Son dönem Türkiye sinemasında bireyin temsiline dikkat ettiğimizde, nihilizm, içsel çatışma, genel olanın dışında olma, antagonizma, ahlak yıkıcılık, metafizik gibi durumsallıklarla karşılaşıyoruz, bireyler üzerine kurulu bu sinemasal anlayış filmler üzerine düşünmekten çok bireyler üzerine düşünmeye, bireyi sorgulayan, sorgulatan bir felsefi algıya dönüşmekte. Bu nedenle son dönem sinemasının üç önemli ismi (Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz) ve bu üç yönetmenin üç filmi ve bu filmlerdeki üç karakter üzerinden Son dönem sinemasında bireyin temsiline ve bu temsilin felsefi çözümlemesine bakabileceğimizi düşünüyorum. Bu üç film: Yazgı karakteri Musa, Kozmos karakteri Kozmos ve İklimler karakteri İsa. Bu karakterler genel Türkiye sineması algısının dışında kalmalarının yanında, farklı felsefelere gönderme yaptıran algılarıyla, üzerine konuşmaya değer görünmekte.
Reha Erdem’in yönetmenliğini yaptığı Kosmos filmi Kars’ ta bir kasabada geçer. Dağlardan ağlayarak ve garip sesler çıkartarak gelen filmin başkarakteri Kozmos, yönetmene göre inançsız dünyada olması gereken bir kahramandır. Kasabaya gelir gelmez nehirde boğulan bir çocuğa yaşam vermesi kasaba halkı tarafından kendisine kutsal anlamlar yüklenmesine sebep olur. Kosmos aslında fizikötesi yeteneklere sahiptir, filmin daha sonraki sahnelerinde de benzer şekilde kasaba halkına iyiliği dokunacaktır. Nefessiz kalana nefes olacak, ağrısı olanın ağrısını dindirecektir. Karakter yalnızca aşkı arayan ve önemseyen, çalışmak istemeyen tembel bir hırsızdır aynı zamanda. Reha Erdem Kosmos karakteri üzerinden “iyilik”, “kötülük”, “bilgelik”, “insan”, “hayvan” gibi dünyaya dair haller üzerine, Kars’ın sinematografik havasının da katkısıyla enteresan bir film ortaya çıkartmıştır.
Filmin baş karakteri Kozmos ahlaksız bir ahlaklıdır, kendisi birçok insanın aksine hayvana, doğaya oldukça değer vermektedir. Çünkü ona göre dünyada insanında hayvanında başına gelen şey aynıdır. Bu bakımdan ne insanın doğaya ne de doğanın insana bir üstünlüğü olmamalıdır. Doğayı ve insanı eşitleyici bu bakış oldukça önemli görünmektedir. Modern dünyanın hayvanı, doğayı nesneleştiren ve tüketen algısına karşın Kozmos unuttuğumuz bir şeyi insanın doğaya olan tabiliğini hatırlatmaktadır. Nietzsche “Tarihin Yaşam İçin Yararı Ve Yararsızlığı Üzerine” adlı kitabında şöyle bir değerlendirme yapar: Hayvan için geçerli olan insan içinde geçerlidir: insan nesnel bir dünya içinde değil tutkular ve içgüdüler çerçevesinde yaşar, filmde özelikle Kosmos’ un aşk istemi insanın bu tutkuları ve içgüdüleriyle ilişkilenir, Kosmos’ un aşka bakışı “hayvanȋdir”, aşık olduğu kadını görünce çıkardığı sesler bir hayvanı andırır. Bu nedenle Kozmos aynı zamanda insanın hayvanȋ yanını da temsil eder.
