Sabah ayazından koruyamayan incecik ceketinin altından görünen, bedenine uymayan bol ve uzun kazağının uçlarını savurarak koşmaya başladı. Bir an önce dükkâna varmalıydı. Çok üşüyordu. Ellerini cebinden çıkarıp ısıtmak için kızarmış yanaklarını, sızlayan kulaklarını avuçladı.
“Sado sobayı ateşlemiş, çayı da demlemiştir” diye geçirdi içinden. Kaynayan çaydanlığı hayal etmek içini ısıttı.
Köşeyi döndü, sokağın köpekleri ortalarda yoktu. Kalın bir sessizlikle şehrin her yerine sinmiş soğuk, kim bilir onları da hangi kuytuya sığınmak zorunda bırakmıştı. Dükkâna girdi. Kendisinden sadece iki yaş büyük olan Sado her zamanki gibi erkenden gelmiş, sessizliği ve ağırbaşlılığıyla işine başlamıştı.
“Geç kaldın, bugün teslim edilecek kepenk demirleri var, oyalanma.” dedi, yüzüne bakmadan. Bu uyarıdan sonra sobanın başına gitmekten vazgeçti, bir gün önceden yarım kalan demir ızgarayı sürükleyerek dışarı çıkardı. Sonra da tezgâhın üzerinden, ağırlığına küfrettiği çekicini alıp işinin başına geçti, ızgaranın perçinlerini dövmeye başladı.
Eli kolu ağır işliyordu. Sabahın acımasız soğuğu çelimsiz bedenini henüz terk etmemişti ama indirdiği her çekiç darbesiyle ısınmaya başladı. Nihayetinde soğuğu hissetmedi, kendini işine verdi. Hızlı çalışması, çabuk bitirmesi gerekiyordu. Biten her iş bir yenisinin başlaması, hayaline bir adım daha yaklaşması demekti. Bir süre sonra yaptığı işle bağlantısı kesildi. Alacağı parayla yapacaklarını düşünmeye başladı. Kararlıydı, bu kez haftalığının hepsini babasına vermeyecekti. Hayallerini süsleyen, ne zamandır almayı düşlediği o, son model telefon için ayıracaktı.
Kurduğu hayallerin çağrısında işinin peşine takılıp gitti. Hiç durmadan sallıyordu çekici. Bir şeylere yetişme telaşı içinde yaptığı işle yekvücut olmuştu. Kolunun her kalkışı, her inişi rüyalarının kapısını açıyordu önünde. Bir süre sonra çınlayan çekiç sesi, almayı düşlediği son model cep telefonunun zil sesine dönüştü. Her darbeyle birlikte düşlerindeki telefonla bütünleşti. Daha bir hırsla sallamaya başladı, elindeki aceleci çekici.
Dördüncü sınıfa geçtiği yılın yaz tatilinde dünyanın en yorgun ve ciddi adamı olan babası, bir sabah onu elinden tutup bu demirci dükkânına getirmiş; “Nasıl olsa fazlasına gücüm yetmeyecek, bu yıla kadar okulda öğrendiklerin sana yeter. Zaman kaybetmeye gerek yok, artık bir meslek öğrenme, kendini kurtarma zamanı. Beni utandırma.” Demişti.
İlk zamanlar demircinin yanına çırak olarak verildiğine üzülmüştü ama haftalığını almaya başladıktan sonra üzüntüsü, yerini büyüklük duygusuna bırakmıştı. Evdeki durumu da değişmişti. Annesi ona daha bir sevgiyle, hatta saygıyla yaklaşıyordu. Kendisini ayrıcalıklı hissediyordu. Ayrıcalıklı ve büyümüş.
Babası haklıydı, önemli olan bir an önce meslek sahibi olup para kazanmaktı. Hem üniversiteyi bitirince iş bulmak daha mı zorlaşıyordu ne?..
Bitişik komşunun bin bir zorlukla ve yoklukla okuttuğu oğlu okulu bitirip uzunca bir süre işsiz kalınca bunalıma girmiş, mahalleye kimin soktuğu bilindiği halde karşı koyulamayan, uyuşturucu belasına bulaşmıştı. Şimdi torbacılık yapıyordu.
Sado’nun abisi de mezun olunca iş bulamayanlardandı. İş başvurusuna cevap beklerken zamanı boş geçmesin diye çalıştığı inşaatta iskeleden düşmüş, belini kırmıştı. Şimdi yatalaktı. Kendisinden sadece iki yaş büyük olan Sado’nun suskunluğu, ustasından da yaşlı görünmesi omuzuna binen yükün ağırlığındandı.
Hava tam aydınlanamamıştı bir türlü. Kasvetli kapalı bir hava, soğukla birlikte tüm ağırlığını hissettiriyordu. Kar yağacaktı herhalde. Çekicin demir üzerinde çınlayan sesi havanın ağırlığını katılaştırıyor, elle tutulacak hale getiriyordu.
Bıraktı başkalarını düşünmeyi, almayı düşlediği o son model cep telefonunun hayaliyle çekicini bu kez de aceleci bir hırsla sallamaya devam etti.
Durmadan hayal kuruyor, hayal kurdukça çekicin hızı artıyor, hız arttıkça hayaline bir adım daha yaklaşıyordu. Böyle ne kadar zaman geçti fark etmedi. Kaldırdığı çekicin ızgaraya değerken çıkardığı çınlamayı duyamadığını fark etti.
Şaşırdı bir an…
Çekici bir daha kaldırdı indirdi… Yine ses yok. Acı, derin, ağır bir sessizlik kulaklarını tıkamıştı sanki.
Defalarca kaldırdı indirdi, kaldırdı indirdi, kaldırdı indirdi…
Ne olduğunu anlayamadı, gözleri karardı, başı döndü, gerisi büyük bir boşluk, kocaman bir hareketsizlikti. Bu boşluktaki tek fark ettiği, telefonun avucundan kaymasıydı. Ardından onu tutan eli de vücudundan kaydı, yok oldu. Boşluk her şeyi emdi, geriye zifiri bir karanlık kaldı.
Çevresindeki telaşlı koşuşturmalar seslere evirildiğinde;
“Ne yaptın be çocuk! Kim bilir aklında ne vardı gene…” Diyen Sado’nun acılı ve pörsük sesiydi kulaklarında yankılanan.
Bir cevap yazın