Küçük hesaplar yapanların zamanla küçüldüğünü gördüm.
İnsanı küçük düşürenler, tekrar ve telkinle kutsanmış bir şöhretin peşinden gidenlerdir. Mafyalaşan bir toplumda; ruhsal eğitimin yerini özel tim aldığından lümpen kültürün elçiliğini yapanlar, evham ve yanılsamaya dayalı bir gericiliği finanse edenler, suçludur. İnsanı küçük düşürenler, öncelikle her çeşit insanlaşma deneyimlerinin sermayesi olan edebiyatı itibardan düşürdüler. Niteliksiz şiir, roman, edebiyat dergileri ve bilgi kirliliğine dayalı çeşitli türden kitap yayınları da buna dâhildir. Edebiyatı lafı güzaf sanan post modern burjuva okurlarıyla onların peşinden giden, lafazan yazarları da böylece zamane-güdük edebi akımların etkisiyle dilin sermayesini (ethos, pathos ve logos.)(1) büsbütün değersizleştirmiş oldular. İnsanı yaralayan, sakatlayan bu tür rahatsızlıkların kökeni, aslında insan vicdanında, bir yerlerde keşfedilmeyi ya da deşilmeyi beklemektedir her zaman. Keşfedilmek için çoğu zaman bir jüri huzurunda bulunmak mı gerekiyor. Keşfetmek için her zaman akademik bir kariyer mi gerekecek. O kariyer ve sınav karnelerinin adil bir şekilde topluma dağıtıldığını mı sanıyorsunuz? Peki, toplumda negatif bir seleksiyon işliyorsa ne yapacaksınız? Keşfetmek, temaşa etmek, ilham almak, ahlaki aklın işlemesine, ışıldamasına doğrudan bağlıdır oysa. Bilgi kirliliği, hem ucuzluğun, bayağılığın hem de edepsizliğin zihinsel alt yapısıdır. Bilgi kirliliği, ırza geçmenin en kolay biçimidir. Her türlü gerçeği saptırma, sapkınlık ve zulüm; bilginin arı duru kişiliğini, sadeliğini bozmaktan geçer. Egemen sınıfların ahlakı, büyük oranda bilgi kirliliği, yalan, yanıltma ve insanları aldatma sanatıdır.
Demokrasi ancak; ortaklaşa bir kamu iyiliğini gözetme, insanlar arasında açığa çıkan bir yakınlık ve eşitlenme duygusu (sevgi, saygı) ile serbest seçimler sonucu adil bir örgütlenme özgürlüğü üzerinde temellenebilir. Ahlaktan kopuk isteklerimizin yönetim biçimlerinin tarihsel olarak nasıl tezahür ettikleri veya edecekleri de birçok yönden ders ve ibret alınası deneyimler değil midir? Olanlar, olasılıklar ve olması gerekenler şunlardır. a) İnsan olmanın tarihsel diyalektiği, bireysel ilişkilerde; ya kibirli özneler, ötekini küçük görme üzerinden onu değersizleştirip bir kölelik eğitimiyle baskılanmış ezilmiş kişilikler inşa edecektir. Ya da kardeşlik, arkadaşlık, yoldaşlık, paylaşma, dayanışma ile gelişmiş, zenginleştiren dostluk bağları geliştirecektir. b) Toplumsal düzeyde durum, ya bir taraf kazanıncaya kadar sürecek genel bir anarşik savaştır ki sonuçta ya monarşi, oligarşi gibi sınıfsal azınlığın zorbalık/ dikta biçimleri onay görecektir. Demek ki demokrasi her şeyden önce temiz bir akıl (etik, estetik ve politik) ile düzeyli uygar ilişkileri öngörür. Özgürlük, toplumda seviyenin yükselmesi, kölelikse seviyenin düşürülmesi hadisesidir. O nedenle adam olmak, özgür, laik ve herkesi kucaklayan büyük bir cumhuriyettir. Dikta rejimlerinde özgürlüğün yerini ruhsatlı kölelik, kardeşliğin yerini kalleşlik, eşitliğin yerini de muktedirin kibri, düşmanlığı ve öfkesi alacaktır. İnsanı güdümleyen bu olumsuz duygular nihayet, savaş sanatının motor araçları olan riya, yalan, saçma sapan korku ve kuruntuların üremesine yol açar.