Kozmos karakterinin önemli özelliklerinden birisi de kendince ahlȃkıdır, iyinin, kötünün ne olduğunun sorgulandığı modern dünyada o kimsenin iyisi ya da kimsenin kötüsü değildir. Çünkü ona göre “insanın yüreği kötülükle dolmuştur”, kötülükle dolu bu yüreklerin artık iyi olmasının ya da olmamasının sorunsal bir durumu kalmamıştır. O aynı zamanda bir hırsızdır bu nedenle, çünkü çay ile birlikte avuçlar dolusu kesme şekeri yiyebilmek için paraya ihtiyacı vardır. Kozmos’ un temsil ettiği birey en önemli ahlak yıkıcı düşünür Nietzsche’ yi akla getirir. Nietzsche’ ye göre insanın asıl sorunu ahlaktır, ona göre insanoğlu ahlȃkȋ talepleri kabul edebilir ve yerine getirebilir hale nasıl gelmiştir bunu sorgulamalıdır. Bunu yapan birey sorumluluk alma, söz verme gibi ahlȃki erdemlerin soy kütüğüne de ulaşmış olur bu birey “hükümran birey” adını alır ve şöyle tanımlanır: sadece kendine benzeyen, geleneksel ahlaktan kurtulmuş, özerk ve ahlak üstü olan, kısacası bağımsız bir insandır. Evet Kosmos belki de tam bir hükümran insandır, ahlakçıdır ancak onun ahlȃkı sadece kendine benzer, geleneksel bir ahlȃkçı değildir çünkü aynı zamanda bir hırsızdır, çalışmayı istemeyen bir tembeldir ve bütün bunları yaparken bağımsızdır. Hükümran insan özgürleşmiş bir bireydir, özgür istencin efendisi, bu hükümran insan: söz verme hakkından yoksun olanlar karşısındaki üstünlüğünün farkında değildir yarattığı güven, korku ve kaygının farkında olmaz, bu durum ona zayıf istençli ve güvenilmez varlıklar üzerinde bir hȃkimiyet sağlar. Burada bahsedilen söz verme hakkı yine Nietzsche’ nin bahsettiği, sorumluluk duygusuyla ilgilidir, bu duyguya sahip olan birey geleneksel ahlȃkçıdır ve bu nedenle aslında söz verme yetisine de sahip değildir oysa hükümran insan bu hakkı elde etmiştir ancak o genel ahlȃkın dışında bir hakka sahiptir. Onun bu hakkı diğerleri üzerinde güven, korku, kaygı gibi durumlara sebep olur ancak kendisi bu durumu istençli ya da bilinçli olarak yapmaz. Buradan Kosmos’ a dönecek olursak aynı durumun onun için de geçerli olduğunu görürüz, kasabada ona duyulan kaygılı saygı tıpkı buna benzer, insanlar ondan hem korkarlar çünkü sahip oldukları algı kalıplarına sığmaz, hem de saygı duyarlar çünkü söylediklerinin anlamına kapılırlar. Bu bakımdan Kosmos bir hükümran bireydir. Genel iyinin bir yararı olmayacağının bilinciyle kötülüğünde aslında içinde bulunduğumuz çağda aynı anlama gelebileceğini varsayar çünkü onun ahlȃkı Nietzsche’ ninde belirttiği gibi “iyinin ve kötünün ötesinde” bir ahlȃktır. Kısaca Kozmos kendince ahlȃkıyla var olan, doğaüstü özellikleriyle modern sinemadan çok post modern sinemaya ait olarak görebileceğimiz bir karakterdir.
Bir diğer karakterimiz Musa ise tam bir nihilisttir, nihilizm sözcüğü kökenine bakıldığında acıyı, çatışmayı ve antagonizmayı kabul edememe halini anlatır. Acısız bir yaşam arayışı, dünyayı olduğu gibi kabul etmemekle aynı kapıya çıkar çünkü acı, çatışma ve antagonizma yaşamın birer parçasıdır. Yani köken olarak nihilizm acı, çatışma ve antagonizmanın artık var olmadığı yanılsamalı bir dünya, aşkın bir cennet icadıdır. Bu tanımda bahsedilen acısız aşkın yaşam, Zeki Demirkubuz’ un 2001 yapımı Yazgı filmindeki Serdar Orçin’in canlandırdığı Musa karakterine birebir uymaktadır, filmin başlangıcında sıradan, annesiyle yaşayan gündelik yaşamda çok sık karşılaşılabilecekmiş gibi görünen karakterin film ilerledikçe ortaya çıkan “çarpıcı” tavır ve tutumları yukarıda bahsedilen yanılsamalı bir dünyanın insanını hatırlatacaktır. Musa var olan tüm birey algılarının dışındadır tam bir kendilik iktidarıdır. Foucault’ un bahsettiği biçemsiz bir öznedir, hiçbir iktidar tarafından hapsedilememiş bir bireydir. Ne toplumsal gözün ahlakçı iktidarı ne de herhangi bir siyasi söylemin iktidarı o hepsinin karşısında bir tanrı gibidir, güçlüdür, yalnızca kendinedir. O bir şeytandır, tıpkı Karamazov Kardeşler’de yazarın belirttiği şeytan tanımlamasına uyar. Bu kitabın sonuna doğru şeytan şöyle der, modern çağda “en iyi ve en güzel” in yüceltilmesinin gülünçlüğünü ilan edip, ılımlılık talep ederek, kötülüğün dilini artık konuşmayan, sıradan, normalleşmiş bir şeytandır; içinde kötülük olmayan, paradoksal vasat bir şeytandır. Bu şeytanın kimseye kötülüğü yoktur gerçektende Musa yalnızca kendinden beklenen tepkileri göstermediği için kötüdür. Annesinin ölümü karşısında ki tepkisizliğidir onu kötü yapan oysa onun tek yaptığı melankoli üretmemektir. Butler, melankolinin genel anlamıyla toplumsalın sınırlarının nasıl kurumsallaşıp sürdürüldüğü konusunda potansiyel bir anlayış sürdüğünden bahsetmektedir. Ona göre melankoli ilk başta nesnenin kaybının inkâr edildiği bir durum, kaybedilen kişiye olan matemin sapkın bir biçimi olarak görünür. Bu nesne kaybı büyüsel bir biçimde kişinin psişik yaşamının bir parçası olarak korunur. Melankolinin toplumsal yaşam açısından, özellikle de psişik yaşamın toplumsal düzenlenişi açısından nasıl okunabileceği ilk anda açık değildir. Ancak melankolinin açıklanışı psişik ve toplumsal alanların birbirleriyle ilişki içinde nasıl üretildiklerinin açıklanışıdır. Musa işte bu kurumsal, toplumsal ve psişiklik arasındaki bağa hizmet etmediği için, annesinin ölümü karşısında melankoli üretmediği için toplum tarafından bir cani olarak algılanmıştır, toplumsal iktidar onu kendi kültürel kalıplarıyla biçimleyemediği için kendi kafasında yargılamış ve hükmünü vermiştir.
