Artık gitmesi gerekiyordu adamın. Biraz daha kalmak istemez miydi? Pek mümkün görünmüyordu bu. Ayakkabılarını giyerken ağırdan aldı. Derince, umutsuz bir nefesi boşluğun sırtına vurup, unuttuğu bir şey var mı diye ceplerini yokladı. Tastamamdı her şey. Gönülsüzce bir kapıya, bir sönük gözlerine baktı kadının. Kadın her zamankinden daha alımlı, hatta fazlaca güzel göründü gözüne. Kimilerinin böylesi bir kasırgaya kapılacak kadar şanslı olmadıklarını düşünüp bir yandan kendisiyle övünüyor, bir yandan da artık yol ayrımına geldiklerini düşünüp huzursuz oluyordu.
Dışarı çıktığında bir süre nereye gittiğini bilmeden yürüdü. O gün ne soğuk ne de griydi şehir. Ya da bedeni buz kesmişti de, hissetmiyordu artık. Uykulu mu yoksa uyanık mı olduğunu da tam kestiremiyordu. Ruhunu dörtnala köpüğe bulamış bir kısrak gibi, hissi kırbaçlı bir acının tazeliğiyle batıya çevirdi yönünü. Güneş karşı yamaçlardan batışa geçmişti. Daha bir dikkatli süzdü adam. Sanki yerküreyi çokça ısıtmıştı da, bir de kibirle ardına bakması kalmıştı. Adam, güneşin kendini ağustos ayında zannettiğini düşünüp belli belirsiz gülümsedi. Bu akılsız tebessümün farkına varsa keyfi kaçardı belki de.
Ayakları birbirine dolanarak eve doğru yollandı. Ne zaman, hangi yoldan ve ne düşünerek gittiğini hatırlamıyordu. Aklında, sevgilisinin artık pek de umut vermeyen o kuşkulu ve buz gibi bakışları vardı sadece. Daha önce birçok kez öfkeyle de bakmıştı sevgiyle de ama bu bakışlar yeniydi. Yenilik dendi mi iki kez düşünecekti insan. Yani demek ki hâlihazırda olgunlaşmış ama fırsat bulup da söylenememiş bazı duygular evrim geçiriyordu.
Bir saat miydi yoksa bir yıl sonra mı ne, telefonu çaldı adamın! O arıyordu. Telefondaki ismi görünce bir kez daha yaralandı yüreği. Çünkü ilk günden itibaren ismi, sesinin tonu ve kıvrak zekâsı aklını başından almıştı adamın. Şimdiyse dalga dalga öfkeli bir tonda geliyordu sesi. Adam olacakları az çok hissedebiliyor lakin sonunda ayrılacaklarına pek de ihtimal vermiyordu. Kadın bir sigara yaktı telefonun öbür ucundan. Dumanı savuran nefesinin soğukluğunu on kilometreden bile alabiliyordu adam. Kadın bir yandan sigarasını tüttürüyor, bir yandan da kızına bağırıyordu. Adam o kafayla kadının: “ Ye şu yemeğini” mi yoksa “giy şu yeleğini” mi dediğini tam olarak anlayamamıştı. Çatal bıçak seslerinden mutfakta olduğunu düşünüp gözlerinde canlandırmaya çalıştı.
Kadın iyi hissetmediğini ve bu böyle giderse hiçbir şey hissedemeyeceğini söyleyip, bence, dedi, bence bu ilişki bitmeli. Adam ne düşüne de ne cevap vere! Biliyordu ki kadının da canı yanıyordu. Hem de cehennem yeri gibi. Ama işte sonunda korktuğu başına gelmişti. “Hayır hayır! Bir kadın için hoş bir durum değil bu. Ez ez de suyunu iç! Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum!” diyordu boyuna. Adam bu öfkeli haykırışları bir süre üzerine almadan dinledi. Bu soğuk sözlerde bir ivedilik var gibiydi. Sanki diyordu ki: “kasada açık varsa var, hadi kapat dükkânı da cehennem olup gidelim artık!” Adamın kafasında şimşekler çaktı birden. Bir anlık zahmetsiz bir düşünmeyle kendine geldi. Haklıydı aslında kadın. Adamın da haklı olduğu yönler yok değildi ama kendi haklılığı ikinci sıradaydı!
Daha bir karara vardı varmadılar kapandı telefon. Adam o kadar derinlere dalmıştı ki başkaca bir şey konuştular mı, yine arayacak mı yoksa tamamen ayrılmışlar mıydı anlayamadı. Hâlbuki çok şey anlatmıştı kadın. Başından beri gözleri bu sözleri haykırıyordu lakin duyana. Gözlerinin önündeydi her şey ama görene! Akıl, akıl; gel çengele takıl. Çeke çeke bitiremediği o kış ıslığı nefesinin altında ezildikçe eziliyordu adam…
İki saat önce mi yoksa iki sene önce mi ne (o gün zaman kavramı tamamen uçup gitmişti) buluşup yine doyumsuz bir aşkla dokunmuşlardı birbirlerine. Evet, aşkla! İlk sevişmeleri hunharca ama doyurucu sayılırdı. İkincide olan oldu. Taşıma suyla değirmen döner miydi hiç? Adamın cinsel sorunları kadının yüzüne öyle bir ifade kondurmuştu ki düşman başınaydı! Hatta ayrılırken bile öpmemişti sevgilisini. Kadının onu tek kelime bile etmeden uğurlamasından anlamalıydı olacakları. O an kabullenmek istemese de şimdi yavaş yavaş anlıyordu bunu.
Kadın aslında öyle aşağılık ve basit, ihtiraslarının kölesi bir kadın değildi. Ama bir yanda yağmur, öte yanda dolu, yanı başında doğanın olmazsa olmaz kanunu… Nereye koyarsan koy. Artık tası tarağı toplayıp kendi yörüngelerinde uzaklaşmaları ikisine de iyi gelecekti belki de. Çünkü ikisinin de bu ayrılıkla derinlerde nefes aldıkları ama yüzeyde acı çektikleri bir gerçek vardı. Birbirlerinden yüz çevirmeleri sayesinde kadın, yinelenen bir kaderden kurtulmuş, adamsa yadırgı bakışların hücresinden salıverilmiş olacaktı artık…
Yıllar yılları kovaladı. Hayır, hiçbir yerde karşılaşmadılar. Kadın kendi yalnızlığına gömüldü, adam kendi utancına. Sustu, derinlere daldı. Anlaşılmaz homurtularla kahkahalara buladı geceleri. Ve iyileşti günün birinde. Her şeyi unuttu, her demde başka bir sevda gördü geçirdi de, bir o güzelliği ve bir de o bakışları asla unutamadı.
Dar zamanların yoğun duygularına gebeyken yürek, en seçkin sözler seçilemezdi kuşkusuz. Adam yıllar sonra, “anlıyorum” dedi kendi kendine. “Belli ki sevgi, bohçasını yüklenip çoktan seğirtmişti arka kapıdan, anlıyorum. Peki, madem öyle de, son anına kadar neden ihtirasla seviştin benimle?” Bunu yıllarca sakladı içinde. Yıllarca bulmak istemedi cevabını… Böyle anlarda yüzüne hangi ifadeyi taksa yakışmayacaktı. Çünkü susuz bir vahaydı bu düş. Kimseye bir yararı dokunmamıştı. Aradan onca zaman geçmesine rağmen hala âşıktı kadına… Onca su, onca kayayı delip akamamıştı başka bir vahaya…
Günay Aktürk
Bir cevap yazın