Dalgaların sesi kulağımda, karşıda işveli bir kadın gibi sere serpe uzanmış Gelibolu’ya bakarken, eflatun sisin içinden süzülen ışıklar birer birer sönmeye başlayınca; çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği bu kasabadan artık daha fazla uzak kalamayacağımı anlamıştım.
Arka arkaya sıralanıp uzun bir kuyruk oluşturan tırların yanından geçerek, zorlukla iskeleye ulaşmış, çaresizce eskiden izler bulurum diye bakınmıştım ama yoktu. Babamın daha altı yaşındayken, yüzme öğrenmem için kasabanın diğer babalarının yaptığı gibi, beni kollarımdan tutup kaldırarak denize fırlattığı, küçük balıkçı teknelerinin yanaştığı, üzerinde hep balık pulları olan o merdivenleri de bulamamıştım. İskele yenilenip genişletilmişti, o güzel sevimli motorların yerinde, estetik yoksunu, şekilsiz araçlar vardı, içim cız etmiş, kendime yabancılaşıp, kaybolmuşluk duygusuyla sarsılmıştım. Zamanın neresindeydim? Niye her şey bu kadar değişmişti… Rüzgar; yüzümü sevgilinin nemli elleri gibi sardığında, genzime dolan yosun kokusuyla birlikte çocukluğuma açılan kapıdan içeriye süzülüverdim.
Annemin hiç bitmeyen bir hüzünle mırıldandığı içli şarkılara eşlik gelen mutfaktan gelen kızarmış patlıcan ,biber kokuları, oyuna ara vermeden kana kana su içtiğim tulumba, babamın gelişini haber veren tütün kokusu, bahçe kapısının hemen dibinde sıralanmış mor hüsn ü yusuflar, yan komşumuz Hasibe Teyzenin her zaman açık radyosundan yayılan neşeli nağmeler, top peşinde koşan çocukların ayak sesleri, haykırışlarımız, babaannemin bastonunun tıkırtısı, oturma odasının penceresinin altından minik evimizin her köşesine kokusunu bırakan pembe şebboylar….
Otuz yıldır handiyse, bütün dünya denizlerini görmüş, o yabancı denizlerden esen rüzgarların yüzümü okşamasına izin vermiştim ama hiç biri, şimdi bana çocukluğumu, ilk gençliğimin heyecanlarını getiren bu kokular, bu sesler kadar efsunlu değildi. Derin düşünceler içinde, bankta oturmuş kendimle kavgalı ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Naciye Abla evi derleyip toparladığını, kalabileceğimi söylemişken, evimizi caddenin karşısından izlemekle yetinip geceyi yeni açılan otelde geçirmiştim.
Girersem o bahçe, yıldız çiçekleri, annemin kuruduğu halde ağabeyimle benden izler taşıdığı için kesmeye kıyamadığı, bir zamanlar küçük bahçemizi neşelendiren erik ağacı, hepsi birden ayaklarıma yapışıp beni buraya bağlayacakmış gibi geliyordu. Başka gidecek yerim, bekleyen kimsem de yoktu oysa…
Annemin kederli, vakur yüzü belirdi gözümün önünde, her zamanki gibi sessizce tulumbadan su çekip çiçekleri suluyordu. Onun çiçeklerle gizli bir bağı vardı, gerçekten vardı. Babam annemin yanından hayalet adımlarla geçip, erik ağacının altındaki tahta divana oturmadan önce, cebinden bafra sigarasını ve çakmağını alıp gri yakası eğrilmiş ceketini erik ağacının dalına iliştiriyordu. Ağabeyim, uzak bir yerlerdeydi, gelecekti bir gün sanki, benim dışımdaki herkes oradan bir daha eve dönemeyeceğini anlamıştı da bir ben anlayamıyordum , oysa onu büyük bir kalabalıkla toprağa bıraktığımızı ben de biliyordum.Yine de…Mutfaktaki sedirde kitap okurken bir yandan camdan onları gözlüyor bir yandan da ağabeyimi ne kadar özlediğimi düşünüyordum.
