“Hoşgeldiniz efendim.”
“Tepemin tasını attırdılar yine! Duvarları yumruklamamak için zor tutuyorum kendimi…”
“Birazdan rahatlayacaksınız. İsminiz neydi?”
“Faruk Öztürk. Randevum saat birdeydi,” dedi. Enteresan bir tipti. Takım elbisesi olmasa güvenlik onu içeri bile almayabilirdi.
“Şöyle buyrun,” dedim, gömleğimin yakasını düzelttikten sonra devam ettim, “on dört numaralı odamızda sizinle ilgilenecekler.”
Uzun koridor boyunca konuşmadan ilerledik, lobi ne kadar aydınlıksa iç kısım da o kadar kasvetliydi. Kapı aralandı ve buzlu camın arkasında karşılama görevlimizin suratı belirdi. Hissiz ve mağlup. Cam kapı kapanırken Faruk Bey ceketini sandalyesine asıyordu. Sağ kroşeyle başladı. Yumrukları seriydi, ve sabırsızdı, ve tereddütlüydü belki de…
Bankoya döndüğümde bilgisayardan müşteri randevu kayıtlarına baktım.
Necmi Gülsu. Geliş sebebi: Ağabeyini iki yıldır misafir ediyor. İki yıl önce zili çaldığında sadece birkaç gün kalacağını söylemişti.
Anıl Atarcı. Geliş sebebi: Trafik.
Mert Güngör. Geliş sebebi: Trafik.
Haktan Bıçakcı. Geliş sebebi: Altı buçuk yıldır terfi almayı bekliyor.
Öfkelerinin sebebi benzer şeyler. İnsanlar mutsuzlar, ve kaçamıyorlar, burası hariç tedavi olabilecekleri bir yer yok.
“Emir n’apıyorsun?!”
Arkamı döndüğümde Haluk Bey’in nefesini göğsümde hissettim, Genel Müdür Yardımcımız. Ne konuda bilgili olduğunu bilmiyorduk ama her zaman kendinden emin bir şekilde koridorlarda dolanırdı.
“İşimi yapıyorum efendim.”
“Bak hala yapıyorsun! Senin sesin insanı ılık bir rüzgar kadar sakinleştiriyor Emir…” deyip elinin dışıyla burnunu sildi. Saçlarının çoğu dökülmüştü ve hırs surat ifadesindeki çoğu şeyi alıp götürmüştü. ”Bizim ciromuzu müşterilerimizin stres derecesi belirliyor. Unutma stres dostumuzdur. Öfke sevgidir.”
“Huzurlu şehir yoktur. Az medeniyet vardır.”
“Çok doğru!” diye haykırdı. Üzerime eğilip kolumu tuttuktan sonra devam etti: “İnsanların buraya gelmek için sebepleri var. Bu sebeplerine yenilerini ekleyebiliriz, ama sen bu konuda hiç istekli değilsin. Onlar hayatlarının bir döneminde bir hata yapıp bir işe girdiler ve bağlandılar. Düğümlendiler. Hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları masa örtüsü takımının taksidini ödeyebilmek için devam etmeliler… Yolda milyon tane olan Jetta’lardan birinin koltuğunda saatte iki kilometre hızla ilerleyebilmek için. Her sabah kalkıp patronlarının onlara yaptıracağı işkencelere katlanmalılar. Ve her şeyi bırakıp Cunda’ya yerleşemezler, çünkü bu döngüye ihtiyaçları var, yıllarını başkalarının işi için harcadılar, ve bunu kabullenecek cesaretleri yok. Bunun bir hiç için olduğunu işten çıkarılıp yerine genç birinin getirildiği gün fark edecekler. Buraya gelip birini pataklamalılar, sonra çocuklarının bezi ve şu konuşabilen ayıcıklar için çalışmaya devam etmeliler…”
”Biz de bu süreç boyunca onlara yumruk atacak sebep vermeliyiz.”
