“Duygular hiç bir zaman kaybolmaz, kokmaz ve çürümez. Günü geldiğinde asli yerine döner…”
Duygu yorgunluğu yaşıyorum. O kadar çok hissiyatım var ki hafızama sığmaz oldu. Artık kaçak bir kat çıkmaya karar verdim. Hangi kaçak bina dikene ilgili kurum savaş açmış? Bilen var mı? İşin içine sıkışan para çözüyor tüm sorunları. Param var, bunlar benim için vız gelip tırıs gidecek şeyler… Pandemi bay bay ederken, parası olan bana tatil yapma hakkı doğdu sanırım. ‘Haydi, hanım şu yakınımızdaki termal otellerden birine gidelim’ teklifim karşılık buldu. Hepsi bir ‘alo’ demenin başında…
Otel girişindeki danışma bankosunun iki tarafında yer alan çiniler göze batıyor. Lobinin duvarları tablolarla kaplı. Katımıza çıktığımızda asansör kapısı açılır açılmaz bizi karşılayan çiçek saksısını andırır resimli tablo oldu. Odamıza geçtiğimizde de duvardaki tabloların aynı tür resim olduğu dikkatimi çekti. Ya bir vazo, çiçek saksısı, ya da yaprak.
Sıra terimizi kirimizi atmaya gelmişti. Eksi ikideyim. ‘Spa’ görevlisine kese yaptırma isteğimi iletip erkek hamamlarına açılan kapıya yöneldiğimde kapı önündeki paspasa takıldım. Dönüp görevliye ‘temizlik bakım falan mı var?’ dediğimde ‘hayır efendim buyurun siz’ cevabıyla yürüdüm. Koridor boyunca sol tarafta iki kapı var, her ikisinin üstünde ‘masaj salonu’ yazılı. İlk kapı tıpkı önceki kapı gibi yarı açık. Evet, genç bir bayan masaj hizmetinde. Kafamda oluşan, ‘bu bölüm erkekler için, bu bayanın bu tarafta işi ne? Şayet kadın cinsiyeti nedeniyle kendine karşı tehdit ihtimaliyle kapıyı yarı açık tutuyorsa, niçin erkeklere masaj hizmetini kabul ediyor?’ sorularıyla yine bir bölüm kapısını aralıyorum ki; burası dinlenme odasıymış. Kimse yok. Koridordan devam ediyorum, Türk hamamı, Fin hamamı ve Sauna tabelalarını okurken, keseci; ‘Keselenmek için hazır mısınız efendim?’ sesine elimi kaldırıp ‘evet’ işareti yaptım. Keselenme ve köpük işleminin ardından termal havuz yolcusuyum. Havuzda bir kişi var, selamıma karşılık verdi. Sesi tanıdıktı. Bakıştık birbirimize. ‘O, Turan abi, hoş geldin!’ derken, ‘Hoş buldum, sıhhatler olsun, şifa olsun Hüseyin’ cevabı ağzımdan fırladı. Sekiz sene evvelki iş arkadaşımdı. Hüseyin emekli olunca iki sene bu otelde muhasebeci olarak çalışmış. Patronları için oldukça güzel olumlu sözler söyledi. Oğuzhan ve Kürşad isimli iki hekim kardeşe aitmiş burası.
Havuzdan birlikte çıktık ve dinlenme odasında, paralel iki şezlongda uzun oturuyoruz. Kulaklarım Hüseyin de, gözlerimle camlı duvar tablolarını anlamaya çalışıyorum. Tam karşımızda tarihi bir yelkenli kadırga, adeta denizde sallanıyor. Sol duvarda; sürmeyle abartılmış fincan gibi belirgin gözleri, Dereçine kara kirazını andırır dudakları, ince narin bedenini omuzdan ayak bileklerine kadar saran, ana renklerin tamamını, ışığın vurmasıyla da tüm ara renkleriyle göz kamaştıran kıyafet içindeki Hint güzeli, bize gülümsüyor. Sağ duvarda çift başlı, bir gövdeli, iki ayaklı, iri kanatlı kartal olduğuna inanmaya çalıştığım, fakat başlarının yılana benzemesiyle anlam veremediğim tabloya gözümü ayırmadan uzunca bir süre baktım.
