Uyandı. Kendini iyi hissetmiyordu. Ayağa kalkamadı. Beyni sanki sadece birkaç hücreyle çalışıyordu. Diğer zindanlardaki mahkumlara seslenmeye karar verdi. “Hey, kimse var mı?” dedi güçsüz bir sesle. Çıt yoktu bu yeraltı zindanlarında. Oradaki herkes öldü mü, gitti mi bilmiyordu. Bu sessizlik can alacak derecedeydi. Cezası hapis değil de sonsuz bir sessizlik içindeki sonsuz bir yalnızlıktı sanki. Gözleri iki adımın ötesini göremiyordu. Neredeyse her şey bulanıktı. Hücresinin dışına olan ilgisini de kaybetti böylece. Beynini zorladı. Hatırladığı tek şey tepelerinde bir şeylerin patladığıydı. Fakat arada bir şeyler kaçırdığını anlıyordu yavaş yavaş. Sanki yıllardır uyumuş ve kimse onu uyandırmamıştı. Yeni doğmuş küçücük bir bebek gibi bir hali vardı. Masum, ürkmüş ve her şeyden bihabermiş gibiydi.
Yorgun olan beynini zorlamaya devam etti. Patlayan şeyleri düşünüyordu. Tam da üstlerinde patladığını tahmin ediyordu çünkü o anda sarsıntılar, sesler onlara en yakın olanın ölüm olduğunu hissettiriyordu. Ve ondan sonraki korku çığlıklarını hatırladı. Herkes -kendi de dahil- bu yeraltı zindanın başlarına yıkılacağını düşünüyordu. Fakat ne tavan çökmüş ne de tavandan bir parça yere düşmüştü. Başı çatlamak üzereydi bunları hatırlarken. Bir süre için bunları düşünmeyi bırakmaya karar verdi. Ve bazı duygularının yeniden ortaya çıkmaya başladığının farkına vardı o sırada. Bulantı, açlık… O kadar güçlü duygulardı ki güçsüz oluşunun nedeninin bunlar olduğunu anladı. Bir süre boş boş uzandı, uyudu ve uyandı. Kafası yavaş yavaş yerine geliyordu. Sersemliği onun göremeyeceği diyarlara doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. Ayağa kalkmaya yeltendi. İlk başta sendeleyerek düştü. Kasları o kadar tembeldi ki, ancak ikinci deneyişinde kalkmayı başarabildi. Bulunduğu zindana göz gezdirdi. Yeni bir yer keşfeden küçücük bir çocuk gibiydi. Meraklı, aynı zamanda da ürkekti. Az önce yerdeyken üzerinde yattığı ince yatağı fark etti, ardından da boynundan beline kadar uzanan ağrıyı. Sendeledi, bir an düşüp bayılacağını zannetti.
Etrafını incelemeye kaldığı yerden devam etti. Sağ ve sol yanındaki duvarlar dökülüyordu. Arkasındaki de öyleydi. Dördüncü duvar yerine parmaklıklar vardı. İncelemeden yeniden yere bakmaya başladı. İncecik yer yatağı, kaskatı yastık ve battaniyeyi gördü. Ardından köşede biri uzun diğer ikisi kısa olmak üzere kalınca ipleri gördü- bunlara halat denebilir mi bilmiyordu-. Sonra el ve ayak bileklerindeki izleri fark etti. Bir zamanlar bu iplerle bağlı olduğunu anlamıştı fakat nasıl çözüldüğünü hatırlamıyordu. Sanıyordu ki birkaç yerden çürümüştü ipler. İplere olan ilgisi bitmişti. Boş boş yere bakmaya devam etti. Ağrısı şiddetlendi. O an hiçbir şey düşünemiyordu. Sadece acı ve açlık vardı. Ne kadar dayanabileceğini bilemiyordu açlığa ve bu amansız ağrının acısına. Merakını devreye sokarak unutmaya çalıştı acılarını. Tekrar incelemeye başlayınca iki eskimiş pabuç takıldı gözüne. Pabuçlara uzandı ve giydi. Böyle daha iyiydi. Başını kaldırdı ve yeniden parmaklıklara döndü. Bu sefer incelemeye başladı ve parmaklıklardan birinin yarı açılmış olduğunu fark etti. Geçip geçemeyeceğini düşünmeye başladı. Denedi. Hayır, olmuyordu. Biraz daha açılması gerekiyordu. Gücünü toplamaya, odaklanmaya ve parmaklığı zorlamaya karar verdi. Oturdu ve motive olmaya çalıştı. Eskiden de olduğu gibi şimdi de insanın beyin gücüyle her şeyi başarabileceğine inanıyordu. Evet eskiden inanırdı. Çok gençken. Bu ana kadar bunu düşünmemişti. İhtiyacı da olmamıştı zaten. Fakat ne kadar yalan olduğunu düşünse de şu an buna ihtiyaç duyuyordu inanmaya mecburdu.
