Pandeminin hayatlarımıza koyduğu ambargo gittikçe derinleşiyor. Biz önlemler aldıkça hastalık bize daha çok yaklaşıyor; varlığımızla, aklımızla, direncimizle adeta dalga geçiyor. Bizi kah normale çeviriyor kah yeni normale; kah kendimize yasaklar koyduruyor kah bütün olanlara isyan ettiriyor
Bir sonraki aşama ne? Korona ne yapacak bize? Nasıl normale döneceğiz, dahası hangi normale?
Aslında temelleri ilk günden itibaren atıldı sıradaki normalimizin. Sıradaki normal: Bireyselcilik! Artık herkes tek başına. Sosyallik, birliktelik yok! Olmayacak. Yalnız yiyen, yalnız gezen, yalnız yaşayan, arkadaşsız, dostsuz, ailesiz BİREYSEL birer birey olacağız. Her şey tek kişilik olacak; evler, arabalar, banklar, ofisler… Desteksiz, köksüz, otsu bitkiler gibi ve mevsimsiz solup çürüyeceğiz…
Sadece birey de hedef alınmıyor, aynı zamanda toplumsal reset de yapılıyor. Kültürel değerlerimiz, geleneklerimiz, alışkanlıklarımız temelden bombalanıyor. Sosyolojik, psikolojik, ekonomik değerlerimiz değiştiriliyor. Gariptir bu olanların baş döndürücü hızına rağmen bunlara kolayca uyum sağlıyoruz. Bunun zemini zihinlerimizde öyle ustaca atılmış ki kayıtsız şartsız kabulüz her şeye. Yeni dünya düzenine göre dizayn ediliyoruz. Mevcut varlığımız oraya uyumlu olmayacaksa-ki olmayacak- bizim çeşitli değişimlerden geçmemiz gerekecek. Daha az hisseden, daha az anlayan ve hiç sorgulamayan tipte varlıklar olmamız gerekecek. Böyle böyle iyice yalnızlaşacağız, sonra bencilik başlayacak, kimse kimseye derman olmayacak. Herkes bir diğeri için potansiyel tehlike, bir tür düşman, bir nevi rakip olacak. Herkes birbirinin karşı tarafı olacak, herkes birbiri için karşı taraf olacak. Akıntıya karşı kürek çekercesine savaştığımız virüsler gibi hayatlarımız da mutasyona uğrayacak.
Dijitalizm ve küreselizmin tanrıları bizleri daha dünyadayken cehennem simülasyonuna atacak, artık kimsenin kimsesi olmayacak. Kutsal metinlerde geçen kıyamet senaryoları gibi: ‘’O gün kişi annesinden, babasından, eşinden, çocuklarından kaçacak, o günde hiçbir dostun dostuna faydası olmayacak…” Ve maalesef o gün bugün. Bu kıyamet provasından sonra bize vaat edilen yalancı bir cennette mi gireceğiz, yoksa cennet görünümlü cehennemlere mi? Nasıl bir son bekliyor bizi?
Covid, etkisi geniş alana yayılan basit bir deneydi aslında. Bununla insanlık üzerinde bir saha çalışması yapıldı. Bütün şifrelerimiz çözüldü. Biz artık kolay şekil alan oyun hamurlarıyız, bize istedikleri şekli verebilirler, bizi istedikleri yöne döndürebilirler, bize neyi isterlerse kabul ettirirler, neyi isterlerse inkar ettirirler. Bizim nabzımız ölçüldü ve aktif-pasif hiçbir dirence uyumlu, istekli ve vakıf olmadığımız, olamayacağımız kanıtlandı.
