“Bu sabah yine saatimde uyanamadım. Artık iyiden iyiye kızıyorum kendime. Madem bu yola çıktım, artık bazı şeyleri oturtmam lazım ama bakıyorum bende öyle bir çaba yok maalesef. Tamamen de yok demeyeyim de pek fazla yok diyeyim.” Böyle kendi kendine konuşurken gözü yazı masasına takıldı. Siyah demir ayakların üzerine uzanan beyaz suntanın solunda birkaç kitap, eskilerden kalma bir gaz lambası, sağında bir not defteri ve kalemi, tam ortada ise çalışma kâğıtları ve bir sürü taslak yer alıyordu. “Olsun sen yine de gel!” der gibi bakıştılar. Biraz geç kalmıştı bugün ama dünkü öyküsünün devamına ilişkin çok güzel şeyler gelmişti aklına. Aracın deposunda uzun süre kalan benzinin uçması misali aklındakileri kaçırmamak için hızlıca yorganı attı üzerinden. Yatağı hemen pencerenin kenarında yer alıyordu. Pencerenin mermerinin üzerinde sıralanmış adlarını bilmediği bir sürü çiçek vardı. İşte attığı yorgan bu çiçeklerden birini düşürdü. Yatağın üzerine devrilen saksıdan kararmış topraklar döküldü yatağın üzerine. İçinden birkaç küfür savurdu ve saksıyı orada öylece bıraktı. Aklındakileri bir an önce kâğıda dökmek istiyordu. İnsanın içini gıdıklayan bir sesle sandalyeyi çekti, dışı siyah olduğu hâlde mavi yazan kalemini aldı. Yarıda bıraktığı öyküyü aramaya başladı. Masanın üzerine, kitapların altına baktı. Birkaç defa da eğilip masanın altına göz attı ama hiçbir yerde yoktu. “Olacak iş değil, olacak iş değil!” diye tekrarlıyordu, gittikçe sinirlenerek. Masanın yanında bulunan, tavana doğru uzanan basit bir şekilde yapıldığı açıkça belli olan kitaplığına uzandı. Kitapları deviriyor, birkaçını alıp arasına bakıyordu. Ama yoktu! Artık iyice sinirlenmeye başlamıştı ki kendi kendine: “Hayır, o kadar da değildir. Yok canım olamaz!” diye konuşmaya başladı. Konuşmasını henüz bitirmişti ki kapıya yöneldi, sertçe kapının kolunu tuttu, kendine doğru çekti. Bir anda annesiyle karşı karşıya geldiler. Annesi o hâlde görünce: “Ne oldu evladım, o yüzünün hâli ne öyle? Kıpkırmızı olmuşsun, hasta mısın? Ne oldu cevap versene be evladım?” “Anne!” sesi, sözcüğün sonuna doğru iyice gürleşiyordu, son harfi adeta haykırmıştı. Bağırarak konuşmasına devam etti: “Benim masamın üstündeki kâğıdı gördün mü?” “Hangi kâğıtmış o?” Suç üzerinde yakalanan çocuğun masum ifadesine bürünmüştü, hafif çillerle kaplı yüzü. Cümlenin sonuna doğru sesi iyice kısılmıştı, son sözcüğü sanki fısıldamıştı. “Anne, masamın üzerinde duran, kâğıtların da en üstünde duran kâğıttan bahsediyorum. Yeni öykümü yazmaya başladığım kâğıttan bahsediyorum.” Konuşma aynı tonda devam ediyordu. “Ben görmedim oğlum. Orada kâğıtların arasındadır, nerede olsun başka.” “Anneee!” “Güzel evladım, şey, tamam, dur, bağırma.” “Anne, sana saygısızlık etmek istemiyorum. Lütfen kâğıdım nerede bana söyler misin?” Yavaş yavaş çöküyor, sesi ağlamaklı bir tona giriyordu. Kaybettiği yakınından ümidini kesen biri gibi gücünü kaybediyordu. “Sabah ben onu sobayı yakmak için kullandım.” Bir çırpıda söyleyivermişti, annesi. Duyacağı sözcüklerden kendisini korumak için ellerini açıp gözlerini kıstıktan sonra kafasını vücudundan daha da geriye yaslamış, bekliyordu. “Anne, anne, ne yaptın sen!” diyebildi. Belki bir şeyler daha söylemek istedi ama o sırada kendine hâkim olmayı başarabilmişti. Annesinin cevabını beklemeden sırtını kapının direğine yaslayıp tekrardan odasına döndü. Yatağına oturdu, nevresimin üstündeki toprağa bakmaya başladı. Yan yatan saksının içindeki çiçek ortasından kırılmış, çiçeğin taze yaprakları savrulmuştu. Çiçeği eline aldı, “Benim de senden bir farkım yok.” diyebildi, bütün ümitsizliğiyle.