Bugün polisiye tedbirler eşliğinde bize dayatılan barbarlığın serbest piyasa ekonomi politikası, şiirsiz ve edepsiz bir dünyada yaşamaya mahkûm olmak değil midir? İnsanı küçük düşürüp değersizleştirmeden, onurunu kırmadan, canını sızlatmadan onun sırtından kazanmak mümkün müdür?
Bir an için servet obur dev şirketlerin günah ve etobur cihan devletlerin suç dosyalarını masa üstüne çıkarıp önlerine koyduğumuzu düşünelim. Sonra bu servet obur şirketlerin hizmetine girmiş devletleri inşa eden sınıf, tabaka ve çeşitli kesimlerin iyilik ve kötülüklerinin farkına varsaydık nasıl bir vicdan muhasebesi yapardık acaba? Buradan işimize yarayacak yardımcı ders kitapları olarak; ne Kitabı Mukaddesin, ne de das Capital benzeri başka eserlerin tek başına yeterli olmayacağını görürdük. Çünkü hem atalarının bir temsilcisi hem de kendi adına yaşayan bir toplumun günlük duygusal ve iletişimsel ağı kendine özgüdür. Bu günün sosyal insanı, geçmişi içermekle beraber ortaya çıkan yeni koşullarda mutlaka kendi yaratıcı ahlakıyla güzelliğin eşgüdümünü yine kendisi sağlamalıdır. Mevlana boşuna “Ne kadar söz varsa düne ait şimdi yeni şeyler söylemek lazım” dememiş. Aslında sadece insanların, hayvanların ve eşyaların putlaştırılması kötü değil; işin doğrusu, asıl tarihsel yaratıcılığın (tanrının) putlaştırılması da kötülüklerin en büyüğüdür.
Hacılar, nasıl hac farizasında şeytan taşlamayı eda ediyorsa; ben de aynen halkın diline düşen bir edebi taşlamayı, mizah ve ironiyle açığa çıkan bir toplumsal eleştiriyi farz biliyorum. Asıl içimizdeki şeytanlığa işaret edip şark kurnazlığını yermek istiyorum bugün. Çünkü yermek, bize eziyet veren bir saçmalığı, yenmenin ilk adımıdır.
Belgesel önerme -1
Kapitalist bir dünyanın içine yuvarlandığı ahlaki krizin mensupları sözüm sizedir.
-Bugün küresel sermayenin, serbest piyasada satın almadığı kişilik, el koymadığı kurum ve kirletmediği kimlik kaldı mı? Ah iyilikte liberal ve kötülükte muhafazakâr tarafta oturanlar, çok kötüsünüz! Kar hırsınıza paralel yükselen gök delenler de dikseniz, çalışan insanların gönül dünyasını hep göz ardı ettiniz. Huyunuz kurusun, sınıfsal uyumsuzluk büyüdükçe büyüdü aramızda. Büyük tapınaklarınız var ama benliğin arınmasına hiçbir yararı yok. Büyük adliye saraylarınız var ama içinde adalet yok üzgünüm. Siz, rahat edesiniz diye insanlık değerlerini savunanları, azınlığa düşüren bağnazlığın en sağlam kaleleri var elinizde bugün. Kışla, okul, cami ve hapishaneler güya nefsimizin ıslah evleri değil miydi? Bu gün sivil toplumu öyle bir tanzim ettiniz ki hepimiz devletinin, bankaların, paranın ve patronların ruhsatlı köleleri olduk. Nefsinizde bitmek bilmez kar hırsı ve doyumsuz iştahınıza ant olsun ki yürüttüğünüz soğuk savaş cinayetleri, bizi insanlıktan soğutmaya yetti artık!
Belgesel önerme -2
Ey dünyanın f a n i l e r i, Altında petrol yatakları bulunan kutsal topraklar için Haçlı irtica saflarında birleşiniz!
Ey dünyanın c a n i l e r i, Emperyalist güçlerin rızası için Faşizmin tedhiş saflarında birleşiniz!
