Çok müthiş zamanlardan geçiyoruz. Tarih sayfalarını karıştırırsak asırlara sığamayacak olayları son üç beş yılda yaşadık: savaşlar, kavgalar, yıkılan rejimler… Depremler, patlamalar, uçak kazaları, orman yangınları, felaketler, afetler… Sanki dünya telaşlı bir yıkılma sürecine girdi. Beklemeye, zamana yaymaya tahammülü yok bu yıkılışı. Acemi bir telaşla, olayların sırasını önemsemeden, rastgele; domino taşlarını devirir gibi (yenmeyi ya da yenilmeyi önemsemeden) önüne gelen her şeyi devirip yıkıyor. Ve şimdi de korona…
Çok değil bundan sadece bir yıl önce birdenbire distopik bir filmin içine fırlatıldık adeta. Senaryo belliydi baştan sona fakat biz bunun çok sonra farkına vardık. Oyunu kuranlar filmin sonunu gayet iyi biliyordu, biz henüz cahiliydik başımıza gelenlerin. Önceleri anlayamadık, ciddiye almadık, gülüp dalga geçtik hatta. Sokakta maske takan insanları ilk gördüğümüzde komik bulduk, hele plastik eldivenlerle otobüse, metroya, tramvaya binen insanlar bize bir komedi filminin karakterleri gibi gülünç ve ilginç geldiler. Dünyadan haberler izliyor, virüs kapanlara, virüsün hasta ettiklerine, nefes aldırmadıklarına ve nihayetinde öldürdüklerine- ki bunlar az buz da değildi ve ölümler normal dışı bir insaniyetsizlikle oluyordu- buzlu bir camın ardından bakar gibi bakıyorduk. ‘’Bizim ülkemizde niye yok? Virüs bile bize gelmiyor. Çok fakiriz, çok dindarız, fazla iyiyiz diye bize gelmez vs. ‘’ diyorduk. Ta ki bir gece yarısından sonra elimiz yüreğimizde: ‘’ İlk vakamız görüldü.’’ açıklamasını duyana kadar. Sonrası tam bir tepe taklak yuvarlanma hali, bütün dünyayla birlikte. Artık virüsün şakasının olmadığını anlamayanımız kalmamıştı. Ve üst düzey paranoyaklık başladı hepimizde. Derimizi kanatana kadar yıkanmak, hava ile bile temas etmişse üstümüzü başımızı fırlatıp atmak, market poşetlerini canavar gibi görmek… Ne kadar sakınırsak sakınalım, istersek dünyanın bütün sularıyla da yıkanalım durum değişmiyor, düzelmiyordu. Dünyanın durumu içler acısı olmasına rağmen, dünya birbirini tekrarlayan işe yaramaz önlemler alıyordu. Belki de düzen yıkıcılar bunu istiyordu. Hijyen, sosyal mesafe, yeni normal gibi sempatik tabirler kullanarak, bizi kolayca hamle yapabilecekleri satranç taşları misali yeniden dizayn ediyorlar. İş yerleri, okullar, kafeler, parklar, sahiller kapatıldı. Düzen kendisiyle çelişiyordu ama biz düzene harfiyen uyuyorduk. Akciğerlerimizi tutan bir hastalıkla temiz hava alanlarından çekilerek mücadele etmeye çalışıyorduk ve haliyle buna yeniliyorduk. Sonra sistemin köleleri olmaya alışınca esarete gönüllü olduk. Öyle bir hale geldik ki özgürlük-serbestlik uğruna çağlar boyu isyan eden, bu uğurda ölen, öldüren biz insanoğlu : ‘’Bizi hapsedin, bizi evlerimize kapatın, bize yasaklar uygulayın.’’ diye sisteme yalvarır olduk. George Orwell’in distopik romanı 1984’teki dünyadaydık sanki. Ne diyordu oradaki sistem: ‘’SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR. ’’ Kısaca bize tüm ezberlerimizi bozdurmaya gelmişti sistem; bizi koronayla hizaya soktular. Yine Orwell’in romanında geçen ‘’ Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.’’ Oysa bizim karşımızdaki dost görünümlü düşman bununla yetinmeyecek gibi; çünkü bizim düşmanımız bir kısmımızı yok ediyor, geri kalanlarımızı da değiştiriyor. Evet bizi değiştirdiler çok kısa zamanda ve ruhlarımız da duymadan üstelik. Ama buna rağmen vakalar artıyor, insanlar durmadan ölüyordu ve bizim için ölenler artık sadece sayıdan ibaretti. ‘’Bugün kaç kişi? diyorduk. Sayı ölenlerden daha önemliymiş gibi, her şey sayılardan ibaretti: hasta sayısı, ölen sayısı, temaslı sayısı… Sonra anlayacaktık ki düzen bizi sayıya indirgemeye çalışıyor aslında ve nihayet hepimizin bir sayısı oldu, hepimiz birer sayı olduk: HES SAYISI(KODU).
Derdi para olanlarla, derdi paranın çok ötesinde olanların vicdansızlığının arasına sıkışmış çaresiz insanların, sesi boğulmuş çığlıkları sistemin çarklarında eriyip yok oluyordu.
Ne mi oldu, neye mi dönüştük? Hastalarını ziyaret edemeyen, cenazelerine katılamayan, komşularına gitmeyen, sevdiklerine yaklaşamayan, sarılamayan dijital birer varlık olduk. Her şeyi biraz daha fazla yaşamak uğruna mı yapıyoruz, ama hayır bunun için de bize bir cevap hazırladılar: ‘’Kendimiz için değil başkalarına zarar vermemek için.’’ Hani moral en büyük şifaydı, bir hastayı toplumdan tecrit edip kapatmak, onu büyük bir suç işleyen, her an katil olacak biriymiş gibi olarak görmek mi moral? Bütün bunlar karşımıza dikilen sistemin bir illüzyonu olsa da bize geri dönüşü çok acı gerçeklerdi…
Ve şimdi de aşılanmayı bekliyoruz, büyük bir umut ve bir o kadar büyük bir korkuyla. Aşılanacağız ve bu bela bitecek(!) diyoruz, bir yandan da kısa ve uzun vadeli yan etkiler için endişeliyiz. Ancak yılların cevabını verebileceği bir soru bu, ama geçmiş olsun! Ne olduğu belirsiz bir hastalık olgusuyla birlikte zaten aşama aşama aşılandık, doz aşımına varana kadar hem de. Kalplerimize, belleklerimize ruhlarımıza umutsuzluk, korku, güçsüzlük ve kendini sisteme koşulsuz teslim etmek gibi yan etkiler çoktan benliklerimizde kendini göstermeye başladı. Ve korkarım ki; bunlar sadece kısa vadeli yan etkiler olarak da kalmayacak. Bunlar 0,5cclik bir sıvının verebileceğinden çok daha ciddi yan etkilerdir maalesef…
Peki o halde soruyorum bizi iyileştirmeyi bu kadar önemseyen sistem, bizi hasta edip öldürmeye nasıl bu kadar rahat kıyabildi?