2013 yılının son ayları ve 2014 yılının başı ünlü yazar ve şairlerin mektuplarının yayınlandığı ve oldukça ses getirdiği bir dönem oldu. İlk olarak 2013 yılının Eylül ayında Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşan “Leylim Leylim” raflardaki yerini aldı. Kitapseverlerin büyük bir merakla beklediği kitap birkaç hafta gibi kısa bir sürede ondan fazla baskı yaparak büyük bir başarıya imza attı.
Bu başarıda en önemli faktör, Leyla Erbil ile Ahmed Arif gibi Türkiye edebiyatına damga vurmuş iki önemli kişinin adının olması ve özellikle Ahmed Arif gibi usta bir kalemden geriye kalan belki de en uzun satırların bu kitapta toplanması oldu. Kitap birçok tartışmanın eşliğinde ağızdan ağıza yayıldı ve birçok okur hızla kitabı tüketti. Sonuç olarak bütün bu ilgiden ve kitabın her yerde tartışılıyor olmasından en büyük kazancı İş Bankası Yayınları sağladı.
Leylim Leylim’in etkileri daha bitmemişti ki, mektupların bu derece ilgi gördüğünü ve ardı ardına baskılar yaptığını gören diğer yayınevlerinin iştahı bir anda kabardı. Yapı Kredi Yayınları Ahmed Arif’İn mektuplarından hemen 2 hafta sonra Sabahattin Ali’nin Canım Aliye, Ruhum Filiz adlı mektuplarınıdan oluşan derlemeyi yayınladı. Yine bu kitap da Sabahattin Ali gibi usta bir kalemin yapıtlarını ne kadar zor şartlar altında yazdığının anlaşılması açısından oldukça önemli bir kaynak konumunda. Aynı zamanda da kitapta Sabahattin Ali’nin diğer bir yanını görüyoruz: bir eş ve baba olarak Sabahattin Ali… Diğer yanda ise, dönemin siyasi ve toplumsal koşulları da ilgilisi için yine ön planda mektuplarda. Son olarak bu kitabın Leylim Leylim’in yakaladığı başarıyı yakalayamadığını ve iki basım yaptığını belirtelim.
Yapı Kredi Yayınları Canım Aliye, Ruhum Filiz ile yetinmemiş olacak ki, bu sefer Şubat 2014’de Orhan Veli’nin Yalnız Seni Arıyorum adlı aşk mektuplarını yayınladı. Orhan Veli bu derlemede Nahit Gelenbevi’ye olan aşkını ve hasretini anlatıyor. Eserin arka planında yine aynı dertler: parasızlık ve siyasi baskılar. Ama bu mektuplarda beni en fazla etkileyen Orhan Veli gibi “ünlü” bir şairin yaşadığı dönem içinde çektiği büyük maddi sıkıntılar oldu. Açıkçası bu mektuplardan sonra bir kez daha düşündüm yazmanın ne kadar bağlılık isteyen büyük bir çılgınlık olduğunu… Orhan Veli’nin mektuplarından oluşan bu derleme ise sadece tek baskı yaptı.
Yazının burasına kadar son dönem piyasaya çıkan üç –hatta dört demek lazım Leyla Erbil de var- usta kalemin mektuplarını değerlendirdik. Ama yazımızın asıl konusu bu mektupların neden bugüne kadar çekmecelerinde saklı olduğu… Ahmed Arif’İn mektuplarının, Leyla Erbil’in hassasiyetinden kaynaklandığı ve bu sebepten dolayı onun ölümünden sonra yayınlandığı Ahmed Arif’in ailesi ve yayınevi tarafından açıklandı. Fakat diğer kitaplar için aynı şeyleri söylemek zor.
Bu mektuplar muhtemelen yıllardır hiçbir maddi kazanç sağlamayacağı düşünülerek çekmecelerde bekletilmiş ve mektupların insanlar tarafından gördüğü ilgiden dolayı basılmıştır. Hal böyle olunca insanın aklına bu şekilde piyasada ilgi görmeyeceği düşünülen binlerce sanat eseri geliyor. Ve ardından da endüstriyel edebiyat olgusu ve yayınevlerinin tavrı…
Ne yazık ki günümüzde hayatın her alanında olduğu gibi edebiyat, sanat, bilim ve felsefe de sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Edebiyat dünyasında yayınevleri editörlerinin “satmayacağını” düşündükleri birçok edebi eser raflardaki yerini alamazken, estetik değerlerden uzak, parlak kapaklı, son derece sığ “eserler” kitapçıların raflarında yerlerini almakta ve bu eserlerin kitaplıklardaki kapladıkları alan her geçen gün artmaktadır…
Bu durumda ister istemez edebiyat ve sanat alanındaki üretkenliği ve ortaya çıkan ürünlerin kalitesini etkilemektedir. Aslında bu sorun sadece günümüze ait bir sorun da değil… Dünyada neredeyse 1900’lerin ikinci yarısından itibaren hiçbir edebi, sanatsal ya da felsefi tartışma yapılmamakta ve hiçbir akım ortaya çıkmamaktadır. Bunun sebebi ise, kapitalizmin yaşamın tüm alanına nüfuz etmesi ve toplum yaşamının her alanında olduğu gibi edebiyat ve sanat alanını da hegemonyası altına almasıdır. Bu hegemonya ise sanatsal üretim alanını daraltarak, sanatsal üretimi salt bir kazanç elde etme alanı haline getirmiştir.
İşte tüm okurların ve sanatseverlerin reddetmeleri gereken de bu olgudur. Biz bu olguya endüstriyel edebiyat diyoruz. Ne yazık ki, endüstriyel edebiyat olgusu kapitalist mülkiyet ilişkileri içerisinde geri dönülemez bir noktaya gelmiştir.
Dikkatli okurlarımız tam da burada şu soruyu sorabilirler: “Peki bugün hiçbir eser estetik ve sanatsal bir değer taşımıyor mu? Ya da yazarı tarafından edebi ve estetik kaygılar taşınarak üretilen eserler yok mu?”
Elbette ki, böyle eserler bugün de üretiliyor. Ama sayıları bir elin parmaklarını geçmiyor ya da toplam edebi üretim içerisinde çok küçük bir alanı işaret ediyorlar. Yani koca okyanusta sadece dinlenebilecek ufacık adacıkları temsil ediyorlar.
Fakat tüm bu yaşananlar mevcut durumun sonsuza kadar bu şekilde devam edeceği anlamına da gelmiyor. Bizler, edebiyattaki bu durumun sebeplerinin mevcut ekonomik ilişkiler ile olan bu bağını kurduğumuzda, insanlığın mevcut olan bu toplumsal krize vereceği cevabın edebiyat ve sanat dünyasının da geleceğine ışık tutacağını görebiliriz. Bu sebepten dolayı, edebiyat ve sanat alanında yaşanılacak olan aydınlanma insanların kapitalist mülkiyet ilişkilerine karşı verecekleri mücadele ile doğrudan bağlantılıdır ve bu alandaki tıkanıklığın çözümü bu alanda aranmalıdır.
Bir cevap yazın