Önce önümüze bir hedef koydular ve bütün insanlığı ona koşmaya zorladılar. Koşu bandı üzerinde soluksuz koştuğu halde bir yere varamayan koşucular gibi bütün gücümüzle koştuk; başka hiçbir şey yapmadan ve hatta düşünmeden. Acıklı olan şu ki, pandeminin üzerinden neredeyse iki sene geçmesine rağmen hala bulaş yollarını tartışıyoruz. İki yıldır uyguladığımız tedbir ve tedavilere rağmen hala hastalık en yüksek seviyede ise, ölen insanların yüzde yüzüne yakını tedavi almış kişilerden oluşuyorsa, hastanelere ve hastane çalışanlarına yüklediğimiz bu yüklerin anlamı ne? Dünyadaki bütün virologlara, epidemiyologlara, bilim insanlarına rağmen kabemiz hala Dünya Sağlık Örgütü ise, oradan çıkan sese hiçbir mecradan direnç yoksa bu insanların varlığına olan ihtiyaç niye? Bu halin sebebi cehalet mi, ihanet mi, zaaf mı? Neden bütün dünya sessiz?
Covid bütün üst ve alt solunum yolları hastalıklarını kazıdı hayatlarımızdan, neden iki yıldır kimse nezle- grip olmuyor, yoksa tüm hastalıklar tek paydada mı toplandı? Sahi ‘’şifayı kapmak’’ diye bir deyim vardı ona ne oldu?
İlaçlar için hastalıkların üretildiği bir çağda şifa bulmayı bekleme çaresizliğiyle sınanıyoruz. Birileri hedefine adım adım yürürken insanlık onuruyla birlikte ayaklar altında eziliyor. ‘’Önce sayınız fazla sizi mevcut kaynaklarla doyuramayız.’’ ( bizi doyurmanın onların üzerine vazife olduğuna o kadar inandık ki, varoluş amacımızdan saptık! ) deyip bize suni kaynaklar sundular. Toprağı, ağacı, suyu bozdular. Sonra ‘’Hastasınız sizi tedavi etmemiz lazım.’’ deyip kimyasal zehirler dayadılar. O da yetmedi’’ E siz çürüdünüz, sizden kurtulmamız lazım.’’ deyip denklemin en başına döndüler: Yani sayımızın fazla olduğu yere, yani dünyaya yük olduğumuz imasına, yani kurtulunması gereken işlevsiz uzuvlar olduğumuz ithamına…Ama bunun da çaresini buldular; yeni yeni hastalıklar(!) Yaptıkları saldırılarla bizleri hastalıklar tarlasına çevirdiler. Şimdi de böcekmişiz, ayrık otuymuşuz gibi ilaçlarla icabımıza bakıp bizden kolayca kurtuluyorlar. Ama razıyız, tıbba da bilime de güven ve saygımız sonsuz! Kimin elinde olduğuna bakmaksızın, bize aslında ne yapmak istediklerini önemsemeksizin; yeter ki bize bir gün daha fazla yaşamayı vadetsinler, bütün kaybettiklerimize değer(!) Şükür ki iyiliğimizi ve sağlığımızı her şeyden çok önemseyen sahiplerimiz var(!) Sahiplerimizin geliştirdikleri aşılar da o kadar akıllı ki; virüste henüz meydana gelmemiş, gelmesi muhtemel tüm mutant ve varyantlara karşı da etkili. İlaçlar ve aşılar bizi ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaştıracak neyse ki, ama olur da tersi olursa her zaman yaptıkları gibi bir ‘’pardon’’ çekerler biz de olanları unuturuz…
Artık duralım, artık durmalıyız! Hem de hep birlikte ya da en doğrusu artık kalkmalı ve yürüdüğümüz bu yanlış yolu geriye doğru yürümeliyiz. Ta en başa kadar, yanlışa düşmeye başladığımız noktaya kadar…
Ama her şeye rağmen umutluyum! Bir gün mutlaka, ne zaman bilmiyorum, bütün kötülüklerin ucunun birbirine bağlı olduğunu herkes anlayacak. Yeryüzündeki tüm kötülüklerin: kavgaların, savaşların, zulümlerin senaristinin aynı olduğunu herkes görecek…