Bütün gece ağılı karabasanlarla boğuştuktan sonra, gün ışır ışımaz soluklanabilmek için dışarı çıkmış ve sabah rüzgârının albenisine kapılıp ardına takılmıştım.
Sabah rüzgârı suyun kıyısına dek getirmişti beni. Onu ilk orada gördüm. Çıplak ayaklarını suya uzatmış kendi kendisiyle konuşuyordu. Bir süre hiç kıpırtısız durup dinledim. Sesi suyun dingin çağıltısını andırıyordu. Bu çağıltı bir anda yalnızlığımı darmadağın eden büyülü bir şarkı gibi yüreğime işlemişti. Evet, artık büsbütün acıya batmış bir adam değil, rüzgârın ardına takılmış mutlu bir gezgindim ve bütün yollarım açıktı.
Sonradan yollarımın tekrar umarsız bir biçimde kapanacağını bilmeden ona doğru yürüdüm. Sevinçten esriyen adımlarım aslında hazin bir sonun başlangıcına doğru sürüklüyordu beni. Ayak seslerimi duymuş olmalı ki döndü, beni görünce de gülümseyerek, “Ben de sizi bekliyordum Günaydı Bey” dedi. “Günlerdir buradayım.”
Sevdim onu. Sabah rüzgârı tanığımdır ki hemen sevdim. Bu yüzden de benim adım İbrahim, duvarcı ustası İbrahim diyemedim. Üzerimdeki yırtık elbiselere, kirli saçlarıma rağmen, bu yeni kimliği hiç koşulsuz kabul ettim. O günden sonra artık hem Günaydı Bey’dim, hem kendim, duvarcı ustası İbrahim.
Nicedir Akağaçlar yolu üzerindeki metruk bir değirmende tek başıma yaşıyor ve müthiş bir yalnızlığın içinde debelenip duruyordum. Karım beni terk edip gittikten sonra duvar da öremez olmuştum. Duvar örerken harcına gül koyan, karanfil koyan, sevda koyan duvarcı ustası çoktan yitip gitmişti. Yüreğim kaygı ve hüzün doluydu. Ellerim de tutmaz olmuştu. Sayrılanmış gibiydim. Bütün bunları ilkin sabah rüzgârına anlattım. İşte bu yüzden yufka yürekli sabah rüzgârı, beni Münevver’e götürmüş olmalı. Münevver ise tutkulu, derin bir aşkla, yepyeni bir kimlik sunmuştu bana. Bu, kendimden kurtulmak istediğim günlerin en güzel çaresiydi. Yaralı kalbimi bir anda onduran harikulade bir ilaç aynı zamanda.
Onu görür görmez sevdim. Kara saçlarını, güzel yüzünü, bir ilahiye takılı kalmış dingin sesini, karmakarışık sözlerini, hepsini, her şeyini sevdim. Bazen yolunu yitirmiş, umutsuz bir çocuk gibiydi, bazen hırçın, öfkeli bir ırmak. Bazen yüzü ilkyazı hatırlatıyordu, bazen güz akşamlarını. Kimi de hep suskun, hep mahzundu. O zaman onu büsbütün seviyor, durma gönendirmek istiyordum. Bu yüzden de çılgınlar gibi alaca leylaklar, su yeşili yapraklar topluyordum onun için. Sadece alaca leylaklar ile su yeşili yapraklar güldürüyordu yüzünü. “Ah Günaydı Bey” diyordu, “Ah ne kadar incesiniz! Nasıl da kadın ruhundan anlıyorsunuz!”
Omuzlarıma dek uzamış saçlarımı kestirmeye gittiğimde, berber İhsan çok şaşırdı. Nedenini sordu, ama söylemedim. Yırtık giysilerimi de çıkarıp eskici Hasan’dan az giyilmiş bir pantolon ile bir gömlek aldım. Sonra tırnaklarımı kesip içlerini temizledim. Kolonyayla kulaklarımı sildim. O ki Günaydı Bey olmayı kabullenmiştim, buna yakışan ne varsa yapmalıydım. Herkes, bütün kasabalı beni soru yağmuruna tuttu. Fakat ben hiçbirine karşılık vermedim. Sevgimiz bir sır olarak kalmalıydı. Kimsenin yollarımı kesmesine izin veremezdim artık.
