Üç yıl önce düşüp kalça kemiğini kırdığı merdivenlerden bastonuna tutunarak ağır ağır çıktı. Oğlu yasaklamıştı üst kata çıkmasını ama gözleriyle görmeden temizlikten emin olamazdı. “Çıkma demesi kolay, gelin hanımın söylediklerini o işitmiyor nasıl olsa –Kadriye Anne yatağın altında tozlar toplanmış, temizlik yapılmamış galiba Raif size artık para göndermiyor mu yoksa?- ”Sesli sesli söylendi. Söylenirken sinirlendi, kan beynine çıkmıştı yine. Sırf gelininin o sözlerine kızdığı için kışı oğlunun evine gitmeden bu sobalı evde geçirmişti. Kafasını sallaya sallaya önce odaları sonra banyoyu kontrol etti. Bu dışarlıklı kadın, işini iyi yapmıştı hem oğlunun hem kızının odası güzelce temizlenip verdiği çarşaflar ve pikeler düzgünce serilmişti. Son yirmi yılda ne kadar çok dışarıdan gelip yerleşen olmuştu. Merdivenleri dikkatle inerken eski günleri düşünüyordu.
Bu mahalleye ev yaptırmaya karar verdiklerinde, hepsi de bahçe içinde olan yedi ev vardı sadece. Onlarınkiyle birlikte sekiz hane olmuşlardı. Kasabanın merkezinden beş yüz metre sonraydı mahalle. İlk yıllarda elektrik bile yoktu, ama komşuluk o kadar iyiydi ki Seyfi’nin aylarca seferde olduğu gecelerde, üç yaşındaki oğlu, kundaktaki kızıyla aklına korkuyu getirmeden rahatça uyurdu. Derin bir iç çekti, yıllarca ufak kırgınlıklar dışında gül gibi geçinip gitmişlerdi. Çocuklar, kız- erkek bir arada, hayatı oyunlarla öğrenerek büyümüşler sonra da neredeyse tamamı uçup büyük şehirlere konmuşlardı. Uzun yıllar başka ev yapılmamış, otuz yıl kadar önce, şehirlerarası yolun karşı kenarı bir anda evlerle dolmuş deniz neredeyse görünmez olmuştu. Birkaç yıl öncesine kadar mutfak camından bakınca görünen kasabanın merkezine giden yol da tarihi Gazi Yakup Bey Camii de artık görünmüyordu. Eski komşuluklar kalmamıştı, önce mahallenin erkekleri ebediyete göçmüştü sıra sıra, sonra da kadınları. Geçen yıl can arkadaşı Behice’yi yolcu etmişlerdi, onun yokluğu başka koymuş, günlerce kolu kanadı kırık gezinmişti. Karşıdan onun evinin ışığını görmek bile yalnızlığını hafifletirdi. Gözleri nemlendi.
Şimdi bu salgında, geriye kalan bir kaç komşusuyla da görüşemez olmuşlardı. Akraba günü, komşu günü sadece gençlerden birinin her ay kapıdan para toplamasıyla devam ediyordu. Son yıllarda salgından önce de kimseye çat kapı gidilmiyordu ama, şimdi hepten evlere hapsolmuşlardı. On beşte bir yapılan günler, hâlâ hayatın içinde olduğunu hatırlatıyordu, giysilerini bir gün önceden ayarlıyor, heyecanla onları yemek masasının sandalyelerinin üzerine yerleştiriyordu. Merdivenin dibindeki güvez rengi koltuğa çöküverdi, çok yorgun hissetmişti birden kendini.
