“Neden kıymet bilmiyoruz? Neden elimizdekilerin varlığını anlayamıyoruz? Hep olumsuz düşünüyoruz. İyi ve güzel şeyler bizi etkilemiyor. At gözlüklerini takmışız ve sadece görmek istediklerimizi görüyoruz, bazen de bize gösterilmek isteneni. Neden hastanelerde aklımıza ölüm geliyor? Neden doğum veya iyileşen, mutlu bir şekilde sevdiklerine geri dönen insanları düşünmüyoruz?” diye düşündü babasını kaybedeceğini bildiği gece.
Ay ve yıldızlar daha bir parlıyordu. Sanki babasını bekliyorlardı. O ana kadar aklına bile gelmemişti vefatı. Kimin gelirdi ki? Sevdiklerimizi o kadar çok severiz ki onlarsız bir hayat düşünemeyiz. Babası ile birlikte bir hayli süre yaşamıştı. O yüzden artık onun varlığı alışkanlık gibiydi onun için. Sevdiği, ona mutluluk ve güç veren bir alışkanlık. Hasta olduğu başka zamanlar da olmuştu, ama bu farklıydı. En azından o bunu hissediyordu, farkı hissediyordu.
Her hasta ölmüyor tabi ki canım. Ama hissediyordu. Hisleri yanlış çıksın diye yalvardı. Hisler de hata yapardı, hem de çoğu zaman. Şimdi niye yapmasınlar ki? Sevdiklerine doyamamış bu fedakâr adamın arık ortalarda olamayacağı hissini kendine yediremiyordu. Kötüler uzun seneler yaşarken iyilerin bu kadar kolay ölmesini de bu dünyaya yediremiyordu. “Karma’ya” inanmıştı ama rastgele her şey. Şansa yaşıyoruz. Şans da bir döngü içinde bir kere güzel bir şey başına gelince insanın sonsuz bir döngü içine arada topallayarak da olsa yürüyordu. Karma yok. Kendimizi mutlu etmek için uydurduğumuz bir şey. Gerçeklerden kaçmamalıydık ama gerçekler kötüydü, korkutucuydu.
Bunları düşünürken bir ileri bir geri gide gide kahve makinesinin yanına gelmişti. Ucuz kahveler midesini delecekmiş gibi hissetti. Midesinde hissettiği bu bulantı onu eski, bulanık bir anıya götürdü. O daha çok çok küçükken babası eve gelen misafirlere kahve yapardı. O kadar güzel kokardı ki. Annesi bu zamanlarda evde olmazdı. Babası onun da içmesine izin verirdi. Oysaki annesine göre “kahve içen kızlar kararırdı”. Bu sözü ilk duyduğu zamanı düşündü. Ne kadar korkmuştu. Bu onu güldürdü. Sonra da böyle bir günde gülebildiği için utandı. Son doğum gününde bir fotoğraf çektirmişlerdi babası ile. O fotoğrafta da gülmüştü, hem de çok. Son doğum günü olduğunu bilseydi güler miydi acaba? Fotoğrafa tekrar bakınca fark etti. Babası sanki biliyormuş gibiydi bunu. Gözleri dolmuştu. Hafiften ağlayacak gibi. Hafif bir gülümseme vardı dudaklarında. Ama mutluydu. O fotoğrafta asla ölmeyecek. Sanki evren onlara önceden haber vermişti. Ama onlar fark edememişti.
Ne diyecekti sevdiklerine? Babasının artık olmadığını nasıl söyleyecekti? Annesi delirirdi bir kere. Böylece kendi acısını batırdı kadın. İnsanlar o kadar acı çekiyordu ki onun acıları önemsizdi. İçine attı. Yığın olana kadar içine attı. Taşana kadar attı. Taşınca olanlar hakkında konuşmak, hatırlamak bile istemiyordu. Onu soğuk hastane odasına çağırdılar. Babasının yorgun suratı bıkkın, yaşlanmış ama mutlu gözüküyordu. Gülümsemeye çalıştı ama gülümseyemedi. Ona engel oluyorlardı. Ne bıktırdı babasını acaba? Hayat işte. Kötü şeyler oluyor, bizi yoran şeyler. Ama yine de yolculuğun sonu güzel ve gerçek renklerin olduğu bir yere çıkıyor. Nasıl olsa “yolculuklar, aşıkların buluşmasıyla nihayetlenir.” Onun yolculuğu nihayetlenmişti. O bunları düşünürken gözünü babasından ayırmadı. En sonunda geleceğini bildiği o an geldi ve babasının ağzından son sözleri döküldü: “iyi dayandım değil mi kızım?”. Hava soğuktu. Ay ve yıldızlar akşamki kadar parlamıyordu artık.