İşte tekelci küresel sermayenin kendi egemenliği için bizi sürüklediği anarşik ve ahlaki kriz ne yazık ki budur. Makyavel mantığının hâkim olduğu bir dünyada, salt kötülükte yükselen muhafazakârlık, insanlığın hayrına hangi iyilikleri üretebilecek? Yeryüzünü ahıra çeviren emperyalist üretim ilişkilerin içinden sadece şeytani bir benliğin içgüdüsü tezahür edebilir ancak. Sahtekârlığın masallarıyla kendini avutan yığınların çaresizliğine kader diyebilirsiniz belki. Bu gün “biz bir aileyiz” diye güya takım ruhuyla çalışanların ertesi gün kendisini sokakta işsiz, güçsüz ve değersiz bulması keşke soğuk bir kamera şakası olsaydı? Geniş halk yığınları için asgari ücret ile asgari müşterekler arasında doğru bir orantı vardır. Eğitiminin kalitesi düştükçe, toplumun seviyesi de düşmektedir. Ne yazık ki seviyesi düşen insanların yüksek değerlerde buluşması artık çok zordur. Siyasal şef ve tarikat şeyhlerine biat etmiş bir toplumda ne demokrasi, ne de vicdan özgürlüğü çiçekleri açar.
Bu belgesel önermeden sonra şunu anlıyoruz ki; gelenekten geleceğe devam eden tarih bilinci, devingen, karmaşık bir evrim sürecidir. Burjuvazinin serbest piyasa ekonomisi bireycilik, yararcılık ve çıkarcılık gibi önsel bir bencillik üzerine oturduğundan toplumsal hayatta sıkça rastladığımız çürüme; ikiyüzlülük, fırsatçılık, döneklik, kurnazlık, ihanet ve güvensizlik mantıksal bir sonuçtur. Öfke, düşmanlık, kin ve nefret tohumlarının yeşermesi rastlantıdan çok bir zorunluluktur böylesi bir yaşam tarzında.
Belgesel önerme-3
-Ah manevi IQ’sü yüksek camia: Uhrevi zekânız o kadar yüksek ki siz adeta maveraya uçarken yeryüzündeki küçük ayrıntıları artık ayırt edemez olduk! Bir uçak, gökyüzünde uçarken yolcuların yeryüzündeki küçük ayrıntıları artık görememesi ne büyük bir talihsizlik? Diliyle “söz bir, Allah bir” diyenler, bütün kalbiyle yaşam pratiğinden kopuksa, tersine işleyen bir süreç, bugün bizi, uzlaşmak yerine korkunç bir tuzağa düşürüp, mesafesi sürekli açılan bir uzaklaşmaya yol açmaz mı? İşin doğrusu, “Söz bir, Allah bir” deyimi, özünde ahlaki bir tutarlılığın önemini anlatır. Bu ülkede, sömürüye, sömürgeciliğe ve savaşa karşı çıkan Müslümanları tenzih etmekle birlikte bazı mandacı mihrakların; mecliste Amerikan yanlısı olmayı, âdeta Müslüman olmanın bir şartı haline getirmesini nasıl anlamalıyız bugün?
Demir ve vitamin eksikliği, nasıl ki vücutta kansızlığa yol açıyorsa; uygarlık tarihine olgusuz bakışımızdaki optik bakış eksikliği de, nihayet bedelsiz, bedava ve mandacı bir maneviyatın zuhur etmesine yol açıyor işte. “Kendini muhafaza etmek ile kendine dürüst olmak arasında
bir ayrım yapılacaksa eğer; birinci kavram, kişinin kimliğini zamana karşı sürdürmesini, ikincisiyse, kişinin kendi eksikleri konusunda kendisine karşı dürüst olmasını çağrıştırır. Emmanuel Levinas, kendine dürüst olmak(constance á soi) davranışının başkalarına karşı sorumluluk hissetmek şeklinde bir toplumsal boyutu olması gerektiğini belirtir.” (2). Öyleyse başkalarının bana güveni, benim kendime verdiğim değerle doğru orantılıdır. “Her ne olursa olsun ahlaki davranış ussal bir davranıştır. Çünkü usun seçiciliğine gereksinim vardır.” (3)
“Ahlak bizi, sorumluluklarımız çerçevesinde bütün bir insanlığa bağlar. Bilge kişi kim olduğunu bilen kişidir, ne yaptığını ve hatta ne yapması gerektiğini bilen kişidir. Erdemlilik her durumda insana adanmışlığı kendiliğinden getirir. Bu adanmışlık hiçbir buyurucuya bağlı olmadan bilincin bir istemi, yönelimi olarak gerçekleşir. Erdemli olmak her şeyden önce üst düzeyde değerler insanı olmak demektir. “ (4)
Soğuk savaş koşullarının gereksinimlerine göre eğitilmiş yeşil kuşakların niçin tasavvufi bir irfan geliştiremediğini hiç düşündünüz mü? O nasıl bir sivil hegemonya inşasıdır ki emperyalizmin vekâlet savaşlarına bu kadar kolayca ruhsal bir zemin hazırlayabildi. Muhyiddin Arabi, Mevlana ve Hacı Bektaşi Veli gibi mutasavvıfların geliştirdikleri irfan geleneği, ne yazık ki günümüzde yerini uluslar arası istihbarat örgütlerinin stratejik derinliğine bırakmıştır.
