Suzan mutfak lavabosunu ovuyordu. Bir günlük değil de bir ömürlük kirini ovuyordu
sanki. Elleriyse Sedat’ın saçlarındaydı. Suzan sıklıkla ellerini bir yerlerde unuturdu.
Ya saksıların toprağında ya kapı tokmağında ya bankadaki masasında. Ara ara akların
gölgelediği kır saçları vardı Sedat’ın. Öyle güzel düşmüştü ki aklar, sanki hepsi
yerleşeceği yeri önceden belirlemişti.
Ne güzel adamdı. O kadar güzel değildi ki o kadar güzeldi. Suzan’ı gördüğünde ilk
söylediği “bu sizin galiba” olmuştu. Öyle yumuşak bir sesle söylemişti ki Suzan şapka
kendisinin olmasa üzülecekti. Sedat şapkasını sanki çok değerli bir şey uzatır gibi
uzatmıştı ona. Suzan cevap vermeden bu sesin içine yerleşmiş, orada durmuştu biraz.
“Böyle güzel bir yüze böyle güzel bir şapka.”
O gün mutfak kapısına yaslanıyordu ya. Yüzünde o güzel gülüşle Suzan’ı seyrediyordu.
Suzan heyecan içinde yemekleri hazırlarken. Nasıl da sıcak bir gündü. Ter koktum diye
endişelenmişti. Aceleyle taşımıştı, tabakları, bardakları, çatalları. Güzel peçetelerden
çıkarmıştı. Mum bile koymuştu masaya filmlerdeki gibi ki çok sıcak bir gündü.
Balkona çıktı, bugün serindi, güzel bir esinti vardı Allahtan. Demirlerin arasındaki
brandaya takıldı gözü, tarazlanmıştı uçları. Elleri tek tek yapraklara dokunup çiçekleri
suladı, kendisiyse yerinden kalkamadı, yığıldı tozlu iskemleye, sokağa baktı. İnsanlar
yavaş yavaş sokağa çıkmaya başlıyordu, yuvasını terk eden karıncalar gibi. Sokak neşeli
insanların yeriydi. Kaygısızca yürüyenlerin, birbirleriyle şakalaşanların, bir yaz gününden
umutla bir şey bekleyenlerin. Sedat pek bakmamıştı çiçeklerine, “senden başka çiçeği ne
yapayım ben”, demişti gülerek. Gülerken alt dudağında hafif bir kıpırdanma. Kızarmıştı
Suzan. O gün kendi kendine tekrarlayıp durmuştu bu sözü. Ağzından çıktıktan sonra sesli
sesli de gülmüş, hemen elini ağzına götürmüştü sonra.
Salona geçti, güneş salonun diğer günler hiç bilmediği bir köşesini aydınlatıyordu.
Rüzgârda kıpırdaşan perdelerin sesini dinledi, sakin bir yaz sabahının sesiydi bu,
yüreğine dinginlik vermesi gereken bir ses. Kanepeye oturup ayaklarımı güneşe uzatsam
otursam dedi, oturamadı. “Ne rahat koltuk bu, insan hiç kalkmak istemiyor” demişti
Sedat. Bu söz uzunca bir süre salonun, koltukların, halıların, köşedeki büfenin ve aynalı
dolabın üzerinde kalmıştı. Başını çevirince aynadaki görüntüsüyle yüz yüze geldi.
Uykusuz olunca iyice çöküyordu suratı. Gözleri ışıksızdı, saçları havanın neminden
kabarmıştı iyice, saçından bir tutam alıp kulağının arkasına itti. İlk kez yağmurlu bir
günde ıslanarak gelmişlerdi bu eve birlikte. Sedat kulağının arkasına itmişti ıslak
saçlarını. “Böyle güzel. Saçlarını yüzüne düşürme.” Ondan sonra saçlarını hep kulağının
gerisine atmıştı Suzan.
Koridora geçti, yürüdü bir ileri bir geri. Uzun kilimin kenar çizgilerinden yürüdü,
sonra ortadaki çizgilerinden. Kilim bir sıkıntı, bir ömür gibi uzanıyordu yerde. Üzerine
basıyordu o da. Ayağını her basışında kilimin üzerinde bir renk ölüyordu, zaman
ölüyordu, yanı başında bir şeyler ölüyordu. Parmakları açılıyor, ayakları büyüyor,
yumuşak sesler bırakıyordu yerde.
Yatak odasına geçti, yatağını toplamamıştı, bir tarafında üzerinden çıkardığı kıyafetleri
atılmıştı. Sedat’ın yatardı o tarafta. Arka avluda oynayan çocukların sesleri geliyordu.
“Sen beni hiç merak etmiyor musun, aklına hiç soru gelmiyor mu” demişti Sedat’a.
“Geliyor,” demişti. “Benim gibi bir adamda ne buluyorsun?” İçince aksileşiyordu
Sedat. Ama içki işte, şişede durduğu gibi durmaz. “Aptal” demişti birkaç kez Suzan’a,
“zavallısın sen.” Sonra özür dilemişti ama. “Berbat bir adamım, hele de içince,” demişti.
“Hayır,” demişti Suzan, “kendine haksızlık etme. Seviyorum seni.” Gülmüştü Sedat.