”Evet!” dedi tok bir sesle. Sonra kendi kendine söylenerek asansöre doğru yürüdü.
Sonraki gün işler daha yoğundu. Ne zaman işe akşamdan kalma gitsem önemli bir şeyler olurdu, bütçe haftası, yönetim kurulu ziyareti, ‘İkiye karşı tek Perşembesi’, ya da ‘Saha günü’ gibi. Kız arkadaşım ailesinin yanına İzmir’e giderken anahtarı bana bırakmıştı ve her gün parti veriyordum. Başta her akşamdı, ama sonra sürekli bir parti halini aldı. Derya, kız arkadaşım yani, dört gün sonra dönecekti ama evdeki insan sayısı her gün artıyordu.
Onbire kadar bankoda durdum. Sonra yerine baktığım sekreter geldi, ben de departmanıma döndüm. Kız nerdeyse her perşembe hastalanırdı. Ben o kadar akıllı değildim, önemli günlerde hastalanmayı akıl edemiyordum. Bizim bölüm, İdari İşler, binanın arka tarafındaydı ve camdan bakınca tek görebildiğimiz koca bir duvardı. O gün saha günüydü, sahaya çıkıp karşılama görevlilerimizi seçecektik. Aylık maaş, özel sağlık sigortası, servis karşılığında dayak yiyecek yeni görevliler. Maaş ve şu saydığım yan haklara sahip olmak isteyen insanların hangi semtten çıkacağı belli olmazdı. Halkalı, Fındıklı, Çiftehavuzlar, Çavuşbaşı…
İlk durağımız Hamidiye’ydi. Yardımcı şef arabayı kullanırken ben de kaldırımdaki insanları izliyordum. Burada hayat vardı, tamam ölüm de vardı ama en azından hissedebileceğiniz bir ruh vardı sokaklarda.
”Orada kalmanın bir yolunu bulmalıydın,” dedi. Bankoda kalmam gerektiğini söylüyordu.
”Ne kadar farklı olabilir ki…”
”Fazla dayanamayacaksın.”
Sokağın başından sağa dönüp yokuşu inmeye başladık.
”Aradığımızı en sefil mahallelerde bulamayız. Onlar torbacılık yaparak, adam öldürerek paralarını kazanabiliyor zaten. Üst kesim de olmaz tabii. Bizim aradığımız profil ikisinin arasında bir yerde.”
”Dikkat et!” dedim. Benim tarafıma park etmiş olan arabaların aynalarını alıp götürüyordu manyak herif.
”Paraya önem veren, daha iyi bir seçeneği olmayan insanlar lazım bize. Ve hayattan sağlam bir tokat yemiş olmalılar. Çünkü öylesi orospu çocukları orada durup dövülmeyi beklerken bunu sorun etmiyorlar. Pek umurlarında değil sanırım, bu fazlasıyla sapkınca bir şey, ideal karşılama görevlisi… Ama sadece para için gelmiş olanlar fazla dayanamıyorlar, güçsüz düşüyorlar.”
Güneş tepedeydi, yollar bozuk, insanlar aceleciydi.
”Şunu görüyor musun?” dedi kaldırımdaki göbekli adamı göstererek. Rengi kaçmış gömleği ve omuzlarına düşen saçlarıyla otuz yıldır oradaymış gibi görünüyordu.
”Ben konuşacağım,” dedim.
”Saçmalama hıyar! Başımıza iş alacan!”
Okulun girişine park ettikten sonra indik.
”Selamın aleyküm kardeş senin için bir te-”
”Sen kimsin lan amip?”
”Ben Engin,” dedi yardımcı şef. Kıkırdadığımı farkedip hışımla bana döndü.
“Siz Çayırbaşı’ndan mı geliyorsunuz a.ına koduklarım?” dedi adam.
“Hayır,” dedi Engin. “Biz Stres Dostunuzdur’un işe alım ekibinden geliyoruz.”