Belgesel önerme-4
-Ah halkını seven, sosyal insana güvenen yurtsever devrimci cenah! Paris Komününden bu yana; ne güzel emeğin egemenliğine, insan yeteneklerinin fırsat eşitliği içinde geliştirilmesi gerektiğine inanmıştınız. Niçin insan olmanın çok boyutlu (cinsiyet, sınıfsal, ulusal ve evrensel ) yönlerini bir bütünlük içinde ele almayı ihmal ettiniz. Salt kuru bir sınıf edebiyatının insanı edepten, edebiyattan, şiirden koparacağını göremediniz. Belki de bizi en çok yanıltan şeyin başında dilin ortak bir toplumsal kurum olduğunu geç anlamış olmamızdı. Dilemek kökünden gelen dil gibi bir iletişim aracının herkesin, her kesimin ağzında farklı amaçlar için kullanılmış olması ayrı bir tartışma konusudur. Ancak dilin kendisi tıpkı bir din, hukuk, ahlak, siyaset gibi bizzat bir üst yapı kurumu değildir. İnsan türünün, konuşma yeteneği hem toplumsal, hem ruhsal hem de biyolojik bir temele dayanıyor. Evet, tarihte nice yalan yanlış, yanılgı veya yanılsamaya dayalı bir gericiliğe teslim olmayan, sömürüye boyun eğmeyen nice aydınlar yetiştirdiniz. Bunların kimisi mistik (deist, teist,) kimi agnostik kimisi de ateist idi. Hepsine selam olsun. Ancak bütün bunların ortak bir özelliği vardı: Ahlaki akıl ki, insan eylemlerini, mutluluğu, dinleri, ideolojileri, iktisadı, teknolojiyi yaratan ruhsal bir varlık oluşumuzun tümel yansımasıydı. Hala eksiksiniz yoldaşlar. Çünkü kendi nefsini tanı diyen Sokrates’ten Mevlana’ya kadar bir irfan geleneğinin mirasçısı olduğunuzu önce siz unuttunuz. Ahlaki aklın biricik ilkesi olan “kendini tanı” ifadesi, öylesine büyük bir kavramdır ki tüm kozmik bilimlerin kaynağı odur.
Antonio Gramsci’ye göre, “büyük bir kültür yaratmak sadece bireysel olarak özgün keşiflerde bulunmak anlamına gelmez, bu, daha önceden keşfedilmiş olan hakikatleri, eleştiriden geçirerek yaymak, bunları “topluma mal etmek” yani yaşam için gerekli eylemlerin temeli, fikir ve ahlak düzeninin unsurları haline getirmek demektir.” (5). Yüzyıllardır halkın ilgisini doğrudan çeken konu, pratikte bir işe yarayan ahlak felsefesidir.
Antik Yunandan beri Varlığa ilişkin yapılan felsefe (ruh-madde veya fizik-metafizik ikilemi) daha çok akademik düzeyde soyut bir tartışmadır. Doğaldır ki bilimsel sosyalizmin teorik inşasının yapıldığı 19.yüzyılda ne psikoloji, ne ahlak felsefesi(etik), ne evrim psikolojisi, ne de dilbilim gibi antropolojinin temel disiplinleri henüz yeterince olgunlaşamamıştı. Nokosmakosa Etik isimli eseriyle Aristoteles etiğin ilk kurucusudur. Aydınlanma çağında Sipinoza’nın Ethika’sı ve onu izleyen Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi de anılmaya değer eserlerdir. Gerçi Marksın bütün eserlerinde karşımıza çıkarılan yabancılaşma olgusu ve pek çok yerde ahlaki kavramlara dayanılarak kapitalist üretim ilişkilerinin bir çeşit mahkûm edilmesidir (6). İnsan olmanın eğitim bilimi (eskilerin deyişiyle nefsin terbiyesi) bugün için etik, politik, ekonomik, ekolojik yönleri olduğu kadar psikolojik ve poetik bir sorundur da. 20.yüzyıla özgü gelişen varoluşçuluk akımının çeşitli biçimleri, özünde benliğin, kimliğin ve buna bağlı bir dizi kaygının ne olduğuna ilişkin bir eleştirel ahlak felsefesidir. Bu yönüyle varoluşçuluk, modern yaşam için bir boşluğu doldurması bakımından işlevseldir de. İnsanların istekleri ve istenci kendi ruhsallığının eyleme geçme gereksinmesinden başka bir şey değildir. İsteklerimizin yönetim biçimi ve ahlaki akıl ister istemez toplumsal bir örgütlenmeyi zorunlu kılmaktadır. Bir insan olma ve kendini gerçekleştirme erdemini içeren bu eylem, başkası için kaygılanmayı ve olması gereken (normatif) yüksek değerleri göz ardı eden kapitalist üretim ilişkileri içinde kilitlenip kalmıştır. Sağlıklı ve mutlu bir toplum yaratmanın anahtarı, bu kördüğümü çözmekten geçiyor. Bu konu, amaca giden araç ve yöntemler düzeyinde mutlaka yeniden ele alınmalıdır.