Askere gitmeden önce niye bir söz olsun kesmemiştik, annemin kederinin azalmasını mı beklemiştik bilmiyordum, ömür boyu o güzel gamzelere hapsolup kalacağımı da. Babam sesine neşeli bir tını vermeye çalışarak “Askerliğini yapsın hele bir, ben onu belediyeye sokacağım sonra da evlendiririz” demesi bugünkü gibi kulaklarımdaydı hâlâ.
Ağabeyime olanlardan sonra, ben dahil hiç birimizin üniversiteye gitmemle ilgili hayali kalmamıştı.Ağabeyim gibi hukuk okuyacaktım güya. Kasabadaki yeni açılan lise yerine daha eski, iyi bir liseye kayıt olup, karda kışta Gelibolu ‘ ya gidip gelmeye o yüzden katlanmıştım.
Sevaller, babası emekli olup da kasabaya geldiklerinde, ağabeyimin İstanbul’da hukuk Fakültesinde ikinci yılıydı, hayat güzeldi. Hem de çok güzeldi. Sonra lise ikiye başlayacağım yıl birden her şey tepe taklak olduğunda Seval’in varlığı olmuştu beni yeniden hayata döndüren.
O sıcak bakışlar, masum öpücükler, saçlarından yayılan yasemin kokusu… Askerlik zordu ama Seval’in hayaliyle günler gelip geçmişti yine de. Sonraları o özlem dolu mektuplar mazi olduğunda, kocaman kara bir boşluğun içinde bulmuştum yine kendimi. Oysa mektuplar kesilmeden daha birkaç ay önce izine geldiğimde” Annem, beni ileri yaşında doğurduğu için kapı önüne bile çıkartmazdı, hayatı pencere önünden seyrettim, çocuklarımızın senin koştuğun sokaklarda koşmasını, tırmandığın ağaçlara tırmanmasını istiyorum” demişti, başını omzuma yaslayıp saçlarının kokusunu içime çekerken.
Gelibolu’ya gelin gittiğini söylemişti arkadaşlarımdan biri adeta utanarak. Bir dişçiyle evlenmiş. Şimdi gelinlikler içinde bana mahcup gülümsemesini hayal ediyordum. Belki de hiç pişman değildi beni terk ettiğine, hiç özlememişti, bir kızı olduğunu duymuştum. Kendimi gemilerle denizlere vurduğumdan bu yana annemle babamın ölümleri dışında kasabaya uğramamışken şimdi neden buradan hiç ayrılmamış gibiydim?. Evi, ışıkları bir bir sönen lambalardan hangisinin sokağındaydı? .
“Sevda, efsunlu bir bahçedir. Önce sisler içinden yayılan güzel kokularla seni içine alır, kuytu köşelere gizlenmiş kimsenin daha önce kimsenin görmediği bilmediği bir çiçeği arar durursun, öyle bir çiçek yoktur oysa ama artık o bahçeden bir daha çıkamazsın.”
Yanıma bir gölge gibi usulca süzülüp, tuhaf laflar eden kadına doğru yüzümü çevirdim. Fısıltıyla konuşan bu kadın kimdi? Hayal mi görüyordum yoksa?. Dikkatlice yüzüne baktım, konuşması gibi kıyafetlerinin de modası geçmişti. Kırmızı siyah kareli dizlerine kadar inen pileli bir etek, yakası fırfırlı kolsuz, beyaz, ipek bir bluz vardı üzerinde. Mavi gözlerinin ışığı henüz sönmemişti altmış, altmış beş yaşlarında gösteriyordu. İnce beyaz elleri hayatı boyunca iş görmemiş gibiydi. Gözlerindeki hüzünse hiç yabancı değildi. Hava, açık ama serindi, eylülün son demleriydi, normaldi serin olması. Normal olmayan kadının üzerindeki ince giysilerdi, yine de o hiç üşüyormuş gibi görünmüyordu. İçimden bunlar geçerken, tuhaf kadın da beni bir yerlerden tanıyacakmış gibi baştan aşağıya süzmeye başlamıştı bile. Ne demem gerektiğini bilemeyince susup kalmıştım, yutkunmakla yetindim, söylemek istediğim sözler içimde saklanmış çıkmak istemiyorlardı sanki. Konuşmaya çok ihtiyacım vardı oysa.