Musa bir Zerdüşt’tür aynı zamanda, Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında Zerdüşt’ ü bir “tip” olarak şöyle tanımlar; şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz ve ilahi diye adlandırılan her şeyle safça ve içinden geldiği gibi, düşünmeksizin oynayan “bir tinin ideali” , dünyevi bir tiple karşı karşıya geldiğinde bu tür bir tip, acımasız görünecektir, der Nietzsche. Zerdüşt kişiliği, Nietzsche’ye, kendisinin “ahlâkın kendini alt-etmesi” olarak adlandırdığı şeyi sembolize eder. İyi ve kötü arasındaki çatışmayı ilk kez evrenin işleyişine yerleştiren ve ahlâkı metafiziğe dönüştüren, İran’lı peygamber Zerdüşt’tü. Dolayısıyla, hataların en mukadder olanını yani ahlâkı yarattığından, onu tanıyıp alt edecek ilk kişi de Zerdüşt olmalıdır. Yazarın Zerdüşt tanımı aslında Musa’yı da tanımlar, Musa bir Zerdüşt’tür çünkü bir ahlâk yıkıcıdır, seyirci onunla karşı karşıya geldiğinde acımasız bir karakter görür karşısında tıpkı Nietzsche’nin işaret ettiği gibi. Onun acımasızlığını belirleyen şey toplumsal önyargılardır, değil mi ki o annesinin ölümüne bile tepkisiz kalmıştır o zaman cinayette işleyebilir, bu nedenle üzerine kalan cinayet suçunun da bir anlamı yoktur Musa için, öyle diyorlarsa öyledir, ne de olsa kuralları bireyler değil toplumlar ve onların yıkılmaz kuralları belirlemektedir.
Böylesine bir karakterdir Musa ne ahlȃkı vardır, ne ön yargısı, ne temsil edendir ne temsil edilen, o yalnızca odur, belki de yine Foucault’ a atıfla söylersek iktidarın biçimleyemediği bir kendilik öznesidir. Narsist bir bireydir Musa aynı zamanda Stirner’ in bireyciliğine benzer bir bireyciliği temsil eder, “benim için “benin” üstünde hiçbir şey yoktur” derken Stirner Musa’ yı işaret eder gibidir. Çünkü Musa için ben hem başlangıç noktası, hem merkez hem de araçtır. Kendisi dışında hiçbir şey onu kapatamaz üzerinde iktidar kuramaz.
Huxley’ in Cesur Yeni Dünya tanımı aslında üzerinde durmak istediğimiz bir diğer karakterin, Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler filmindeki İsa’ sının içinde bulunduğu bir dünyayı tasvir eder gibidir. Bu dünya mutluluğun tüketiciliğe, siyasetin güvenliği sağlam konformizme ve ruh meselesinin de genetikle oynamaya indirgenmiş olduğu bir dünyadır; virtüelin önünün kesildiği, tamamen aktüel hale gelmiş bir dünyadır. “Artık herkes mutludur”, “acı dindirilmiştir”, anlam silinmiş ve çatışma sona ermiştir. Böyle bir dünyanın bireyi olan İsa, tamda bu dünyaya uygun daha önce bahsettiğimiz Kozmos ve Musa’ nın aksine, daha sık karşılaşabileceğimiz bir karakterdir. Anlamı kaybolmuş bir dünyada anlamsız bir karakterdir O, her şeyin dinginliğine alışmış, her şeyi öylesine yapan kendisini bulma çabası olmayan bir insanın temsilidir. Çünkü Huxley’ in bahsettiği dünyaya uygun olarak mutluluğu tüketmiş, konformist, yeni bir dünya hayali olamayacak kadar yorgun, ȃşık olup olmadığını ayırt edemeyecek kadar uyumlu bir birey similasyonudur. Acıları yoktur, duyguları var olsa da kendisi bu duyguların farkındalığından yoksundur.