Odaklandı. Artık inanıyordu. Bu kadar kolaydı, insan beyninin bir gücü de buydu işte. Kendini bir yalana inandırabiliyordu. Ayağa kalktı ve kendinden emin bir şekilde yarı açılmış parmaklığa doğru adımladı. Üçüncü adımını attığında yeterli mesafedeydi. Açılan kısımda bir demir çubuk dimdik, kusursuzca dururken diğeri kambur bir ihtiyar gibi bükülmüştü. Bükük demir çubuğa yüklendi. Ama en ufak hareket olmadı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra bütün gücüyle- ki bu çok da büyük sayılmaz bir güç- tekrar denedi. Bu sefer daha uzun yüklendi. Kıpkırmızı kesilmişti. Ve bıraktı. Çok az da olsa açılmıştı. Bir umut geçmeyi denedi. Hayır, olmuyordu.
Daha çok güç gerekiyordu ama o yıkılıyordu. Kendin yatağına attı. Çok uykusu gelmişti ve ağrısı da hafiflemişti. Kısa sürede uykuya daldı. Uyku, dostu rüyayı beraberinde getirdi. İçeri giren eli silahlı askerleri görüyordu. Zindandaki insanlar ne kadar zalim olsalar da içlerinde bulundukları durumun getirdiği çaresizlik onların yüreklerini korkuyla dolduruyordu. Bu korku çığlıklarla kendisini belli ediyordu. Çok sürmeden fark etti ki bu bir rüyaydı. Çünkü kendini kontrol edemiyor sadece kendi gözlerinden bir görüntü görüyordu. Rüyasında bir anısının hayat bulduğunu anladı. Tekrar neler olduğuna odaklandı. Askerlerin ateş ettiğini ve sıranın yavaş yavaş kendine geldiğini görüyordu. Yalvaran sözler ve bağırışlar, mermi kovanlarıyla beraber havada uçup düşüyordu. Kulağının hiç de aşina olmadığı bir dille bağırıp çağıran iki asker, karşısına geçip tüfeklerini kendisine doğrultu. Artık yalvarıp yakarmaya gücü kalmamıştı ve tetiklerde kasılan parmakları gördü. Ardı ardına iki silah patlaması, göğsünün iki tarafında saniyelik acılar ve gözlerinin kararması… Ve rüyadan korkuyla uyandı. Kendine gelmekte zorlanıyordu. Gözleri daha iyi görüydü. Bir süre sonra rüyayı, silah seslerini düşünüyordu. Üstünü, kıyafetlerini incelemeye niyetlendi. Göğsünün iki tarafında birer koyu kırmızı leke… Şaşkınlık duygusu devreye girmişti şimdi de. Rüyasının gerçekten de bir anıdan oluştuğuna şimdi tastamam emindi. Şaşkınlığının yerini heyecan alıyordu yavaş yavaş. Gözlerini sanki yerlerinden fırlayacakmış gibi hissedene kadar açmıştı. Kıyafetinin yakasına elini uzattı ve göğsünü görebilecek kadar açtı. Baktı ki göğsünün sağ ve solunda olmak üzere iki küçük yuvarlak iz. İnanamıyordu, yarası kapanmıştı. Hiddet ve korkuyla ayağa kalktı ve parmaklıklara dayanarak koridoru kesti gözleriyle. Yerdeki mermi kovanlarını, cesetlerden yayılmış ve kurumuş kan göllerini fark etti. Herkes ölmüş bir tek o ölmemişti. Deliliğin dağlarına çıkmaya başlıyordu. Neden ölmemişti? Ya bir daha da ölemeyecekse… Bu açlıkla sonsuza dek baş başa kalamazdı. Kendini toplamaya karar verdi. Aklı selim olmalıydı ama bu ne kadar mümkündü?