“Ama her şeye rağmen bütün canlılar ikinci bir fırsatı mutlaka hak eder.” diye sürdürdü sözlerini. Yatağın üzerindeki kumları toplayıp çiçeği sağlam yerinden yeniden dikti. Suyunu verdi. Bundan sonra bu çiçeklere daha da özen göstermeliyim diye düşündü. Bütün çiçekleri suladı. Yeniden yazı masasına oturduğunda vakit bir hayli ilerlemişti. Başını ellerinin arasına alıp ben ne yapacağım şimdi der gibi çaresizce içini çekti. Sağını solunu kontrol etti, bir şey arar gibiydi. “Olsun, olsun yine de yazmalı.” diye mırıldandı. Kalemi eline her aldığında aklına gelen o soru yine dilinin ucundaydı: “Dışın siyah sen neden mavi yazıyorsun?” Tabi bir cevabı yoktu bu sorunun, sadece zihnini meşgul etmeye yarıyordu. Kâğıdı önüne çekip başladı sözcüklerini mürekkebe dönüştürmeye. Bu öyküsünde küçük yaşlarda ailesi tarafından terk edilen bir kızın hazinli günlerini yazıyordu. Her öyküsünde, içimizden birisini yazıyordu aslında. Belki bizim anlatamadığımız bir anımızı, duyunca “böyle de şey mi olurmuş kardeşim” diyeceğimiz bir anekdotu, bizim başımıza böyle şeyler gelmez diyen insanları yani kısacası bizi yazıyordu. Yazdıklarının hepsi hayatın ta kendisiydi. Bu yüzden bir gün bunları okuyacak ya da okunması için bir şeyler yapacak birilerinin olabileceği inancı içinde yazıyordu. Çoktandır umudunu kaybetmişti açıkçası. Destek gördüğü kişi sayısı bir elin parmağını geçmiyordu bir türlü. Hele sabah yaşadığı olay ise bunların tuzu biberi olmuştu. Şimdilerde kimse böyle eserlere yaklaşmak istemiyor, bunları dergilerine koymayı bırakın sizi bu eserlerle yayınevinin önünden bile geçirmek istemiyorlardı. Çünkü şimdilerde “onlara” edebiyat gerekli değil! Sadece “para” gerekli. O yüzden eski gelenekleri sürdürmeye çalışanlar onların pek de umurunda değil. Asla kendimi yazar, veya edebiyatçı olarak görmüyorum ama onlardan on gömlek üstün olduğuma da şüphem yok! Şu anki edebiyatımızın ismi “kopyala-yapıştır edebiyatı” olmuş. Geçen gün gittiğim yayınevinde öğrendim bu acı tabiri. Ünlü yazar(!) –ilk defa görüyordum kendisini- bu eserini oluştururken “bilinen şeyleri anlattım” diyor ve ekliyor: “Bizim insanlarımız edebi nitelik aramıyor ki. Ben de pek anlamıyorum zaten işime geliyor. Sadece onlara duymak istediklerini söylüyorum. Onların; güçlü olduğunu, kuvvetli olduğunu, başarabilecek kapasitede olduklarını söylüyorum. Diğer on beş kitabımda olduğu gibi ‘kendilerinden başka değerli varlık olmadığını’ vurguluyorum. Tabi bunları duymak hoşuna gidiyor insanımızın. Zaten çoğu insanımız Sabahattin Ali’yi, Ahmet Hamdi’yi, Peyami Safa’yı, Sait Faik’i bilmiyor, tanımıyor. Ben de çok bilmiyorum, sadece sağda solda gördüğüm sözlerini kitabıma koyuyorum. Şöyle dediydi, böyle dediydi diye. Belki birazını değiştiriyorum, günümüze uyduruyorum yani duymak istediklerine eviriyorum. O sözün kime ait olduğuyla ilgilenmiyorum zaten, kimse de ilgilenmiyor.” Yayınevi sahibi ise, “Anlıyorum. Şimdi zaten talep edilen de bu. Kimse bana Sabahattin Ali’nin kitabını sormuyor ki. Hep bilinen kişilerin son çıkan ‘o kitabını’ soruyorlar. Ben halkıma karşı sorumlu olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden siz ve sizin gibilerin eserlerini basmaktan, dağıtmaktan son derece mutluyum. Çünkü siz mutlusunuz, insanlarımız mutlu, ben mutluyum. Neden basmayalım ki sizin kitabınızı?” Dinlediklerim karşısında eserimi gösteremeden büyük bir yıkıma uğrayarak oradan ayrılmıştım. Demek ki dedim, ben insanlara duymak istemeyecekleri şeyleri anlatıyorum. Oradan ayrılırken, o kişinin saydığı yazarlar geldi aklıma. Hepsinden utanıyordum, kendi adıma da o kişi ve kişilerin adına da. Bu ülkede onların izinden giden azınlık bir grubun kaldığını bilmek de beni çok üzüyordu. Her şeye rağmen edebiyatın hakkını veren herkese dua ediyorum. Kalemleri bir an dahi durmasın.