İçine bir sıkıntı çöreklendi, olacağı buydu, aylardır kimseyle oturup yüz yüze dertleştiği yoktu. Bazen verandada saatlerce tanıdık birilerinin geçmesini beklediği oluyordu. Sevdiği diziler de kaldırılmıştı. Oğlu, yardımcısı Şükran’ın hastalık geçene kadar gelmemesini, marketten gelecek çırağın ihtiyaçlarını karşılayacağını söylemiş, şu an en önemli şey senin sağlığın demişti. Dediği gibi, haftada iki gün ihtiyaçlarını getirip bir sonraki siparişlerini alıyordu bakkalın çırağı. Şimdilik tek eğlencesi onun gelişini gözlemek getirdiklerini yerleştirmekti. Bir de panayırın gelmesini beklemek…
Geçen sene panayırı, biraz yürürken zorlansa da üç ayrı günde gezmişti. İki gün Şükran’la gitmişlerdi, güreş günü de eski komşularından Gülser’le. Panayır demek çocukluk, gençlik, hayat, eğlence demekti. Geçen kış, İstanbul’a gittiğinde oğlu lüks bir alış veriş merkezine götürüp, kapıda mini etekli kızların karşıladığı şık mağazadan ipek bir eşarpla, triko kazak almıştı. Sonra da aşağıdaki asortik restoranda karınlarını doyurmuşlardı. “Panayır panayır diyorsun al sana panayır, ışıklar, kalabalık, ne istersen var işte.” Biraz sinirliydi sanki bunları söylerken, yeniden düşüp bir yerini kırmasından korktuğu için, hayattan uzaklaştırdığını anlayamadan evden çıkmamasının onu korumanın en iyi yolu olduğuna inanmıştı. Panayır; tek tek sergileri gezmek, ilk gün sadece nerede ne var diye bakınıp sonraki günler alacaklarını gözüne kestirmek, ille de pazarlık yapıp, tanıdıklarla ayaküstü sohbet etmek demekti. Sonra Çamlık’ta uçan sandalyelere binen gençlere bakarak sarı gazoz içip panayır böreği yemekti. Eski panayırlar geldi aklına, hem sabah hem öğleden sonra hem de gece çıktıkları, hayatın birkaç günlüğüne tatil olduğu zamanlar… Erkekler panayırın eğlence alanındaki köftecilerde, börekçilerde karınlarını doyurur gelirken de, kadınlarla çocuklara da kendi yediklerinin aynısından getirirlerdi. Büyük küçük herkesin tek amacının panayır gezmek olduğu o günlerde yemek işi çok önemsenmezdi. Panayır hasat sonuna denk geldiği için herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak parası olurdu. Güzel olurdu, hele de gençliğindeki, kasabanın içinde kurulan sadece eğlence bölümü geniş çamlıkta olan panayırlar… Uçan sandalyelere binmek içinde ukde olarak kalmış, karşı tepedeki köyün pembe yanaklı, parlak şalvarlı, delikanlılara cilve yapan kızlarını imrenerek seyretmişti hep. Dönme dolaba binmişti birkaç kez. İç geçirdi hele geceleri, ortalık ışıl ışıl yanarken, her çadırdan farklı bir müzik gelir, çocuk sesleri, gençlerin neşeli gülüşleri arasında dünya daha güzel olurdu. Hayvanat bahçesi, sirk, sihirbazlar, halkacılar, her köşede ayrı bir eğlence… Bir de tarihi hanın içi vardı ki gezmeye doyulmazdı. Duvarlara asılan renk renk, parlak, simli kumaşları, kadifeleri, bütün hanı saran pırıl pırıl ayakkabılardan yayılan kösele kokusu, halıcıları, kolonlara uzatılmış rengârenk saten yorganları, kilitli, küçük, cam bölmelerde sergilenen altın bileziklerden, yüzüklerden, beşi bir yerlerden yayılan ışıltısıyla… Gözleri yaşardı artık hana panayır kurulmuyordu, her şey değişiyordu.
