‘‘ Kimseye anlatmayacağına söz ver,’’ dedi. Ağlamaklı ses tonu gülünç geldi bana birden.
‘‘ Bu kadar önemli ne olabilir ki? ’’ Gülümsedim kaygısızca.
İşten çıkıp gelmiştim aradığında. Hayati bir mesele olduğunu, benimle mutlaka
görüşmesi gerektiğini söylemişti. Üzerinde düşünmedim. Her zamanki hallerine yordum.
Böyle şeyler yapardı arada sırada, ne de olsa bizim Hakan’dı işte.
Tavrıma bozulduğu apaçık ortadaydı. Canı sıkkın bir yüz ifadesi takındı hemen. Bir
kafeye oturmuştuk, ikimizin de en çabuk ulaşabileceği ortak bir yer tespit etmiştik. Sıradan bir
yerdi. Etrafına huzursuzca bakındı, sol bacağını olduğu yerde sallayıp duruyor, bacağı arada
bir masaya çarpıyor, küçük yuvarlak kirli masa tıngırdayıp duruyordu. Bu ses sinirimi bozdu.
‘‘ Sakin olsana!’’ diye bağırdım istemeden. Yüzü kızardı, öfkeli bir bakış fırlattı bana.
‘‘ Sakin ol! ’’diye tekrar ettim, bu sefer sesimi alçaltarak.
Bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti sigarasından. Elinde sigarası olmasına rağmen
saçlarını geriye doğru düzeltti.
‘‘ Elimde değil, çıldırmak üzereyim.’’
Oturduğumuz ara sokak yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Araçlara kapalı olan
uzun dar sokağın sağında ve solunda kafeler, lokantalar, börekçiler, pastaneler sıralanmıştı.
Belediye görevlilerinin sabah erkenden temizlediği eski sokak günün bu saatinde çer çöpe
bulanmış, insanların umarsızca topukları arasında sürükledikleri artıklar oradan oraya savrulur
olmuştu. Etrafı ağır yemek kokuları sarmıştı. Bir yerlerden çıkıp gelen tanıdık fakat iştah
açmayan kokular. Akşam çöktükçe şehrin üzerine herkes bir yerlere yetişme telaşına
kapılmıştı. Birkaç saat sonra hava tamamen karardığında, şehrin ışıkları tüm şehri ve bu sıkıcı
sokağı ele geçirecekti. O zaman parıltılı ışıklar bir yorgan gibi kenti örtecek onun bütün kirli,
pis, çirkin tarafları o şıkır şıkır aydınlık tarafından emilecekti.
Bütün o koşuşturmaları izlerken bunları düşünüyordum. Hakan’ı karşımda çaresizce
kıvranan arkadaşımı tamamen unutmuştum.
‘‘Abi ya! ’’Diye haykırdı. Derin dalgınlığımı yararak.
‘‘ Nedir oğlum derdin? Anlatsana artık.’’ Zeytinyağı gibi su üstüne çıktım hemencecik.
Garson iki çay getirdi. Daha önce kirli bir bezle pis masayı silmişti, masanın üzeri ince
bir yağ tabakasıyla kaplanmıştı. Garsonun ter kokusu ters bir rüzgârla yüzüme çarptı. Midem
bulandı. Önümdeki çayı geri ittirdim. Hem aç karnına canım çay falan içmek istemiyordu. Bir
sandviç söyledim. Hakan istemedi. Konuşmaya başladı bir sigara daha yakarak, Eda’yı son
zamanlarda değişen davranışlarını anlatmaya başladı. Anlattı, anlattı. Birkaç cümle sonunda
ipin ucunu kaçırdım. O anlatmak istiyordu, benimse kimseyi dinleyecek halim yoktu. Hava
bahara dönüyordu. Canım birkaç gün izin alıp şehri ve tüm bu kalabalığı bırakmak istedi.
Sakinliğin kol gezdiği tatil beldelerinden birine sığınmak, bir göl kıyısı mesela, yok yok göl
kıyısında çok sinek böcek olur. Deniz kenarı daha iyi hem tatil sezonu henüz açılmamışken,
doğanın içinde, ağaçların sarıp sarmaladığı, taze çimen kokusunun buram buram yayıldığı,
kuş sesleriyle uyanacağım bir yer..Ya da temelli çekip gitmeli buralardan. Yorgun şehrin
yorgun insanlarıyız biz.
‘‘ Birisiyle görüşüyor galiba,’’ dedi. Bunu bağırarak söylemişti. O güzel yerden çıkıp geldim.
‘‘ Sabahtan beri ne anlatıyorum ben? Aaa, Kim olacak? Eda, diyorum Eda.’’
‘‘ Hadi canım, sen de! ’’ Cık cık edip başımı salladım.
Tekrar anlatmaya koyuldu. Uzayan telefon görüşmelerinden, gizli saklı
konuşmalarından, internete fazlasıyla takılmasından, çocukla, evle, hatta anne babası,
kardeşleriyle ilgilenmeyişinden ve bir ton şeyden daha bahsetti. O konuşurken sandviçim
geldi. İçini açıp baktım. Yenilecek gibi görünmüyordu. Şöyle güzel bir İskender olsaydı..
Midem kazınmaya, kafam şişmeye başlamıştı. Buradan hemen kurtulmalı ve kendimi Ali
Baba’nın yerine atmalıydım. Vakit çok geç olmadan yapmalıydım bunu.
Gözlerimi oldukça kararlı bir ifade takınarak Hakan’a diktim. Derin bir nefes aldım ve
tüm gücümle, söylediklerinin çok saçma olduğunu, Eda’nın böyle bir kadın olmadığını, son
zamanlarda onu ihmal ettiğini, kadının bütün gün evde çocukla bunalmış olduğunu, onu bir
yerlere götürmesini, sürprizler yapmasını, saçma sapan şüphelere kapılacağına biraz ilgi
göstermesi gerektiğini söyledim. Beni dikkatlice dinledi.
‘‘ Öyle mi dersin? ’’ Yüzü gevşedi, yumuşadı.
‘‘ Tabii ya! Hatta benimle burada oyalanacağına, hadi yürü evine! ’’
Gülümsedi, aniden kalktı. Cüzdanını çıkardı.
‘‘ Bırak,’’ dedim eline asılarak. ‘‘ Ben öderim.’’
‘‘Sağ ol abi.’’ Omuzuma bir yumruk attı.
Bütün bunları ağzımda gevelerken Eda’yı bir önceki gün yakışıklı genç bir adamla
samimi bir şekilde gördüğümü söylemek aklımdan ucundan bile geçmedi. Küçükken de
böyleydi bu, saf çocuğun tekiydi. İki cümleyle ikna oldu.
Bir cevap yazın