Gene de bir süre sonra hepsi öğrendiler. Ardıma takılıp suyun kıyısına dek izlemişler beni. Orada Münevver’i görünce de her şeyin ayrımına varmışlar. Sonunda kuşatılmıştık işte. Suyun kıyısı güvenli koruganımız olmaktan çıkmış acımasızca kıstırıldığımız bir tuzağa dönüşmüştü.
Artık biliyorlardı ve hepsinin dilindeydi;
Duvarcı İbrahim, Deli Münevver’e sevdalanmış.
Çocuklar bile sokakta ardıma düşüyor boyuna eğleniyorlardı benimle.
Bazen de taşlarla, sopalarla, suyun kıyısına dek kovalıyor, olmadık küfürler ediyorlardı. Ama yüreğimi titreten korkunun asıl nedeni bu değil, Münevver’e eziyet etmelerinden çekinmemdi. Yöremizi saran tehlikelerden nasıl koruyacaktım onu? Kötülüğe nasıl karşı duracaktık? Biz bir kıyıdaydık, onlar karşı kıyıda.
Günler önce sabah rüzgârı da terk etmişti bizi. Irmaksa geri çekiliyor, yusufçuklar yüzümüze bile bakmıyorlardı. Yaşlı söğüdün dalları hepten küskündü. Dostlarımız yazgımızla baş başa bırakmışlardı ikimizi de. Münevver bütün bunları umursamıyordu ama ben, geceler boyu düşündükten sonra onu da alıp buradan gitmeye karar verdim. Başka çaresi yoktu. Kasabalı daha çok üzerimize gelmeden kaçıp kurtulmalıydık. Gerçi nereye gitsek bizi tehlikeler ve acılar bekliyordu ya, belki başka bir yerde karşılaşacağımız kıyıcı insanlara, Münevver’in karım ya da kız kardeşim olduğunu söyleyerek, başka başka öyküler uydurarak olacakların önüne geçebilirdim.
Dilim döndüğünce bunları Münevver’e anlatmaya çalıştım. Beni ne kadar anladı bilmiyorum, fakat, “Sizinle nereye olsa gelirim Günaydı Bey” dedi. Birden içimdeki bütün bulutlar dağılmaya başladı. Yeniden sabah rüzgârıyla barışacak, gene onun ardına takılıp, ömrümüzün geri kalan kısmını iki mutlu gezgin olarak geçirecektik. Belki konakladığımız bir yerde erinci yakalayıp temelli kalabilirdik. Ben de duvar örmeye başlar, harcına gül, karanfil ve sevda katabilirdim. Evet her şey olabilirdi. Her şey!
Sonunda kararlaştırdık. Münevver, daha gün ışımadan beni su kıyısında bekleyecekti. Onu alıp hemen gidecektim. Çok eski bir arkadaşım, kamyonetiyle, bizi kente yakın bir yerde bırakmaya söz vermişti. İçim içime sığmıyordu. Bütün gece su yeşili ve leylak alacalarıyla konuştum. İpekten, atlastan duvarlar örüp, güzel evler kurdum. Vakit gelince de deliler gibi koşarak su kıyısına gittim. Ama Münevver yoktu. Alıp götürmüşlerdi onu. Soluğum kesilene kadar bağırmak istedim, fakat ırmak, içimi okşayan bir sesle “Sus” dedi. “Sus, sakın bağırma! Hiç yararı yok.” Sonra da her şeyi anlattı. Onu nasıl kıskıvrak bağlayıp zorla götürdüklerini… Nasıl kurtulup bana gelmek istediğini… hepsini.
Bırakmamışlardı işte. Onlar karşı kıyıdaydılar ve çok kalabalıktılar. Sevda bir kere daha yenik düşmüştü. Bir kere daha. Irmağa son bir kez baktım ve artık hiçbir şey söylemeden eski değirmenime döndüm. Kapıyı sıkıca örttüm. Bir daha da insanların arasına karışmadım.
Jale SANCAK
Bir cevap yazın