Babasının sesiyle, zihnindeki bu anı ve öyküsünün hüzünlü satırları birden dağılıverdi. Masanın üzerinde bulunan antika saatini kontrol etti. “Vakit ne tez akşam oldu?” diye söylendi. Yazısının da sonuna gelmişti ama birkaç eksiği göze çarpıyordu. Tamamlama işini sonraya bıraktı çünkü babası sofrada bekletilmeyi sevmezdi. Herkes tam olmadan da yemeğe başlanmazdı, evimizde. Bunlar güzel detaylardı, insanın duygularını okşuyordu. Yazılarımda, bunları hakkıyla kullanmayı çok istiyordum. Sofraya oturduğum zaman annemin sabahki davranışı geldi aklıma. Ona hâlâ çok kızgındım. Konuşmak istemiyordum bu yüzden. Çorbalarımızın üzerindeki buhar dans ederek havaya karışıyordu. Kaşığıma aldığım çorbayı üfleyerek içiyordum. Yemeğin ortasına doğru sofraya ağır bir sessizliğin hâkim olduğunu hissettim. Biraz ürperdim açıkçası. Babam da aynı şeyi düşünüyor olmalı ki hiç beklemediğim bir anda: “Sabah ne diye tartıştınız annenle?” dedi, sorgulayan bir komiserin sert, tavizsiz ve soğuk tavrı vardı sesinde. Böyle bir soruyu hiç beklemediğim için ne cevap vereceğimi bilemedim. Benden cevap alamayınca daha yüksek tonda yine aynı soruyu sordu. Suçunu kabullenmeyen zanlı cesurluğuyla başımı kaldırdım ve cevap verdim: “Öykümü yazdığım kâğıdı sobada yakmış.” dedim ve başımı tekrardan eğdim. Bakmasam da gözlerinin ağırlığını üzerimde hissediyordum. Bu sefer daha sert bir tavırla devam etti: “Biz de okuyup adam olacaksın diye bekliyoruz. Sen gidip bir kâğıt parçası için anneni kırıyorsun. Aç mı kalmak istiyorsun? Bir şeyler yazarak kendini geçindirebileceğini mi sanıyorsun?” Tam burada araya girdim: “Maddi bir kaygıyla edebiyat zaten yapılmaz!” diyecek oldum ama sözümü tamamlamama müsaade etmedi. “Sanki beyefendi kraliyet ailesinden. Maddi bir kaygısı yokmuş. Senin yoksa benim var, annenin var, bizim var ulan!” Konuşmanın tam burasında kısa bir sessizlik oldu. Sonra: “Sana bel bağladık. Adam gibi işini eline al, ondan sonra yazar mı olursun çizer mi olursun beni ilgilendirmez!” Sözünü tamamlayınca sert bir hareketle kaşığını salataya daldırdı. Emindim, içinden küfürler savuruyordu. Annem ise kendisine destekçi bulmanın gururu ile ellerini çenesinin altında birleştirmiş başı dik ve mağrur bir ifade ile bizi dinliyordu. Söyleyecek söz çoktu ama derdimi anlatacak sözü bulamıyordum. Kalktım. Babam tabağıyla ilgilenirken annem hâlâ bana bakıyordu. Zaferini kutluyordu, komiserin küçük yardımcısı… Odama geçip tekrardan yazı masama oturdum. Bugün yaşananlar aslında diğer günlerde yaşananlardan farksızdı. İstemiyorlardı yazmamı. Ailen böyle yaparken elin adamı sana kucak açacak değildi ya. Çoğu kişi gibi yazarlığa, ressamlığa, sporculuğa bir “iş” sıfatı yüklemiyorlardı. Onların gözünde bir insanın işi bunlar olamazdı. Bunlar sadece işi olan bir insanın uğraşacağı “boş zaman aktivitesi” olabilirdi. Ve bizim bunlara ayıracak boş zamanımız yoktu, ne garip… Bunları zihnimden uzaklaştırmak istedikçe üzerime geliyorlardı. Diktiğim yerden hayata tutunmaya çalışan kırdığım çiçeğe baktım. Onu alıp masamın üstüne koyarken “Benim de senden bir farkım yok.” diye, mırıldandım. Kalemimi tekrardan aldım elime. Öykümün eksik kalan yerlerini tamamladım, fark edebildiğim kadarıyla imla ve noktalama hatalarını düzelttim. Öykümü baştan sona birkaç kez okuduktan sonra kenara kaldırdım. Hayır, yanıma aldım. Yastığımın altına koydum. Bir kez daha aynı şeyleri yaşamak istemiyordum. Bugünün bir an önce bitmesini istiyordum sadece. Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattığımda bugün yaşadıklarım bir zaman şeridi gibi geçiyordu önümden. Gözümü açınca hava kabarcığı gibi sönüyordu her şey. Gözümü kapatınca hava kabarcığının içinde boğulmaya başlıyordum. Bir yanda para uğruna heba edilen edebiyatımız, bir yanda önlerine engeller koyulan edebiyat âşıklarımız… Bu karanlığın sabahı nasıl olacaktı? Bunu görmek için gözlerini kapatıyordu, hapsolduğu kabarcığa rağmen…
Bu sabah düne göre daha erken uyanmıştı ama üzerinde acayip bir ağırlık hissediyordu. Sanki beyni çözülmeyi bekleyen bir yığın problemle doluydu. Şüphesiz bu his, dünün eseriydi. En zifiri karanlıktan sonra bile güneş olanca haşmetiyle doğuyordu. O da öyle yapacaktı. Bu sabah dünkü karanlığın aydınlığıydı. Bunu bilerek, buna inanarak kalktı yatağından. Bu sefer yorganını yavaşça çekti üzerinden, bebeğini uyandırmak istemeyen anne titizliliğiyle. Yastığının altında duran eserini almak içini elini korkarak uzattı. “Eskiden dereye balık tutmaya giderdik. Suyun içine girip bütün taşların altını elimizle yoklayarak balık tutmaya çalışırdık. Taşın altına elimizi korkarak uzatır, neyle karşılaşacağımızı bilemezdik.” Kısa bir süreliğine de olsa o an canlandı gözünün önünde. O ürkeklikle gözlerini kapattı, yastığın altına uzattı elini. Kâğıtlara dokununca gözleri açıldı ve bir tebessüm kapladı yüzünü, umutla dolu bir tebessüm. Bugün bir yayıneviyle görüşecekti. Eserine çok güveniyordu. Değerli bir hazineye sahip olmanın verdiği haklı bir gururu yaşıyordu sanki. Eserini bağrına bastı, derin bir “oh” çekti. Hemen kalkıp hazırlanmalıyım diye geçirdi içinden. Çay ocağına uğrar, bir simit bir de çay ile karnımı doyururum, oradan da zaman kaybetmeden yayınevine geçerim diye düşündü. Kafasını küçük hareketlerle oynatıyor, gözlerini kısıp açıyordu. Bilmem kaç bilinmeyenli bir denklemin çözümüne kafa yorar gibiydi, günlük planını yaparken. Evden çıktığında tatlı bir rüzgâr vardı. İnsanı rahatlatan, bir anlığına da olsa başka diyarlara götüren bir rüzgâr… Çay ocağının önüne geldiğinde sıcacık simitin insanın midesine hücum eden kokusuyla kendine geldi. İki simit bir de çay söyledi, “Yok özellikle küçük bardak olsun.” dedi. Eserini de yanındaki sandalyeye koymuştu ama rüzgârın azizliğine uğramaktan korkuyordu. O yüzden üstünkörü karnını doyurdu, hemen kalktı. Yayınevi yakındı aslında ama o yine de dolmuşla gitmeyi tercih etti. İçi içine sığmıyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibi hissetti bir an. Dolmuştan ineceği vakit dizlerinin bağı çözülmüştü. Kapıya tutunarak indi, kaldırımın kenarında bulunan elektrik direğine yaslandı. Birkaç kez derin derin nefes aldı. Kendini iyi hissettiğinde yürümeye başladı. Yayınevinin önüne geldiğinde dolmuştan inerkenki yaşadıklarını hissetti yine. Bu sefer çabuk toparlamıştı. İçeri girdi, durumunu arz etti. Sekreter gidip, ilgili kişiyle görüşecekti. Oturduğum yerden duyabiliyordum konuşanları. “Kimmiş? Hangi yazar? Yeni mi? Kardeşim kim bilir ne saçma sapan bir şey getirdi, tanınmayan birini ben ne yapacağım?” Gibi bir sürü duymaktan artık kulaklarımın aşındığı basmakalıp bir yığın şey… Yine eserimi sunmadan gitmek istedim. Ama içimde karşı koyamadığım bir güç kalmamı emrediyordu sanki. Sekreter çıkmadan daldım içeri. Adam beni karşısında görünce şaşırdı. