Güneş ağır ağır batıyordu. Dalların ucunda sallanan yapraklar gölgelerini gizliyor, akşam serinliğini getiren rüzgarın
sert üfleyişi ile kıpırdanıyorlardı. Pek yakından duyulan akşam ezanı kimilerini ibadete, kimilerini evlere çağırıyordu.
Mahallenin taştan yolu, eski kunduraların hüzünlü türküsüyle takırdarken Selma ana tahta çerçevelerle döşenmiş ince
camın ardında tekli koltuğa oturmuş uzun zamandır hasret kaldığı, kapısının önünde sonlanan ayak vuruşları
anımsamaya çalışıyordu. Faydasız bir düşünceye kapıldığının farkında, bunun kendisine üzüntüden başka bir şey
vermeyeceğinin bilincindeydi. Amma velakin adını koyamadığı bir dürtüye boyun eğerek bu anımsamayı gitgide
derinleştiriyordu.
Neredeyse kör bir hale gelene değin, etrafını göremeyecek ve duyamayacak hale gelene değin kendisini dibe çeken
girdabın kuvvetine teslim olacaktı ki kapı zilinin tiz sesi ile irkildi. Zil tek sefer çalmış, kısa bir basıştan sonra
susmuştu. Selma ananın gözleri tüplü, siyah beyaz gösteren televizyonun yanındaki ihtiyarlamış saate ilişti. Akrep
beş’i uğurlarken yelkovan dört’e merhaba demek üzereydi. Selma ana ağrıyan bacaklarını yavaşça koltuktan indirerek
odundan yapılma kapının önünde sonlanan yolu belini tuta tuta adımlamaya başladı. Terliklerini halının üzerinde sürte
sürte ilerlerken içini kaplayan her akşamki sevincin bu akşam baş göstermediğini duyumsadı.
Zil bir kez daha aynı tizliğiyle çaldı, ana: ”Geldim!” diye bağırarak karşılık verdi kuvvetsiz ses tellerinin tüm
çabasıyla. İki kişinin zar zor sığabileceği ufak mutfağın yanından geçti, duvara döşenmiş bir askılığın ve üst rafı
kırılmış ayakkabılığın bulunduğu koridorun sonuna iç geçire geçire geldi.
”Kimdir o?” dedi, kısılıp yükselen sesi kapının altından ve diğer tüm boşluklarından ardına sızdı. Yan binanın hemen
bitişikteki katından yükselen çekiç seslerinden olacaktı ki dışarıdaki anayı duyamamıştı. Cevap gelmeyince bir süre
bekledi sonra kapıyı ikinci kilitteki zinciri çıkarmadan araladı, tereddüt dolu bakışlarla göz gezdirerek kapının
ardındaki çökük surata baktı. Gördüğü kişiden dolayı içi rahatladı, kapıyı derin bir nefes alarak sonuna kadar açtı.
Ucu karton gibi bükülmüş mavi şapkanın altında mor göz altlarına, çökmüş yanaklara ve kurumuş dudaklara sahip
bir sima vardı. Daha aşağılara inildiğinde pek de yapılı olmayan vücudunu sarmalamış, şapkasından bir ton daha koyu
renkteki pantolonu ve buruş gömleği görülüyordu. Boyu ne kısa ne uzundu. Kaymış gözlerine ve beklerken duvardan
destek almasına bakıldığında günün son haberini dağıttığı anlaşılıyordu.
”Oğlundan haber ver ana.” dedi postacı selam dahi vermeden.
Ana, postacının eline baktığında gördüğü iki zarftan sonra: ”Neden iki mektup vardır, mühim bir şey mi yoksa?”
”Geçen ay yazılan mektuğların bazıları postanede unutulmuş. Mahkumlardan yollananların arasına yenileri
eklenirken de fark edilmiş ana. Mektubun içeriğini ama sayısına bakıp da mühim bir şey diyemem.”
”Neyse, geç oğul geç. Çaydanlığa su koymuştum, sen bana okurken içeriz.”
Postacı bu güzel teklifi istemeye istemeye geri çevirdi, omuzlarını üzgünce silkerek: ”Girmeyeyim be ana, birkaç eve
daha uğramam gerekiyor… Ben şimdi sana Ayşe’yi yollarım o okur.”
”Tamam evladım, Allah senden razı olsun, işin rast gitsin!”
”Allahaısmarladık ana! Yarın öğlen sana uğrarım, bir ihtiyacın varsa söylersin bana.”
Ana başını aşağı yukarı sallayıp üzgün bir ifadeyle uğurladı postacıyı. Eline tutuşturulan mektupları teker teker
kokladıktan sonra sol gözünden akan birkaç damla yaşla beraber belini tutarak pencere kenarı koltuğuna oturdu
tekrardan. Mektubun birini açtı, okumak için uğraş vermeye başladı.
”Canım anam…” yazıyordu mektubun başında. Bu iki kelimeyi rahatlıkla okuyabilmişti. Okurken de oğlunun
söyleyiş tarzı ve ses tonu kulağına çalınmış, ”Anam.” derken beliren içtenliğiyle ortaya çıkan vurgu yüreğini
dağlamıştı. İçini çekti ilk iki kelimeyi birkaç kez okuduktan sonra. Kontrolü dışında titreyen çenesi, dolmaya başlayan
iri gözleriyle iş birliğine girişerek onu pes ettirmeye çalışıyordu. O, pes edişten dolayı değil, okuyamadığı kelimelerin
belirmesinden dolayı okumayı bıraktı ve artık hepten kararmış havaya bakarak Ayşe’yi beklemeye koyuldu.
Yorgun gözleri yıldızsız gökyüzünün kudretli derinliğinde kaybolmuş, dalıp gitmişti. Ana, pürüzsüz düzlüğü bir kara
tahtaya benzetti. Gülümsedi, eline bir tebeşir aldığını düşleyip karanlığı çizmeye meyletti. Bir yuvarlak çizdi ilk önce.
Sonra o yuvarlağın içine iki göz, bir ağız ve burun olduğunu sanan bir çizgi… Gülümsedi, çizdiklerinin gökyüzünde
esen bir rüzgar tarafından kaybolacağını düşünüp panikledi. Takındığı seri hareketleri devam ettirerek içi doldurulmuş
yuvarlağın altına aşağı doğru uzun bir çizgi çekti ve o çizgiyi yana doğru iki ayrı çubukla şereflendirdi. Tebeşiri gurula
boşluğa bıraktı, ilk eserini beklediğinden de iyi bir biçimde sonlandırmış bir ressam gibi arkasına yaslanarak resmin
göğü onurlandırışını izledi.
Resmin arka planı dışındaki her şey, çizgileri arasındaki boşluklar bile oğlu Kadir’in ilk çizdiği resimden farksızdı.
Evet, diye düşündü, kağıdı hala saklıyorum. Bundan farklı olamaz. Nasıl da mutluydu onu bana gösterirken…
Gülümsemesi ve olduğu yerde zıplayışı hiç aklımdan çıkmıyor. İç geçirdi, düşünceleri bir anda toz bulutu misali
dağılıp başka bir mahallenin çocuklarının pantolon paçalarını pisletmek için rüzgara karıştı.
Bir cevap yazın