Yan dükkanlardan gelen kalabalık çevremizi bir yangın gibi sarmaya başlıyordu. Arkamı döndüğümde Engin amipi arabaya varmıştı bile. Koşar adımlarla arabaya döndüm ve gazladık. Yan aynada derimizden çuval yapmak isteyen otuz kadar insanın görüntüsü vardı.
Gültepe’den aşağı iniyorduk ve gecekonduların arasında ilerlerken yol iyice daralıyordu. Bir grup çocuk arabanın önünü kesince daha fazla ilerleyemedik, ufaklıklar salyalı suratlarını cama yaslamışlardı. Engin camını aralayıp cebinden çıkardığı bozuk paraları çocukların birkaç metre ötesine savurdu ve önümüz tekrar açıldı. Sonrasında benim önerimle arabayı güvenilir-yani diğer seçeneğe nazaran- bir yere koyup yürüyerek devam ettik. Sirenler ve sineklerle birlikte yürüyorduk, adım başı yüzümüze çarpan, nereden geldiği belli olmayan esintilerle yolumuzu bulmaya çalışıyorduk. Mahalleye girmiştik, kahvehanenin önündeki taburelerden birinde oturan adamı görünce Engin’in bakışları ona kilitlendi.
“Bu sefer sen gitsen daha iyi olacak,” dedi. Aşağı mahallelerdeki insanlar beni düşman olarak görmüyorlardı nedense. “İçerde yüz kişi vardır, bi salaklık yapma,” diye ekledi.
Ellilerindeki zavallı adam taburesine tünemiş önündeki çay bardağını izliyordu. Yavaşça masanın öbür ucuna oturup bir sigara yaktım.
“Sigara ister misin abi?” diye üfledim içimdeki dumanı.
Sigarayı uzattığımda göz göze geldik, yüzündeki kırışıklıkların arası keder ve çileyle doluydu. Bir süre sonra Engin de geldi.
“Dördüncü ayakta Rengül gelebilir,” dedim masadaki yarış bültenine güvenip, ama adam hiç oralı olmadı. Engin’le birbirimize bakıyorduk.
“Nerelisin kardeş?” dedi şef bozması.
“Amma konuşkan çıktı,” dedim.
Hiçbir şeye cevap vermiyordu bu manyak.
“Biz yeni bir oluşumuz, amacımız sunduğumuz hizmet ile toplumun huzurunu sağlamak,” dedi Engin, bir şeyler daha anlatmaya devam ediyordu ama kimse bir sikim anlamadı.
“Teklifimiz aylık üç bin lira,” dedim hızlıca.
“Tamam.”
“Nasıl?”
“Kabul mu yani?”
“Tamam,” dedi tekrar, ve bir dakika içinde sözleşmeyi imzalamıştık, ‘tamam’, bu kadar kolaydı işte.
Dönüş yolu daha sakindi, trafikte mahsur kalmış diğer insanları izliyorduk.
“Şirketleşince, küreselleşince ekonomik sıkıntıların düzeleceğini söylemişlerdi,” dedi Engin. “Kandırıldık. İşçi artık daha fakir, daha köle, bir kaza sonucu ölme ihtimali daha fazla.”
“Bin kişi bir kişi için çalışıyor,” diye mırıldandım.
“Uz. Çalışıyoruz!” dedi. “Onlar için ürettiklerimizin tadına bile bakamıyoruz. Kafamız attığında odalardan birine girip karşımızdakini pataklayamıyoruz bile… O odalar inşa edilirken cam kapılardan birini sırtımda taşıdım ben!”
“Yılda bir hakkımız var diye biliyorum ben,” dedim.
Işıklarda duraksadığımızda çocuklar yine peşimizden koştu ama yetişemediler.
“Bizim ürettiklerimizi bize satıyorlar,” diye devam etti Engin. Sonra tekrar etti: “Bizim ürettiklerimizi bize satıyorlar.”
“Tamam bizi boşver şimdi de, tüm bu tüketim çılgınlığına rağmen ürünlerin bir kısmı artıyor olmalı. Artan kısmı nereye gidiyor sence?”
