ve bu nedenle birkaç saattir sürekli ertelediği uykusu onu iyice zorlamaya başlamıştı. Gözleri kendi kendine kapanıyor ve birkaç saniye sonra bir ürperti ile açılıyor ve sürekli kendine acaba ne kadar kendimden geçtim diye soruyordu. Ortalık artık tamamen sessizleşmiş gibiydi. Noel Baba, kendi kendine masadan inmiş ve sergi dolabına tırmanmış ve her zamanki yerine yerleşmişti.
Artık söyleyecek, hissedecek ve hissettirecek hiçbir şeyi kalmadığına inanıyordu. Uykusu yine bastırdı ve bu kez direnemedi, gözleri yarı kapalı yatak odasına doğru gitti ve başını yastığa koyduğunda derin bir uyku haline geçmesi için sadece birkaç saniye geçecekti.
Yine rüya görmedi. Kalktığında, banyoyu, mutfağı, salonu hızla gezindi. Bir ses duymaya, bir kıpırtı hissetmeye çalıştı ama sihirli hiçbir şey olmayacaktı ve günler yine eskisi gibi başlamıştı. Yatak odasına geri döndüğünde önce perdeyi açtı sonrasında camı hafifçe araladı. Temiz hava içeriye doluşmaya başladığında, gevşek vücudu yeniden sarj ediliyor gibiydi. Yatağını düzeltmek için yatağa uzandığında yastığının hemen yanında bir hediye paketi buldu. Paket gelişigüzel hazırlanmıştı. Açıldığında içinden bir dolmakalem çıktı ve üzerinde şu not yer alıyordu;
“ Kendine söyleyemediklerini yazman için…”
Sihirli Pazar- Uğur İŞLEK
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın