Hırkasının kocaman ceplerine dut kurusu doldurmuş arada bir ağzına atıyor. Azı dişleri
çürümüş olacak ki çiğnerken canının acısı yüzünden okunuyor. Diliyle dişlerinin arasını
yokluyor, kıyı bucak. Yetmiyor, işaret parmağıyla damağından sıyırdıklarını hırkasının
yanlarına siliyor. Koyu kahverengi bir çizgi yol alıyor böğründe. Gözü dışarıda. Rüzgârın
uğultusu arttıkça cama bedenini iyice yaslıyor. Gözlerini kısıp uzaklara bakıyor. Dinliyor.
Rüzgâra sarılmak istercesine kollarını iyice geriyor. Burnu yassılaşmış. Palyaçonun kırmızı
burnu gibi. Dudaklarının pembesi ise denizkestanesinin içi gibi. Nefes alışverişi birden
artıyor. Ayak tırnaklarını boylu boyunca uzanan tahta pencere pervazının kenarlarına
sürtüyor. Bir ileri bir geri. Hızlandıkça tahtanın kıymıkları tırnaklarının arasına giriyor. İçine
ılık ılık akan acıyı dinliyor. Acıya sarılıyor. Ruhunun en güzel köşesine buyur ediyor. Kapıyı
kapatıp hoşça kal diyor. Sonra kaldığı yerden rüzgâra gülümsüyor. Pencereyi açıyor. Uzakta
uluyan köpeğe el sallıyor. Derin bir nefes alıyor. Gözlerini usulca kapatıp kendini birden yere
bırakıyor. Kolu bacağı tahtadan yapılmış oyuncak bir bebek gibi dağılıyor. Ayakları ise yapış
yapış. Dut kuruları etrafa saçılıyor. Denizkestanesi parçalanmış. Yanağından koyu kahverengi
bir yol süzülüyor…
Rüzgâr kendine bulduğu bu yoldan usulca içeriye giriyor. Durulmuş. Hırçınlığını geride
bırakmış. Tıpkı onun gibi. Köpek de artık susmuş. Dizlerinin kenarlarındaki morluk,
bileklerindeki şişlik, yüzündeki perişanlık; öfkesinin kıvranarak doğurduğu bir bebek sanki.
Ikına ıkına, inleye inleye, kan revan içinde. Öfkesiyle boğuşuyor. Kaç geceden sabaha…
Dut kurusunu göz yaşlarıyla yoğurdu. Şekerli bir hamur oldu. İçi çekirdekli, buram buram
nefret kokuyor. Birden ayağa kalktı, saçlarını düzeltip döktüklerini toplamaya başladı.
Kolunu, bacağını, yüzünü, gözünü, dirseğini, denizkestanesinin çürük rengini, en çok da her
tarafa serpilmiş olan ıslak hamur parçalarını. Koltuğunun altında biriktirdiği hamur topağını
mutfak tezgahının üstüne bıraktı. Fırının tepsisini çıkarttı. Toparladığı kocaman yumru
hamuru biraz daha yoğurdu. Yoğurdukça hamur sertleşti, yüreği gibi. Taşlaştı. Elini ayağına
götürdü. Ayağı hala ıslaktı. Islattığı elleriyle hamuru tekrar yoğurmaya başladı. Kulak memesi
kıvamına gelince özenle, küçük eşit bezeler hazırladı. Tepsinin dibine sürdüğü
denizkestanesinin çürük rengine, yaptığı kalp şeklindeki kurabiyeler çok yakıştı. Tekrar
gülümsedi. İskemleye rastgele atılmış bir bez parçası gibi ilişti. Fırının sarı soluk ışığına dikti
gözlerini. Tik taklarıyla uyumlu bir mırıltı tutturdu. Hafif hafif sallanmaya başladı.
Sallandıkça yüreği köpürdü. Tekrar gülümsedi. Islak bir gülümsemeydi bu. Isınan ellerindeki
hamur parçaları kuruyup ufalanıp yere döküldü. Umursamadı. Eli yanmasın diye hırkasını
çıkartıp tuttuğu kızgın tepsiyi orta rafa aldı. Hazır fırsatını bulmuşken tarçın niyetine acılarını,
umutlarını, aldatılmışlığını, aldanılmışlığını, gençliğini, hayallerini, kitaplarının arasında
biriktirdiği papatya kurularını, şöminenin başında kurduğu hayallerini, başarılarını, özlemini,
nefretini hepsini kalp şeklindeki kurabiyelerin üzerine serpiştirdi. Yanmasınlar diye başından
hiç ayrılmadı. Pişince porselen saklama kabına sıra sıra dizdiği kurabiyelerin soğuması için
kapağını açık bıraktı. Mutfağın ışığını kapattı. Ama yüreğinin kapısını bu gece açmaya karar
verdi. Korkuları, acıları zifiri karanlıkta el ele tutuşup yürümeye başladılar. Köpek uzaktan
gördüğü bu gölgelere acı acı havlamaya başladı.