İsa bu dünyanın kendisine verdikleriyle anlamsız bir mutluluktur. Film boyunca hiçbir konuda çabalamadığına tanıklık ederiz. Sevgisiz ilişkilerin, anlamsız hayatların içine hapsolmuş, kayıp bir insandır. “Bir yerlerde deprem olmuş” derken sesindeki dinginlik ve kaygısızlık duygularının artık yalnızca içgüdüleriyle doyurulduğunu, toplumsallıkların ya da kolektivitelerin her şekilde dışında kaldığının en güzel göstergeleridir. Onun için benden önce bir başkası, bir başkasından sonra kendisi gibi bir durum yoktur. Küçük burjuva zaafları içinde yok olmuş ne kendisi ne de biçimlenen olabilmiş bir karakterdir. İsa için her şey görüntülerle ilişkilendirilmiştir. Mutluluk görüntüdedir derinliği yoktur ancak derinliğe de gerek yoktur zaten. Sevdiği kadına karşı ilgisizliği dünyadan umudunu kesmiş bir bireyi tasvir eder, her şeye karşı heyecansızdır, kendisine verilenle yetinen daha güzeline çaba göstermeyendir. Sınırlarla kaplıdır dünyası, gülmeleri, bakmaları, heceleri her şeyinin bir sınırı vardır. Nihilizmin edilgenliğine kapılmış, ne kendisinin ne de başkasının iktidarı olabilmiştir. Ona göre ne kendisi özeldir ne de bir başkası, O filmde çektiği İshak paşa sarayı fotoğrafının önünde duran taksici gibi, dünyanın önünde duran bir figürandır.
Aslında İsa bütün bu anlattıklarımızla tam da bu güne aittir, politikalı ilişkilerin, tek başına gitmenin hayaline kapılıp yalnızlığa boyun eğemeyenlerin temsilidir, filmde sevdiği kadına aldığı müzik kutusunun aynı melodiyi çalması gibi yaşamının tınısı aynı olanlara yapılan göndermedir. Modern bireyin anlamsızlığı, küçük hesapların içine sıkışmışlığıdır. Bir kuruma kapatılmış, soruların olmadığı bir yaşamın kaygısız dinginliğidir, filmde İsa’ nın Ağrı’ da fotoğrafını çektiği taksicinin orada sadece vesikalık fotoğrafların çekiliyor olmasından yakınması gibi, bir çerçeveye hapsolmuş vesikalık yaşamların gösterimidir.
İsa, Kozmos ve de Musa son dönem Türkiye sinemasına damga vurmuş bireysel temsiller, bu temsiller içinde bulunduğumuz sıkışmışlığa, çatışmaya, duyarsızlaşmaya yaptıkları göndermelerle de önemliler bana göre. Kozmos gibi üstün yeteneklerimiz olmasa da kim inkȃr edebilir insanında hayvanında başına gelenin aynı olduğunu? Ya da yaşanan bunca olumsuzluk karşısında sokağa çıkmayan bizlerin göstergesi olamaz mı Musa? Kendi dinginliğimizde kayboluşumuzun öyküsü değil midir birazda İsa’ nın temsili? Öyledir elbet Çünkü sinemanın bize yansıttığı, birazda bizim onda yansımamızdır zannımca.
KAYNAKÇA
BERKOWİTZ, P. (2003), Bir Ahlȃk Karşıtının Etiği, ( Çev. Ertürk Demirci ), İstanbul: Ayrıntı.
CORCUF, p. ( 2009), Bireycilik Sorunu, “Stirner, Marx, Durkheim, Proudhon”, (Çev.Aziz Ufuk Kılıç), İstanbul: Versus.
DİKEN, B. (2011), Nihilizm, (Çev. Aylin Onacak), İstanbul: Ayrıntı.
EREZ, E. (2012), “Yazgı, Nihilizm ve Musa”, Yeni Film Dergisi, Sayı, 7-8.
MEGİLL, A. (2012), Aşırılığın Peygamberleri, “Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida”, ( Çev. Tuncay Birkan ), İstanbul: Say Yayınları.
NİETZSCHE, F. (1986), Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, ( Çev. Nejat Bozkurt ), İstanbul: Say Yayınları.
NİEDZVİECKİ, H. (2011), Ben Özelim, “Bireylik nasıl Konformizm Haline Geldi”, (Çev. Sibel Erduman), İstanbul: Ayrıntı.
PEARSON, K. A. (1998), Kusursuz Nihilist, (Çev. Cem Soydemir), İstanbul: Ayrıntı.
Bir cevap yazın