Hüseyin, meseleyi çözmüş. ‘Turan abi, karşıdaki tablo, Kristof Kolomb’ın gemisi, sol taraftaki bir Hint güzeli, çok fazla takıldığın sağ taraftaki ise şahmeran…’ Dudağımı büküp ‘çok güzel’ diye cevap verdim.
Okuduğum destan ve mitolojilerden hafızamda yer edenleri yokladım. Şahmeran konusunda bir şey bulamadım. Derin düşünce içinde kaybolduğumu Hüseyin anlamış ki, şahmeranı anlatmaya geçti. ‘Turan abi, biliyorsun yılan Mezopotamya kültürüne ait bir mitolojik hayvan. Gücün kudretin sembolü. Evinde şahmeran bulunan aileler güvenlik içinde yaşarmış. Mardin yöresinde yaygındır bu… Ama sen nereden bileceksin, Süryani değilsin, Keldani değilsin, üstelik oralarda uzunca kalıp insanlarıyla fazlaca hemhal olmadın sanırım…’
Hüseyin, sevgili kardeşim. Ben, devlet yönetmeye talip bir kadro hareketinin içinden geliyorum. Gittiğim bölgenin sosyolojisinikavramadan kolay kolay dönmem. İşim nedeniyle o bölgede de bulundum. Zaferan Kilisesini ve Deyrul Umur manastırını ziyaret ettim. Orada uzun uzun sohbetler ettim Süryani kökenli vatandaşlarımızla. Hatta manastır içindeki kilisenin altın kaplama tavanında bazı yerlerinin koparılmış olduğunu gördüm ve ilgilere sebebini sordum. Ziyaretimde bana yardımcı olan genç, tarihi bilgime ters ve mantığıma uymayan bilgiler verince, yerde daire yaparak oturan cemaate katılıp, gerçekleri anlatmaya koyuldum. Kılavuzumun bana aktardığına göre; Manastır, MS 400. yıllarda yapılmış. Halkımız huzur içinde yaşarken, Timur isimli bir Türk hükümdar ve askerleri halka zulmetmiş, kilise ve manastırları yakıp yıkmış…
İlk sorum, ‘Türkler kaç seneden beri bu topraklarda hüküm sürüyor?’ Cevabını hemen kendim verdim, ‘bin seneden beri’. Size ikinci sorum, ‘şayet Türkler yakıcı yıkıysa, 1600 senelik bu tarihi yapı yakılmamış, yıkılmamış, üstelik korunmuş… Türkler mal ve can güvenliğinizi çok güzel sağlamış ki, tüm varlığınızla buradasınız. Öyle değil mi?’ Devam ettim. Timur, Anadolu’nun tamamını kasıp kavurmuş, Türkmen, Fars, Süryani veya başka bir kavimi ayırt etmemiş. Sonra tutunamamış ve geldiği yere dönmüş. Onun yaptığı zulmü niçin Türkler hanesine koyuyorsunuz?
Yaşlı papaz, “Doğru söylüyorsunuz beyefendi. Bu konudaki bilgilerimizi güncellemeliyiz…” demişti. Ama şahmeranla ilgili bir şey edinemeden gelmişim. Evet, bazı dükkânlarda gördüm o motifleri. Bizim yörede hani meşhur bir resim vardır, ‘veresiye veren, peşin satan’, ya da tüccarın ardında fon oluşturan duvar halısı gibi, öyle bir şey sanmış olabilirim. Hatalıyım, vatandaşlarımızın gönlünde yer eden mitolojik de olsa tüm hikâyeleri öğrenmem, bilmem gerekirdi… Gülme öyle, cehaletime bağışla Hüseyin‘ciğim!