Kurabiyelerin kokusu tüm gece şehri ayağa kaldırdı. Uzun zaman sonra bu kadar huzurlu bir
uykuya dalmanın verdiği mutlulukla çırılçıplak uzandığı yataktan bedenine sinen kokunun
ağırlığıyla uyandı. Ellerini, kollarını kokladı. Koltukaltları, tırnakları, ayakları, bedeni, ruhu
çocukluğundan beri cebinden hiç ayırmadığı buram buram dut kokuyordu.
Duşa girdi. Suyun sıcaklığında tüm bedenini elleriyle sürte sürte yıkadı. Yetmedi bir kez daha
yıkadı. Koku bir türlü geçmedi. Üzerine alelade bir şeyler geçirdi. En geniş ayakkabılarına
şişmiş ayaklarını zar zor sığdırabildi. Kapıyı sertçe kapatıp merdivenlerden adımını atarken
mutfakta unuttuğu kurabiyeler geldi aklına. Geri döndü. Saklama kabının çatlak kapağına
aldırış etmeden ağzını yavaşça kapattı. Gözlerini kısarak derin bir nefes aldı. Aynı koku bu
sefer genzine doldu. Tekrar gülümsedi. Bu sefer kuru bir gülümsemeydi bu. Ardından
saklama kabını bez çantasının dibine yerleştirdi. Çantayı omzuna asarken bir sızı saplandı
böğrüne. Aldırış etmedi. Koşar adımlarla dışarı attı kendini. Ayağı acıdı. Yine aldırış etmedi.
Homurtulu kalabalığın arasında gözlerden kaybolacak kuytu bir köşe aradı. Dün gece cama
tüm şiddetiyle vuran rüzgâr nerelerdeydi? Ona sarılmak, onun koynunda uzaklara savrulmak
istiyordu. Arkasında gittikçe artan bir kalabalık belirdi. Anlam veremediği şekilde artan bir
kalabalık. Yavaş yavaş yakınlaşan ve etrafını saran bir kalabalık. Girdabından kurtulmaya
çalışsa da bir türlü içinden çıkamadığı bir kalabalık. Uzaklarda havlayan köpeğin bile sesi
duyulmaz olmuştu artık. Acıyı, korkuyu, hüznü, aldatılmışlığı, aldanılmışlığı, hasreti, yılların
boşluğunu, boş vermişliğini, vaat edişleri, sevgilinin ellerine tutuşturulmuş kar küresinin
sıcaklığında atılmış nice kahkahaları, tek eldivenin içine sığan iki elin sıcaklığını taşıyan
nefesler kuşatmaya başladı çevresini. Ağızlarından akan salyanın ıslaklığı bedenini üşütmeye
başladı. Topallayarak koşmaya başladı. Saklama kabının çatlak kapağından sızan
kurabiyelerin kokusuyla canavara dönüşen kalabalık önüne geçilemez bir izdihama neden
oldu.
Arkasından bir el uzandı. Çantasının kulpu koptu. Kaldırımın orta yerine düşen saklama kabı
tuzla buz oldu. İçinden bir tane zorla alabildiği kurabiyeyi avucunun içerisine sımsıkı
saklayarak oradan uzaklaştı. Ardında birbirini yiyen koca bir kalabalık kaldı. Kurabiyenin
düştüğü kaldırımları dilleriyle yalıyorlardı. Sonra ıslak bir gülüş gelip konuyordu yüzlerine.
Gülüşleri şehrin sokaklarını dolduruyordu. Köşeyi dönüp ayaklarına dolanıyordu. Tek bir
zerreye ulaşabilmek için birbirlerini vahşice öldürüyorlardı. Hızlandıkça avucu terlemeye
başladı. Çabuk olmalıydı. Nefes nefese kaldı. Uzun ardıç ağaçlarının gölgesinde, şehrin en
sessiz yerinde, demir kapıdan içeri usulca girdi. Bir yandan da arkasına bakıyordu. Gelen
kimse yoktu. Oh çekti. Derin bir oh. Diz çöküp biraz soluklandı. Yüzüne renk gelince
yürümeye devam etti. İş seyahati diye sevgilisiyle gittiği tatil dönüşü trafik kazasında hayatını
kaybeden Ç.Y’nin mezarının önüne gelince durdu. Hiçbir iş seyahatine kurabiyesiz
yollamadığı kocasının mezarı. Sadece kurabiyelerini sevdiğini o kazada kocasının avcunda
gördüğü yarım kalp şeklindeki kurabiye parçasından öğrenmişti. Mezarın üzerindeki ağaç
yapraklarını üfürerek savurdu. Üfledi. Üfledi. Üfledi. Yapraklar havada uçuşmaya başladı.
Avucunu açınca sıkıca tuttuğu kırık kalp şeklindeki kurabiyeyi uzun uzun izledi. Bir parça
alıp ağzına attı. Dut tadı boğazına yapıştı. Mezarın üzerine avucunda un ufak ettiği kurabiyeyi
serpmeye başladı. Serpti. Serpti. Serpti. Ardından gülümsedi. Islak bir gülümsemeydi bu. Her
zamankinden farklı. Son zamanlardakinin aynısı.
Bir cevap yazın