“Sevme beni” Bunu o kadar güzel söylemişti ki Suzan onu daha da sevmişti. Dertliydi,
serseri ruhluydu ve çok duyguluydu Sedat.
Yatağa uzandı. Elleri salonda, telefonun başındaydı. Sedat aramayacaktı. “Bitirelim işte,
niye diye sorma” demişti. “Böyle güzel bir yüze böyle güzel bir şapka” diyen sesle bu
ses farklıydı. Suzan bu sesin içine bir şey koyamadı, bir taş gibi sertti, kımıldamıyordu
yerinden. Suzan’ın elleri iki gündür o taşı kımıldatmaya çalışıyordu.
Kapı çaldı. İlk önce yanlış duyduğunu sandı. Kapıyı açtı.
– Merhaba! Bir dakikanızı alabilir miyim?”
Yirmili yaşlarda, güleryüzlü bir çocuktu karşısındaki, üzerinde dar, yeşil bir tişört ve
yeşil bir pantolon vardı. Arkadaşlarıyla dışarı çıkıp eğlendiği, pek çok şeyi dalgaya
vurduğu bir hayatı olmalıydı. Sokakta neşeyle yürüyordu besbelli.
– Ben çevreci bir …Biliyorsunuz… nükleer tehlike… hayatımız… tehdit…bu formu
doldurunca… Ne dersiniz?
– Evet ama şey… Aslında. Şimdi karar vermesem.
– Ama bunlar beklemeye gelmez. İsterseniz sonradan da değiştirebilirsiniz kararınızı. Biz
sadece-“
– Gerçekten, pek iyi değilim bugün. Sonra…
– Ah, sormayın aynen ben de öyle. Beş saatlik uykuyla duruyorum ve bu sabah sokağın
ortasında adamın teki kadının birini gözümün önünde bıçakladı.
– Ne korkunç!
– Öyle. Dondum kaldım.
– Bir şey oldu mu kadına?
– Bilmiyorum, ambulans geldi, götürdü. Umarım olmamıştır.
– Umarım. Çok fena…
– Ya… İnsan dikkat etmeli bu adamlara. Her neyse… Konuya dönersek…Sizi de
anlıyorum ama inanın kolay bir işlem ve bizim için büyük bir destek.
– Ne yapmam gerekiyor?
-Sizden iletişim ve banka bilgilerinizi alacağım. İsterseniz sonra…iptal… tabii….
Mümkün… gerekirse…
– Şey ben cidden iyi değilim. Nolur…
– Hayırdır, umarım kötü bir haber filan yoktur.
– Yok…
– Yüzünüz biraz –
– Aşk… Aşk işte…
– Ama bu harika!!! Aşktan güzeli var mı?
Çocuğun coşkulu sesi apartman boşluğunda yankılandı.
– Pek… pek öyle değil. Sevmiyor beni.
– Yapmayın ya.
Birden tutamadı kendini Suzan, kapının eşiğine bıraktı kendini. Kolları önüne düştü.
Ağlamaya başladı. Çocuk bir an ne yapacağını şaşırdı, sonra elindekileri omzuna astığı
çantaya koyup yere, tam Suzan’ın karşısına oturdu.
Suzan o eşikte tamamlamak istedi ömrünü. Çocuk, ellerini Suzan’ın yerde duran ellerinin
üzerine koydu. Ne olur üzülmeyin. Ben de aşık olmamam gereken birine aşıktım şundan
üç ay önce. Adamın suratıma baktığı yok, kolunda hep bir kızla dolaşıyor. Bilse eminim
ki sopayla kovalar beni. Günlerce yemek yemedim, evden dışarı adımımı atmadım.
Sonra bir gün uyandım ve dedim ki, eh, yeter be Serkan, sana adam mı yok? Hiç osurmaz
mı sanıyorsun ki onu? Hadi dedim, çık dışarı hovardalık yap biraz. O gün bugündür
sokaklarda sürtüyorum.
Suzan gözyaşlarının arasında güldü.
– Hah şöyle. Kim bilir ne berbat huyları vardır. Başka aşık olacak adam mı kalmadı?
Ellerini Suzan’ın ellerinden çekti.
– Elleriniz ne kadar güzel. Piyanist elleri gibi.”
– Öyle mi? Bilmem,” dedi Suzan. Sırtını dikleştirip pervaza yaslandı. Ellerine baktı.
– Evet. Ne olur ellerinize iyi bakın. Eller çok önemli.
– Tamam,” dedi Suzan. “Hiç yanımdan ayırmam.” Güldü.
Kapıyı kapattıktan sonra yüzünde bir gülümsemenin gölgesi vardı. Mutfağa geçti. O
gün yemek hazırlarken kaç defa gidip gidip gelmişti. Telaştan hep bir şeyleri unutarak.
Sedat kapıya yaslanıp elindeki elmayı dişleyerek onu seyretmişti. Kılını kıpırdatmadan.
Hantal ve göbekli olması, koltuktan kalkamaması tembellikten olsa gerekti. Saçlarına o
yağmurlu günden sonra bir kere bile dokunmamıştı. Nefesi de içince çok kötü kokuyordu.
“Sensin aptal,” dedi içinden. Çiçekleri sevmeyen birinden ne beklenir ki? Sürahiyi
doldurup balkona çiçekleri sulamaya çıktı. Ellerini yanından ayırmadan.
Bir cevap yazın