Otel lobisinde Hüseyin Beyle sohbetteyiz. Yine kulaklarım onda, gözlerim duvar tablolarında. Birbirinden farksız fırça darbelerinden oluşan resimler. Orijinal mi? Hayır. Hepsi röprodüksiyon baskı. Ben konuşmayınca o da sessizliğe büründü. Yan tarafımızda bir aile baba, anne ve kızları, üçü baş başa vermiş dertleşiyor. Anne oldukça silik sesle fısıldar gibi, kız heyecanlı, sinirleri tepesinde, yüzü kıpkırmızı, boyun damarları parmak kalınlığında, düşük desibel haykırıyor. “Beni en iyi tanıyan sizlersiniz. Kendime yakıştıramadığım bir kıyafet giydiğimi hiç gördünüz mü? Ama gel de damadınız olan geri zekâlıya sorun! Neyi giyinip, neyi giyinmeyeceğime, kiminle konuşup konuşmayacağıma o karar veriyor. Ben çalışan birisiyim. Dışarıya çıkarken burka giyinecek değilim elbette…”
Sakinliğiyle dikkat çeken baba, “Tamam, tamam kızım! Güya siz birbirinize âşık olup evlenmiştiniz. Aşk; geçici bir duygu, kalıcı olan sevgidir. Siz aranızda sevgiyi barındırın. Gerisi gelir. Mesele değil, hepsi hallolur. Erkek adam değil mi, alt tarafı biraz kıskanmış, büyütme, dövmemiş sövmemiş be kızım, evlilik katlanma sanatıdır. Birbirinize katlanmayı öğrenin ve davranışlarınıza yansısın. Zaman tüm sorunları çözer, sabredin!”
Kızcağız boynunu bükmüş halde babasını dinlerken sanki teselli oluyordu. Yüzünde yumuşama belirtileri saniyeler ilerledikçe artıyor, neredeyse satrançta rakibinin vezirini kapan kişi gülümsemesine dönüşüyordu. Anne birden bire o sakin görünen suratına geçirdiği öfke maskeli bakışıyla kırk yıllık kocasını ezme pozisyonu alıp, düşük ses tonunda dövmeye geçti. “Emin! Emin, sen ne biçim konuşuyorsun. Erkek milleti değil mi, hepiniz aynısınız. Sen istiyorsun ki kızımız annesinin kaderini yaşasın. Hangi devirde yaşıyoruz? Kızımıza destek olacağın yerde, köstek oluyorsun, ezilsin istiyorsun, yazıklar olsun sana…” Adam güçlükle ayağa kalktı, “Ana baba ayrı, çocuklar taygeldi, kurulacak aile çok dilli, çakma torun damat bana zor geldi, sorarım bu aklı size kim verdi?” Şiirimsi söylemini yerine getirdikten sonra kalkar gibi irkildi, “Bir kez daha aklınızı başınıza devşirin, sonra avukat açsın boşanma davanızı, imam kıysın nikâhınızı…”diyerek kalktı ayağa sinir küpü olmuş haliyle sendeleyerek yürüdü.
Galiba duyduklarımıza ilave edecek bir şey bulamadık ki; Hüseyin bana, ben ona bakışarak biz de kalktık. Dilimizden tek kelime dahi düşmeden çıkmışız bahçeye, baharı yaşamak hissiyle. İzinsiz kulak misafirliğimiz üzerine suskunluğumuz, iyi bir müzakereci rolü oynamaktan ziyade, söylenebilecek geçerli bir sözümüzün bulunamamasıydı. Sanki bilgi ve deneyimlerimizden damıtacağımız bir şey yoktu. Sorun adeta ağzımıza yapıştırılan bant oldu ve bir süre konuşamadık… Çünkü bu tablo çok farklıydı.
Bir cevap yazın