“Bilmiyorum. Reklama, krediye, savaşa, teröre, siyasete belki. Bir gün bütün işçiler ‘biz bugün üretmeyeceğiz’ dese n’olur acaba görmek isterdim…”
“Hepimiz işsiz kalırdık herhalde,” dedim.
“Şuanki global krize bakılırsa yeni bir savaş yakında olmalı. Devleri krizden kurtaracak bir savaş…”
Sonraki hafta her şey daha zorlaştı. Derya beni iki günde bir evinden kovuyordu, işe üç vesaitle gidiyordum ve iddaada yüz elli lira kaybetmiştim. Bunlar yetmiyormuş gibi bizim bölümde iki kişi işe başlamıştı ve kuduz itler gibi oradan oraya koşuşturuyorlardı. İşimden olabilirdim. Ayda iki bin üç yüz liradan olabilirdim. Yorgundum, ve kararsızdım. Bu yüzden olmalı ki, internette bir psikolojik destek hattı reklamını gördüğümde sorunlarım hallolurmuş gibi geldi nedense. Ön bahçeye çıkıp bir sigara yaktım ve numarayı tuşladım.
“Kafam Rahat destek hattına hoşgeldiniz. Ben Özlem nasıl yardımcı olabilirim?”
“Merhaba. Aşağı sokağımda üç tane kuaför var ve hangisine gideceğimi bilmiyorum.”
“Nasıl yani?”
“Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Anlamadığım şeyler var. Geçen ay dört tane gömlek aldım, haftada bir gömlek eder. Ve şimdi sabahları dolabı açtığımda hangi gömleği giyeceğime karar veremiyorum. Yani Derya’da kalmışsam tabii. Neyse, o başka hikaye.”
“Beyfendi size şiddetle Köprüden Önce Son Çıkış pakedini öneriyo-”
Kapadım. Öğleden sonrayı monitöre bakarak tırnaklarımı yiyerek geçirdim. Bu çocukları geçmeme imkan yoktu, sürekli birilerini arıyorlar, sahaya çıkıyorlar, diğer bölümdekilere yardım etmek için boy sırasına giriyorlardı, hiç şansım yoktu anlayacağınız. Bu işin içinden çıkmanın bir yolunu bulmalıydım. Hizmet sağladığımız, çözüm ürettiğimiz konuda ben de çözüme ihtiyaç duyar hale gelmiştim. Hastanenin hasta ettiği biriydim. Veya tımarhanede çalışan bir deli. Düzeltmeye çalıştığımız şeyi kendi çalışanlarına da yaşatan bir kurumduk. Bu bir sistemdi belki de, her şeyi içine alan, kaçamayacağınız koca bir sistem…
Sonraki gün işe beş dakika geç kaldım. Kartımı okuttum ve masama oturdum.
“Yeni gelen karşılamacıyı gördün mü?”
“Hayır, bir bakayım,” dedim. Köşeyi döndüm ve oradaydı. Aman Allahım! Aynısıydı! Babamın bir kopyasıydı sanki. Yirmi yıl öncesine dönmüş gibiydik. Gür bıyıkları ve çatık kaşlarıyla oturuyordu sandalyesinde. Yıllanmış intikamım yanı başımdaydı, bulutların bir lütfu olmalıydı bu. Ürkek adımlarla bankodaki kızın yanına gittim.
“Acaba… Şey… Yani şuan müsaitse…”
“Elbette,” deyip gülümsedi. Ne kadar içten gülümsüyordu, neden böyle bir yerde çalışıyordu ki? Neyse, bir tuşa bastı ve kapı tekrar açıldı, benim için. Işıklar söndürülmüştü ve sağımdaki camdan giren gün ışığı sayesinde adamın silüeti zar zor seçiliyordu. Genelde olduğu gibi sol direkle başladım, sonra boğazına yapışıp onu yere fırlattım. Bir şeyler yerine oturmaya başlıyordu sanki.
Bir cevap yazın