Çocukluğumuzda, gençliğimizde hemen hemen kırk sene öncesine kadar bütün ihtiyacımızı, fazlasını değil ama yetecek kadarını panayırdan alırdık nasıl da mutlu olurduk diye düşündü. Şimdi pazarlarda, dükkânlarda her şey vardı ama o sevinç yoktu. En iyisini alsa da eskisi kadar mutlu olamıyordu kimse. Panayırda satılan eşyalar eski kalitesinde olmasa da belli bir yaşın üstündekiler için panayır alışverişi hâlâ çok önemliydi. Geçen sene ikinci çıkışlarında Şükran, bütün tezgahları dolaşmak istemesine sinirlenip, “belim koptu valla senin peşinde tıngır mıngır, çok oyalanıyorsun canım çıktı, bu son panayır, seneye panayır manayır yok daha” diye söylenmişti duymadığını sanarak. Bazen duymazdan gelmekten başka çare yoktu. Yaşlı biriyle uğraşmanın kolay olmadığını anlıyordu, vaktinde o da anlamamıştı, yaşlılar köşesinde otursun istemişti, oysa Fatma Ninesinin dediği gibi gönül kocamıyordu, insan her yaşta gezmek, eğlenmek istiyordu.
Verandadaki hasır koltuğa oturdu derin derin nefes aldı. Yaşamının tam insana ihtiyaç duyduğu zamanlarında çocuklarından, eşinden dostundan uzak kalmak zordu. “Yine de buna da şükür.” Dedi ellerini açarak. Geçen bayram geliş gidiş yasaklandığından çocukları gelememişlerdi. Kurban bayramında geleceğiz demişlerdi her ikisi de. Kocasından kalan emekli maaşını da gidip çekemiyordu, kartı oğlundaydı zaten. Oğlunu aramaya karar verdi, kurban işini de söyleyecekti, oğlu da kızı da kırk yılda bir geliyoruz bizi kurbanla mı uğraştıracaksın diye kızacaklardı biliyordu söyleyecekti yine de. Birkaç kez salonda tur attı sonra telefonu eline aldı, para da isteyecekti.
Salondaki masanın üstünden telefonunu aldı, verandadaki koltuğa oturup kulaklığını düzelti. Dediklerini anlamayınca sinirleniyorlardı. Tam oğlunun numarasını çaldıracaktı ki telefonu çaldı, kızıydı arayan.
“Efendim yavrum ben iyiyim, sen nasılsın, Tolga, Vural nasıl?”
Sustu, nemlenen gözleri uzaklara daldı.
“Çok özledim be yavrum, olsun, sağlık olsun bu bayram da böyle olsun, abin gelir nasıl olsa, siz iyi olun da”
Verandanın sağ ucuna kadar gidip pergolaya asılı beyaz petunyaların solan çiçeklerini temizledi, sonra mor petunyaların, ardından gözyaşlarının akmasına engel olamadan sardunyaların yapraklarını temizlemeye koyuldu.” Nereden çıktı bu salgın? Almanya daha uçak seferlerini başlatmamış, arabayla da gelemezlermiş.” Ben anladım onları tatile gidemeyecekleri için gelmiyorlar zaten en fazla kalacakları üç dört gündü” içini çekti. “Gelmesinler bakalım yarın onlar da yaşlanacak, göz açıp kapayana dek geçiyor zaman bu yaşıma ne zaman geldiğimi anlamadım bile. Her şeye hasret kaldık evlere tıktılar bizi, yakında konuşmayı unutacağım neyse ki Nesife Hanımcığım var duvardan da olsa nasılsın diye halimi soran.” İki gündür onu da görememişti. Öğle yemeği saati geçmişti çoktan, canı bir şey yemek istemiyordu, zaten Şükran’ı bıraktığından beri doğru dürüst yemek yaptığı da yoktu ya. Lavaboda yüzünü yıkadıktan sonra buzdolabından bakkal çırağının getirdiği yoğurdu çıkarttı, birkaç kaşık küçük porselen kaseye koydu. Yoğurdu geri koyarken gözü kayısıları ilişti, suyun altında ovalaya ovalaya güzelce yıkayıp kuruladı, çekmeceden bir kaşık alıp hepsini küçük tepsiye koydu tekrar verandaya çıktı.