Eşitsizliğin, fahiş kazancın, fırsatçılığın, gasp ve ganimetin hala var olduğu bir dünyada dört şeyin kıtlığını yaşıyoruz bugün: 1-Sevgi kıtlığı, 2-Anlayış kıtlığı 3-Saygı kıtlığı. 4-İktisadi ürün kıtlığı. Gördüğünüz gibi kapitalist üretim tarzında yoğunluğuna bir ahlaki kriz hâlâ devam etmektedir. Bu bağlamda emperyalist üretim ilişkilerinin ürettiği her türlü kötülük, bunalım hezeyan ve herze edebiyatı aslında bir sonuçtur. Hümanist bir ahlakın (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) sömürgeci üretim ilişkileri tarafından sürekli baskılanması ne yazık ki yeryüzünü bir ahıra çevirmektedir. Aşağılık ve yükseklik duygusu, insanlar için günah ve suç işlemenin, yanlış işler tutmanın ruhsal temelidir. İnsanların vicdanı kararmadıkça/karartılmadıkça, özgürlüğün yerini kölelik, kardeşliğin yerini kalleşlik, fırsat eşitliğinin yerini fırsatçılık alabilir mi? Bu bağlamda gönüllerde devrim yapılmadıkça yüz defa da iktidarı ele geçirenler bir kez daha kendi nefislerine yenilmeye mahkûmdur. O halde adına özetle çok yönlü bir hesaplaşmayı içeren vicdani duyarlık dediğimiz ahlaki akıl önseldir. Bir işçinin, bir ustabaşının bir memurun de % 5’lik bir zam karşılığında kendi sınıfına ihanet etmesi de en azından bir işverenin açgözlülüğü kadar temel bir problemdir.
Ahlaki akıl, yeryüzünün farklı bölgelerinde, hep farklı paradigmalar içinden işlemiştir. Dinleri, medeniyetleri, sanatı yaratan da odur. O halde ahlaki akıl, dinler üstüdür. Tek şartı da, zamana ve mekâna yani şartların şeriatına tabii olmasıdır. Değil mi ki Nuh’un şeriatı farklı, Musa’nın, İsa’nın, Muhammet’in şeriatı farklıdır.
Bu gün dünyamızın; irfan geleneğinden kopuk olmayan ama duygubilimden (estetik), ekonomi politikten ve ekolojiden (mümkünse tüm kozmik bilimlerden) nasiplenmiş yüksek bir ahlaki aklın buyruklarına, daha çok ihtiyacı var. Çapsızlığın, sığlığın, kendi sorunlarından kaçmanın tabularını aşan bir yüksek matematik bilinciyle ıslah olmuş bir dünya edebiyatının eşliğinde eğitilmiş, incelmiş ruhlara/öznelere ihtiyacımız var.