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra sekreteri gönderdi, bana da yer gösterdi, geldiğimden pek memnun olmayarak. Konuşmasını beklemeden söze girdim: “Neden siz ve sizin gibiler edebiyatı katletmeye müsaade ediyorsunuz?” Böyle bir soru eminim ki beklemiyordu. Afalladı, birkaç kez art arda yutkundu ve otoritesini hissettirmek isteyen patron gibi konuştu: “Biz ve bizim gibiler halkımızın taleplerini karşılamak için çalışıyoruz.” “Halkımızın talebi, edebi zevkten sıyrılıp tamamen içi boş, anlamdan yoksun yığınlar görmek mi?” “Tabi ki hayır. Halkımızın talebi kendisinde göremediği yerlerin, eksiğini hissettiği durumların, kendisine söyleyemediklerinin aktarılması. Yani kendilerini “değerli hissettiren” ve bunu vurgulayan eserleri görmek. Burada edebi bir zevk isteyen bir okuruma tanık olmadım ben. Çünkü onların talebi bu. Sen iyisin, sen bir numarasın, herkes kötü sen en iyisin diyenleri görmek ve okumak istiyorlar. Durum böyle olunca benden hangi eserleri basmam beklenir ki?” “Evet, haklısınız bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yok edilmeye çalışılan edebiyat kültürümüzü yansıtan eserleri basmanız beklenemez tabi ki, bu düşünceye sahip olduğunuz sürece. Sizler ve bu kitapları okuyanlar keşke popülariteden sıyrılıp kendinizi edebiyatın büyülü dünyasına bırakabilseydiniz. Sabahattin Ali’nin peşine takılıp Almanya’ya sürüklenseydiniz keşke. Ya da Cengiz Aytmatov ile birlikte savaşın getirdiği yıkımı görebilseydiniz. Sait Faik ile bir olup “Kayıp Aranıyor” diyebilseydiniz. Siz de haklısınız. Aşkı, alelade sözcüklere sığdırıp anlamsız yığınlara dönüştürmek daha basit. İnsanlara her gün duyduğu şeyi değiştirip değiştirip tekrardan sunmak daha da basit. Nasıl ve niye ünlü olduğu bilinmeyen kişilerin kitaplarını, içerik kaygısı olmaksızın sırf “ünlü kişi” diye basmak çok daha basit. Elbette sizden bunları basmanız beklenir. Bizlerin beklentisi günümüz dünyasında kabul edilemeyecek bir beklenti.” Sözlerimi tamamlayınca konuşmasını beklemeden ayrıldım. Duygularımdan, düşüncelerimden bu edebiyattan kaçmak istiyordum. Edebiyatla harmanlanmış, nice büyük yazarlar yetiştirmiş bu topraklarda bunlara şahit olmak beni çok yaralıyordu. Kaçıyordum, kaçmak istiyordum bunlardan. Bir an önce eve atmak istiyordum kendimi. Bir an önce odama kapanmak istiyordum. Elimdeki kâğıtları buruşturuyordum, değersiz bir metal parçası gibi görünüyordu gözüme. Her adımım bir öncekinden daha hızlıydı. Daha da hızlandım. Eve vardığım zaman nefes nefese kalmıştım. Doğrudan odunluğa koştum. Elime geçirdiğim bir kartonu alıp odama çıktım. Daha sonra bu kartona bütün kâğıtlarımı doldurdum. Tamamladığım, yarım kalan, boş ne kadar kâğıt; defter, kalem ne varsa hepsini topladım. Gözüm bir şey görmüyordu. Zihnimde hep o anlar dalgalanıyordu. Karton neredeyse dolmuştu ağzına kadar. Kaldırdım, sanki bütün geçmişimi yüklenmişim gibi hissettim. Bir an bile duraklamadan kartonu olduğu gibi sobanın yanına koydum. Bunlar edebiyatın mı son çırpınışlarıydı yoksa benim mi son çırpınışlarımdı bilemedim. Ama aynı gemideydik nihayetinde, birlikte batıyorduk. Masama tekrardan döndüğümde üzerinde sadece çiçek kalmıştı, diktiğim yerden yeniden yeşillenmeye başlamıştı. Oradan kaldırıp tekrardan eski yerine koydum ve: “Ben senin gibi yapamadım.” diye fısıldadım.
Nisan 2020/Taşlıçay
Bir cevap yazın