En son ağzına bir kayısı attığını anımsıyordu cep telefonun saatine baktı dördü geçmişti koltukta otururken içi geçmişti demek. Eli telefona gitti.
“Oğlum müsait misin? bayrama az kaldı da bir arayayım dedim. Nasılsın? Çocuklar nasıl? Aysu nasıl?”
Oğlunun söylediklerini bir süre anlayamasa da onu kızdırmamak için anlamış gibi yaptı. Telefonu kapattıktan sonra anlayabildi ancak neler konuştuklarını. Eğer yanlış anlamadıysa; İstediği parayı bakkalın çırağı getirecekti, kurban için senin adına bir vakfa bağış yapacağım demişti oğlu. Gözlerinde biriken yaşları elindeki peçeteyle silerek verandanın korkuluğunun üstündeki fesleğenin yanına gitti, defalarca okşayıp okşayıp ellerini kokladı, işittiklerini sindirmeye çalışıyordu. Raif’in dediğine göre; çalıştığı şirket, -hastalanırsanız sorumluluk size ait, evinizden dışarıya çıkmayın– diyerek uyarmıştı çalışanlarını. Gelemeyeceklerini, kendine dikkat etmesini, kimseyle görüşmemesini tembihleyip kapatmıştı telefonu. “Kendime nasıl dikkat edebilirim ki bakkalın çırağıyla, Nesife Hanım olmasa konuşmayı da unutacağım!” Bağırtısına kendisi de şaştı, çıldırmış gibi ne yapacağını bilemeden, ayağının sızısını unutup mutfakla veranda arasında bir kaç kez hızlı gidip geldi. Buzdolabının kapağını açıp sürahiden bir bardak soğuk su doldurup bir dikişte içti. Biraz daha sakinleşmişti, panayır yaklaşıyordu, Şükran’ı arayıp gönlünü alsa iyi olacaktı, temizlikçiyi de o ayarlamıştı zaten. Oğlunu filan dinlemeyecek sen yine haftada iki gün gel diyecekti, versinlerdi iki kardeş Şükran’ın aylığını, her şeye para saçıyorlardı, onları kolaylıkla mı büyütmüştü.
Şükran, telefonunun ardından yarım saat içinde gelmiş banyosunu yaptırmış, saçlarını kurulayıp giyinmesine yardım etmişti. Şimdi verandada çay içip onun getirdiği keki yiyorlardı.
“Hafifledim valla sağol yavrum, ne zamandır liflenememiştim. Kendileri gelmez! Hasta olacağım diye kimsenin gelmesine de izin vermezler delireceğim haberleri yok. Seninle konuşmayı çok özledim.”
“Kalbimiz ne kadar birmiş. Sabahtan çocuklara kek yaptım yarısını ayırdım akşamüstü Kadriye Ablama uğrayayım dedim.”
“Çok iyi geldi, dünya varmış. Sen her Salı ve Perşembe gel yine, kışa kadar doğalgaz da gelirse daha gitmem İstanbul’a filan”
“Sen nasıl istersen Kadriye Abla, panayıra da gideriz birlikte”
Şükran çantasından çıkardığı buruşuk maskeyi takıp giderken Kadriye, geçen panayır Şükran’ın kendine söylenmesini unutmuştu bile. Bir de günleriyle, Çağla’nın programı başlasaydı kendi kendine bıdırlanıp giderdi. Neşelendi, bahçeye indi. Bamyalar çiçek açmıştı, çocuklar gelecek diye kopartmadığı iki minik salatalığı koparttı. Domatesler kızarmıştı, bahçenin sonuna kadar gitti, ocağının başında patlıcan közleyen Nesife Hanım’ı görüp seslendi.
“Kolay gelsin komşum”
“Sağ ol Kadriye Abla, ben de sana közlenmiş patlıcan getirecektim birazdan, salata yaparsın”
“Sen çok yaşa vefalı, düşünceli komşum geldiğinde şuradaki iki domatesi toplayıverir misin?”