İnsanın akıl etme, düşünme, farkına varma ve felsefe (filosofia) yapma geleneği insana özgü bir niteliktir. Yunanca sophos: Bilge, arif ve hikmet sahibi hâkim anlamlarına gelir. Arapçaya sufi biçiminde geçmiştir. Sopia da hikmet, bilgi demektir.(7). Tasavvufi irfan, sadece belli bir yüzyılın veya çağın sosyal kültür ve koşullarıyla kayıtlı değildir. Buna en tipik örnek; 7. Yüzyılda İslam’ın ortaya çıkışından hemen bir nesil sonra; ilkin mezheplerin daha sonraki sürecin ardından tarikatların ortaya çıkışı verilebilir. Her çağın gerçeklik algısı, kavramların içeriğini ve sınırlarını yeniden çizmez mi? Batıdaysa yeniçağın başında; Martin Luther’in ve ondan önceki Rönesans aydınlarının ahlaki aklı sayesinde Protestanlık ortaya çıkmadı mı? Protestanlık anlayışı, kentsoylu sınıfların yükselişinde devingen bir etkendi elbette. Kapitalizmin feodal üretim ilişkilerini aşmasıyla da medeni hukukun zemini ortaya çıktı işte. Batı toplumlarının burjuva demokratik dönüşümüne paralel olarak Osmanlı’nın toplum yapısına dönüp bakacak olursak Mustafa Kemalin, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demesi ahlaki aklın bir manifestosudur. “Yurtta barış dünyada barış” demesi de ta ilk çağdan günümüze devam eden tasavvufi irfan geleneğinin yeni bir inkişafından başka bir şey değildir.
Ahlaki akıl, insanda ışıldayan sonsuz bir sevgidir. Varlığa, varoluşa saygıdır. Ahlaki akıl, insanlığın yeryüzünde yüzyıllar içinde yarattığı bir irfan geleneğinin çekirdeğindeki sezgi, öngörü ve tasarlama yeteneğidir. Ahlaki akıl salt matematiksel bir mantığı içermez. Evet iki kere iki dört eder ama bir hakkın sahibine teslimi söz konusuysa eğer, burada dürüstlük ve adalet duygusuyla birlikte daha büyük bir üst hesaplaşma da hemen devreye girmektedir. Ahlaki akıl, öncelikle yaşadığımızı anlama mantığı kadar; ayrıca karakter (ethos), duygu (pathos) ve kişilik özellikleriyle birlikte çok boyutlu bir istek ve irade gücünü de ifade eder. Çünkü yaratıcı ahlakıyla, iyiliğin ve güzelliğin eşgüdümü tümel bir bütündür. Doğa yasalarının keşfi ile aklın evrensel bağıntısını Kant, mükemmel bir biçimde formüle etmiştir. ”Akıl yasalarını… doğadan çıkararak değil, doğaya dikte ederek yaratır.” (8)
Antonio Gramsci de buna benzer bir ifade kullanmıştı. “Çünkü gerçeklik, insan iradesinin nesneler topluluğuna (makinistin makinaya ) uygulanmasıdır. İnsan bir şeyi kuvvetle isterse, ancak o zaman, isteğinin gerçekleşmesi için gerekli olan öğeleri görüp tanıyabilir”. (9). Ben bunu şöyle anlıyorum. Doğada uçsuz bucaksız uzaklıklar vardır sadece. Ama uzunluk ölçü birimlerini belirlemekse insanlar (uluslar) arası bir uzlaşmadan ibarettir.
Konuşmak insanda, Sokrat’tan beri diyalogdur. İçten bir dertleşme, dostça muhabbettir. Her an sevgiye eşlik eden saygıyla kalın. Her an ilgiye yoldaşlık yapan bilgiyle kalın.
Cemal Özgür Türk
Kaynaklar:
1-(50 soruda )Dil Felsefesi, Atakan Altınörs,Bilim Ve Gelecek kitaplığı, 2.baskı 2014, s.84
2- Richard Sennet, Karakter Aşınması, Çeviren: Barış Yıldırım, birinci basım, 2002 s.162
3-Afşar Timuçin, Felsefeden Estetiğe, Hayal Yayınları, 2008, İstanbul, s.67
4- Age s.69 5-Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Felsefe ve Politka Sorunları, Seçmeler, . Çeviren: Adnan Cemgil. Belge Yayınları, 2011, s.20
6-R.G. Peffer, Marksizm,Ahlak ve Toplumsal Adalet (1990 yılında basılmış), Ayrıntı Yayınları, Çeviren:Yavuz Algan, 2001,İstanbul . s.57
7- www. tdvia.org/dia/ayrımetin.pho?idno=370471 Cilt: 37 sayfa 471
8-Karl R.Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Çeviren İlknur Aka, YKY, 2001, s.50
9-Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Felsefe ve Politka Sorunları, Seçmeler, . Çeviren: Adnan Cemgil. Belge Yayınları, 2011, s.262
Bir cevap yazın