“Subay Nurcihan’ı neden almadı?” diye sordu bu kez” turkuaz gözlerindeki o tarifsiz hüzünle. Nurcihan adı hiç yabancı gelmiyordu, tanıyor olabilirdim pekâlâ… “Subay Nurcihan’ı neden almadı” diye fısıldadı yeniden kederli. Sustuk birlikte çok şey anlatarak, dalgaların sesleri geçmişin seslerine dönüşürken. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. Sonra daha genç başka bir kadın bitiverdi yanı başımızda. Beyaz tenli, bal renkli gözlerinin altındaki minik çilleriyle sevimli biri. Kot pantolon, mavi, kısa kollu, v yakalı tişört onun üzerine de kısa bir kot ceket giymişti. Tişörtün yakasından taşan dolgun göğüsleri ve çocuk bakışlarıyla başımızda dikilip ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimdi? Nurcihan o muydu yoksa?. Olamazdı, terk edilecek birine benzemiyordu güzeldi, alımlıydı. Artık gün iyice aydınlandığı için yüzünü açık seçik görebiliyordum. Kırk yaşından fazla göstermiyordu. Kaç yaşında olursa olsunlar insanın gözlerinin içine doğrudan hep çocuksu bir saflıkla bakan kadınlar vardır ya onlardandı işte. Çok önceden beri tanıyor gibiydim. Ama nereden?
“Kusura bakmayın rahatsız olmamışsınızdır umarım. Halam bazen böyle daha gün ağarmadan buraya gelir, şu oturduğunuz bankta saatlerce oturup hiç gelmeyecek birini bekler.”
Kadının ses tonu, çocuksu görünüşüne karşın tok ve ikna ediciydi. Ne tesadüf ben de hiç gelmeyecek birini bekliyorum aslında diyemeden, bu duruma şaşırmış gibi yapıp ellerimi iki yanıma açıp şaşkınlıkla sağa sola bakındım. Neşeli gözlerini gözlerime dikip baktı bir süre sonra elini uzattı.
“Ben Meral dün akşamüzeri az ileride karşılaşmıştık sizinle.”
Hatırlamıştım biri evcil diğeri sokak köpeği kapışmak üzereyken ayırmıştık birlikte, insanın içini aydınlatan bir gülümsemesi vardı.
“Ben de Hakan”
“ Siz buralı mısınız?”
Hiç kimseyle konuşmak istemezken arkadaşlarımı bile arayıp sormazken hiç tanımadığım iki kadınla aynı bankta oturup tuhaf bir sohbetin içinde bulmuştum kendimi, bundan bir rahatsızlık da duymuyordum üstelik…
“Subay Nurcihan’ı neden almadı.”
Nurcihan’ın buğulu gözlerine yıllardır bulamadığım soruların cevabını bulacakmışım gibi uzun uzun baktım ama ne verebileceğim ne de alabileceğim bir cevap vardı. Sonra o birden, sağ elimi avucuna alıp,
“Sen Neriman Ablamın Hakan değil misin?” diye sordu.
Şaşırmıştım, ellerimi çekerek
“Annemi tanıyor musunuz?” dedim.
Başını daha genç olan kadına doğru çevirip anlatmaya başladı.