“Toplamam mı toplarım tabii, gelirim birazdan”
Akşam karanlığı çökmek üzereydi, Kadriye ağlamaklı közlenmiş patlıcanın durduğu gök mavisi melamin tabağa bakarak düşünüyordu. Kendini bildi bileli sadece büyük on yedi ağustos depreminin olduğu yıl gitmemişti panayıra, o yıl güreşler de yapılmamış, müziksiz tatsız tuzsuz bir panayır olmuştu. O acının içinde kimsenin gözü eşya filan görmemiş ancak zorunlu alacağı olanlar bir iki şey almıştı. Az önce Nesife Hanım, “Bizim oğlan bu sene pandemiden dolayı panayır yapılmayacak diye söyledi” demişti. Belediyede zabıtaydı oğlu. O da pek üzgündü, onun için de panayır eğlencelerinin, alışverişinin yeri başkaydı. Çenesini tutamadığı için kızdı kendine, ne diye Şükran yeniden gelmeye başlayacak hem beni panayıra da götürecek demişti ki. Daha yirmi günden fazla zaman vardı, değişirdi belki. Yok, yok değişmezdi, salgının önü alınamıyordu, artık televizyon izlemiyordu. Zaten bir iki gençlik dizisi dışında neşeli hiçbir şey yoktu. Aylardır doğru dürüst kimseyle konuşmadan, doğru düzgün yemek bile pişirmeden yaşamıştı. Havalar ısınınca Ramazan’a haber yollayıp bahçeyi ektirmişti biraz. Haziran başında seyahat yasağı kalkınca, oğlu gelmiş, gelirken de balkondaki çiçekleri getirmişti. Bir gece kalıp hemen dönmüştü oğlu. Bütün hayatı çiçekleri olmuştu konuşmayı unutmamak için onlarla konuşmaya başlamıştı. Şimdi de panayır olmayacak diyorlardı. Panayıra gidemese bile şamatası evine kadar gelir orada hayatın tüm canlılığıyla sürdüğünü anlardı. Şimdi… “Ah! Kaptanım ah! Ne vardı erkenden gidecek, kaldım buralarda bir başıma. Evlatlarına laf söyletmezsin biliyorum, ben de söylemem zaten, herkesin hayatı kendine ama bu kadar yalnızlık bana göre değil. Eskiden nasıl da dolup taşardı evimiz, hele de seferden döndüğünde; hısım akraba verandaya sığamaz bahçeye taşardık. Şimdi böyle bir başıma, panayır da olmayacakmış. Panayırda handa, buluşmuştu gözlerimiz ilk kez. Ben böyle sensiz evle bahçe arasında, çok zor Seyfi çok zor.” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, güneş son ışıklarını denizin üstüne bırakıp giderken, sol yanına tuhaf bir sızı girdi, midesi ağzına gelir gibi oldu, yoğurt midemi ekşitti herhalde dedi, ayağa kalkıp su içmek istedi, bütün vücudu tere bulanırken, göğsüne oturan ağırlıkla olduğu yerde kalakaldı.
Kloş, dizinin hemen altında biten, beyaz üzerinde eflatun leylaklar olan, kolsuz, sıfır yaka bir elbise vardı üzerinde. Küçük camekanlarda sergilenen altın bileziklerin, yüzüklerin, kolyelerin ışıltısından alamıyordu gözlerini. Sonra onu gördü, deniz mavisi gözleriyle. Elini avucunun içine aldı, panayır boyunca yürüdüler, en yüksek uçan sandalyenin merdivenlerini çıkıp arka arkaya oturdular. Uçan sandalye dev bir şemsiye gibi açıldığında kahverengi uzun gür saçları Seyfi’ye doğru uçuşurken el ele tutuşmaya çalıştılar, elleri havada birleşirken, yüzüne ferah bir gülümseme yerleşti, son panayırda düşleri gerçekleşmişti sonunda. Hiç durmadan döndüler, döndüler…
Bir cevap yazın