*An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevebilseydim seni/
Cemal Süreya
Kısık sesli ihtiyar, iki yün cekedinin üstüne giydiği paltosunun eteklerini savura savura yürüyor.Sağ elinin işaret parmağı,havada daireler çizerken,sol eliyle ceplerini karıştırıyor. Anlamsızca bağırıyor. Öfkeyle ağlamak arasında gidip gelen sesi, bir kuş sürüsü olup güneşli apartman pencerelerine çarpıyor. Pencereler kapalı.
Mahallenin delisi,zamanın içinden uzun uzun geçiyor.
Köşedeki market,güne uyanmış.Kasaları kamyonetten indiriyorlar:Takıntılı,alaycı, uysal ve bir de havalı. Sebzeleri büyüklüklerine göre ayırmak,en iyileri alta sıkıştırıp ezikleri üste ustalıkla yerleştirmek takıntılının işi.Her müşterinin el attığı yeşil salata,havuç,lahana yerinden oynayacak,o da somurtarak düzeltecek. Bazen o sebzelere uzanan ellere bir tane indirmeyi geçirecek içinden ,kim bilir? -Orada yazıyor hanım bak,karnabahar adet fiyatı,tartmıyoruz! Alaycının işi, yerleri siliyor gibi görünmek ve süpürgenin incecik sopası ardına saklanıp takıntılıya gülmek. Temiz yüz sayım yaparken ikisine bakıp kızaracak ve kafasını kağıtlara gömecek. Havalı, yapılı gövdesiyle en ağır kasaları kaldırırken kara kaşlarının altından bir oyuncu edasıyla çevresine bakacak. Sokağın o köşesi,akşama dek sebze yapraklarıyla kaplanacak.
Ablasının dükkanına bakan yüncü M.Bey, yuvarlak gözlüklerini düzelterek bahçesindeki çiçekleri suluyor. Arada kaçamak bakışlarla, üstü özenle örtülmüş motosikletini süzüyor.Bir gün çıkacak o çok istediği Türkiye turuna motosikletiyle, yapacak,çok istiyor. Sabahları erkenden sahilde saatlerce yürümesi,form tutması boşuna değil.
Yeni Eczane, yeni olmayan rafları ve donuk camlarıyla, Şubat ayına yakışmayan bahar havasına sırtını dönmüş, kimselerin göremediği bir kışı yaşıyor. Bütün o kuş cıvıltıları, sıcaktan mayışmış kediler, çözülmüş gömlek düğmeleri filan umurunda değil kalfanın. Tezgahın ardında balmumundan bir heykel.
Bilgisayarcı A. Gözlerini indirerek selam veriyor. Renkli kovalar, halat ,boya ve lastik çizme kalabalığının kıyısında,nalburla ayak üstü sohbet ediyorlar. Aşılanmamış meyve ağaçları ve hastalıklı asmalarla kaplı bahçesine bir yığın pet şişe atılmış Nurgün apartmanının yanından geçerken, karşıdaki fırından Van çöreğinin sıcak,emek yüklü kokusu yükseliyor. Bu yetmezmiş gibi, hasretle bekleyip görmeyi ummadığım bir sevgilinin kokusu yanağımı hafifçe okşuyor.
Daha çok erken,çok erken ama..İşte orada, o küçük çıkmaz sokaktan bana bakıyor.Sapsarı minik binlerce çiçekle bezenmiş,güzelim mimoza ağacı. Onu gördüğüme sevineyim mi,yoksa kısa süre sonra ayrılacağıma üzüleyim mi ,kestiremiyorum. Orada, mimoza ile Van çöreği kokusunun ortasında dikilirken, zamanın durmasını diliyorum. Sanki, birbirine tek anda kavuşan ve kavuştuğu anda uzaklaşmaya başlayan , birbiriyle muteber ve güzellikleri, birbirlerinden farklı oluşlarında yatan her şeyin ortasındaymışım gibi hissediyorum. Aynı anda hem küçücük,hem kocaman oluyor ruhum.
Tam burada öpmeli insan sevdiğini,tam burada barışmalı işte.Geceyle gündüzün, sıcakla soğuğun,kuzeyle güneyin,doğuyla batının,güneşle ayın, çörekle mimozanın tam ortasında.Zamanın durduğu noktada. Tam burada sunmalı sözcüklerini.”Hayatımın serin rüzgarı”, “ Derdimin zehrini alanım”,” Kadim dostum”,”Ölüme inatla direnen arkadaşım”, “kahve kokulu sohbetlerimizin sevgili kişisi”, “ el verip sır vermeyenim” Kime aitse içimizdeki sözcükler, onlara ulaşmalı bir an önce. Ve alev alev yanmaktan vazgeçip donarak üzülmeye başlamış ruhun,buzları çözülmeli.
O sular,varsın kalabalık bir günün gözleri önünde aksın,ne çıkar? Çünkü, gecenin adı çıksa da,asıl gündüzdür gerçeği saklayan. Ama bu,bir sonraki yazının konusu .
“…İki kalp arasında en kısa yol,
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol” C.Süreya
Bir cevap yazın