“Ah Neriman Ablam ne iyi bir kadındı. Bir kere küçüktün seninle de gitmiştik, Lapseki Yolunda bahçeli her yerinden çiçekler fışkıran bir ev hatırladın mı ? “
Yeğeninin yüzündeki gülümsemeyi gördükten sonra devam etti, sesindeki hüzün kaybolmuştu şimdi. “ “Akrabayız aslında, annesiyle dedelerimiz kardeş.”
Nemli gözlerle karşılara bakarak
“Her pazar sabah en erken kalkan motorla gelirdi Halit, iskeleden inişini görür görmez koşarak aşağıya iner, bahçe kapısında beklerdim gelmesini”
diye mırıldandı yine hüzünlü bir sesle.
Yüzüne bir kez daha dikkatle baktım, çok eskiden koyu mavi gözleri olan bir genç kadın belirdi gözümün önünde sonra çamlığa giderken ikinci katın penceresinden el sallayan…
Ne zaman denize kadar uzanan çamların altındaki tahta masaların sandalyelerin olduğu çamlığa gidecek olsak; kırmızı rujlu dudakları, kabartılmış saçları, siyah kalemle çerçevelenmiş gözleri, gök mavisi ipek elbisesiyle onu, pencereden denize bakarken görürdük. Bazen pencere altından konuşurlardı annemle, ben o arada oyalanırdım kendimce, sonra yanından ayrılır ayrılmaz; annem fısıltıyla sorardı karşısında biri varmış gibi boşluğa bakarak “Subay Nurcihan’ı neden almadı?” niye böyle konuştuğunu anlayamazdım, anlamak da istemezdim pencerede oturup hep uzaklara bakan kadının o delici bakışlarından ürpererek bir an evvel uzaklaşmak isterdim sadece. O zamanlar bir süre kasabanın kadınları bir araya geldiklerinde bu soruyu sormuş olmalılar, hayal meyal anımsıyordum konuşmaları. Zamanına göre okumuş bir kız olduğunu da. Geniş bakımlı bir evde oturduklarına göre ekonomik durumları da iyi olmalıydı. Gerçekten subay niye evlenmekten caymıştı? Şu anda bile güzeldi, sadece artık gözlerindeki o delici bakışlar yoktu yerini şaşkınlık ve hüzün almıştı. Bir de almak neyin nesiydi? Şimdilerde evlenecekleri kişilere kızlar karar veriyordu daha çok ya da birlikte karar veriyorlardı. Çok eskilerde kalmamış mıydı? –Subay Nurcihan’ı neden almadı?- sorusu…
Güneş artık ısıtmaya başlamış, karnım acıkmıştı. Kısa bir suskunluk sonrası, sohbete evin bahçesinde kahvaltı masasında devam edelim diyorlardı.
Her ikisinin de ısrarla yaptıkları kahvaltı teklifini kabul edip etmemekte kararsızdım. Peşlerine takılıp davetlerine uyup gitsem ne kazanacaktım gitmesem ne kaybedecektim bilmiyordum. Sonra bir şey oldu esrarlı bir şey.Tam da Meral , bal rengi gözleriyle gözlerimin içine bakarken. Doru bir atın üzerinde rüzgârdan uçuşan beyaz elbisesiyle Seval’i gördüm bana el sallıyordu Gelibolu’ya doğru atını sürüp giderken.
Nurcihan Abla; uzaktan akraba olduğumuza göre, artık abla diyebilirdim pekala, bir kez daha umutsuzca
“Subay Nurcihan’ı neden almadı” diye mırıldandı. Diyebilseydim; gidenler dönmez dönseler de aynı olmaz hiçbir şey diyecektim ama sesizce peşlerine takılıp sıcak demli bir çayın özlemiyle ağır ağır yürüdüm. Belki de aradığım sıcak çayın ötesinde başka bir sıcaklıktı. İnsan sıcaklığıydı. Belki de çıkamam sandığım o efsunlu bahçeden çıkmaya karar vermiştim kimbilir. Belki de…
Bir cevap yazın