Tekrar düşünceler okyanusuna dalış yaptı. Belli ki uzun süre kimsecikler buraya inip bu mahkumları kontrol etmemişti. Kendisi de ölmüş olmalıydı. Hisleri yerindeydi ama. Uzun bir baygınlık geçirmiş, uzun bir uykudan uyanmıştı sadece. Ölüm onun için yok muydu? Bu soru, kafasında bitmek bilmeyen ölümcül bir fırtına gibiydi. Sadece bunları düşünürken yine güçsüzlüğüne yenik düştü ve bayıldı.
Çok geçmeden ayıldı. Hala aç ve susuzdu. Halsizdi. Hareket etmekte o kadar zorlanıyordu ki gözlerini açık tutmak bile güçsüzlüğünü katbekat artırıyordu. Midesi sanki kendi kendini sindiriyordu. Boynundan beline kadar uzanan ağrı artık canını daha da yakıyordu. Ölmek istiyordu. İntikam için adam öldürmek onu bu zindana getirmişti. Can almanın cezası canının alınmasıydı. Zaten ucunda direkt ölüm olması onun için ceza değildi, bunu göze almıştı ama tanıdıkları onun kellesini kurtarmıştı. O hiç istemese bile. Fakat idam edilmeyi şimdi çok daha fazlasıyla istiyordu. İçinde bulunduğu bu acı dolu anlar onu ölmekten beter ediyordu üstelik şimdi ölümsüz olabileceği gibi büyük bir ihtimal vardı. Ölmek istiyordu, sadece ölmek! Cezası bu değildi. Açlık değildi cezası. Bunu hak etmiyordu. Kafasındaki okyanustan bunlar geçerken bir şey daha geldi ufuk çizgisinden. Ama bu şeyin uzaktan kendine iyi gelip gelmeyeceğini kestiremiyordu. İyice düşünmek artık onun için imkansızdı. Çünkü deliliğin dağlarındaki yolculuğu zirveye tırmanmasıyla son buluyordu. Üzerinde iyice hatta hiç düşünmediği bu düşünce onun için ümitti. Belki de sadece intiharı onu gerçekten öldürebilirdi. Bu düşünce diğer bütün düşünceleri bastırıyordu, daha doğrusu kafasında başka hiçbir düşünce bırakmıyordu. Sonucunun, onu daha kötü bir duruma düşürebileceğini hiç düşünmemişti. Deli kanlıydı artık. Uzun ve kalın ipi yerden kaptı. Tavana baktı. Yanmayan lambanın bağlı olduğu demiri gördü. İnce yatağı ve battaniyeyi katlayabildiği kadar katladı ve yastığı da alarak hepsini üst üste koydu. Bu yükseltiyi sabitlemek için çok uğraşmasına gerek olmadı. İpin diğer ucunu alarak çember yaptı, katladıklarının üstüne çıktı ve gülümsedi. Kurumuş ince dudaklarından sessizce “Yapabilirim.” sözü döküldü. Ayak parmaklarının ucuyla ittirdi yükseltiyi. Boğulmaya başladı. Bir süre sonra gözleri karardı. Çok geçmeden gözleri tekrar açıldı. Tekrar boğulmaya başladı ve bu boğulmanın hiç bitmeyeceğini ve bundan kurtulamayacağını anlamanın verdiği acıyla boğulmaya devam etti. Aynı sonsuz açlık gibi yine sonsuz bir acı ve sonsuz bir döngü… Ölemiyordu. Yine ölemiyordu ama bu kez kendi elleriyle eklenen yepyeni ve büyük acılarla…
Bir cevap yazın