Sabahtan beri tarlada orak biçmekten yorulmuştu Yıldız. Kucağında ufaklığı öğle uykusuna yatırma bahanesi ile odasına çekildi. Sinek uçsa sesi duyulacak bu odada ufaklığın uykuya dalması zor olmadı. Artık tek başına sayılırdı. Pencere kenarına ilişip, tül perdenin ardından dışarıyı izlemeye başladı. Gözünün önünde alabildiğine çam ağaçlarının yeşili, tepeden bakıldığında uykulu denizin mavisi, yaşadığı yer gibi hayallerini de süslüyordu. Dinlenmek, hayallerinde de olsa eşiyle özlem gidermek için biraz daha yalnız kalmak istedi. Gözlerini kapadı. Sanki o andan itibaren tacı başında, kendi hayal dünyasının kraliçesi olmuştu.
Küçük yaşından beri her türlü zorluğa dayanıklıydı Yıldız. Becerikliydi. Güzeldi. Elinden her iş gelirdi. Değme hâle gelin gelmemişti bu kapıya. Çerkez gelini olmak öyle kolay iş değildi. Bu iki katlı, tüm köylünün imrendiği koca evin tüm yükü onun üzerindeydi. Köyün diğer gelin kısmı bu ihtişama ve Yıldız’a imrene dursun, dışarısı eli içerisi onu içten içe yakıyordu. Ne tarladaki iş bitiyordu ne de evdeki işler. Bir de üstüne kimseye yaranamamak vardı bu evde; ama kimse bilmezdi. Yıldız, ketumdu. Anlatmazdı derdini önüne gelene. Kaynanası, zehir zemberekti. Görümce desen ikinci kocadan da geri dönmüş, çatal dilli çıngıraklı yılandan farksızdı. Kayınpederinin ağzı var dili yoktu. Yıldız, kimseye uymazdı. Hoş uyan olursa da altta da kalmazdı. İnceden lafını söylerdi. Bundan sebepte başından beri kaynana ve görümcesiyle çoğu zaman anlaşamazdı. Kocası, askere gittiği günden beri bu koca ev onun için zindandan farksızdı; lakin kocası gelince birbirlerine kavuşacak, çektiği sıkıntılar bitecekti. Kocasının gönlündeki tahtı sağlamdı. Biliyordu, sıkıntılar bitmese de en azından sığınacak limanı olacaktı. Bundan sebep asıl zorlandığı tek konu kocasının yokluğuydu. Zaten çoğu gidip azı kalmıştı. Üç senelik süre zarfında kalan altı ay; ama zor ama kolay bir şekilde geçip gidiyordu işte.
Çoğu zaman dalgındı. Kafasına takılan mektup meselesi vardı. Tam üç aydır, kocasından mektup gelmiyordu. Daha doğrusu kocasından mektup geliyordu da ona gelmiyordu. Nedenini bilmiyordu. Belli etmezdi evdekilere ama çok üzülürdü. Görümcesi gelen mektupları ballandıra baldıra anlattıkça, Yıldız’ın yüzünde sahte bir gülümse belirirdi. Hatta görümcesi “Sana neden mektup yazmamış ki acaba” diye laf vururdu. Yıldız’da gülerek “Yazmasın. Canı sağ olsun yeter. Tasa etmem. Tasa eden düşünsün” der geçer giderdi. Bilirdi eğer üzüntüsünü belli ederse, kaynanası ve görümcesi zevkten dört köşe olacaktı. Gerçi ara ara onlardan şüphelenirdi. Belki de mektup geliyordu; ama onlar vermiyorlar diye düşünmeden de edemezdi. Bugün postacının günüydü. Bir kulağı da kapıdaydı. Kapı çalar çalmaz o da fırlayacaktı yerinden. Gözüyle görüp içi rahatlayacaktı da gelen giden yoktu hâlâ.
Öğle ezanından sonra aylardır yolu gözlenen postacı kan ter içinde geldi. Meraklı köylünün gözleri yine dikilmişti Yıldız’ın yaşadığı eve. Bahçede kimse olmayınca mecbur avludan içeri girdi. Kapının üzerindeki tokmağı kavrayıp, başı önde sertçe üç kere vurdu kapıya. Sonra bir adım geri çekildi. Yıldız, kapının sesini duyar duymaz olduğu yerden fırlasa da kapıyı açmaya yine yetişemedi. İhtişamı şöyle dursun, çenesiyle ün salan Alem Hatun ondan önce davranıp açtı kapıyı. Gelene iki laf söylemese çatlardı. “Evi başımıza yıktın. Geldik işte. Ne var?” dedi. Kurumundan geçilmiyordu. Postacı, o sırada çantasından üç zarf çıkartıyordu. Alem Hatuna ters ters baktı. Hiç cevap vermedi. Sertçe zarfları uzattı ve arkasına bakmadan uzaklaşmaya başladı. Alem Hatun’da kendi dünyasının kraliçesiydi sonuçta. Lafının üstüne laf söylenmezdi. Elinde zarflar, gelinin yüzüne bakmadan hemen kocasının yanına gitti. Kayınpederi, seslendi Yıldız’a. Nihayet beklediği mektup gelmişti Yıldız’ın. Yüzünde güller açıyordu. Gel gelelim Yıldız’ın okuma yazması yoktu. Herkes bilirdi okuma yazması olmadığını. Kayınpederinden, bu köyde tek akrabası olan muhtara gitmek için izin istedi. Aynı şekilde kaynanasından da izin almak zorundaydı. Kral ve kraliçe onay verince çocuğu uyurken, oyalanmadan bir koşu gidip gelmesi gerekiyordu. Sonunda izin çıktı.
Yıldız yola koyulunca, meraklı köylüde anladı kocasından mektup geldiğini. Çünkü böyle zamanlarda dışarı çıkabiliyordu. Laf, söz olmasın diye çeşme başına bile gitmiyordu, gidemiyordu. Daha doğrusu yasak koymuştu kaynanası Alem Hatun. Biraz uzaklaşınca arkasını dönüp yaşadığı eve doğru baktı. Koskoca evi ardında bırakmak bile huzurun ta kendisiydi. Yoluna devam ederken aklına geldi. Kocası askere gitmeden evvel, çeşme başında köylü kızlarının birinden duymuştu. “Yoldan geçenler sizin eve bakıp, bu koca evde yaşayanların derdi var mı acaba diye konuşuyorlar” demişti kinayeli kinayeli. Yıldız, o zaman da yaşadığı eve uzaktan bakıp, ardında bırakmanın huzurunu yaşardı. Güya köyün kızları, diğer gelin kısmı onun ağzını yokluyorlardı akılları sıra. Ama duyduklarına cevap vermez güler geçerdi. Böyle durumlarda anasının meşhur “Otuz iki dişten yayılan bir orduya yayılır” lafı hemen aklına gelirdi. Kol kırılır, yen içinde kalırdı. Anasından da babasından da böyle görmüştü sonuçta. Yıldız, kimseye laf vermeyince herkes kibirli sanırdı kendince.
Elinde zarf, muhtarın evinin önüne geldi. Avlunun önünden müsaade istercesine çardakta oturan muhtara seslendi. Yıldız’ı karşısında gören muhtar, anladı hemen mektubun geldiğini. İçerden sesleri duyan muhtarın karısı, nefeslensin harareti kesilsin diye soğuk ayran kaptı geldi. Yıldız, itiraz bile etmedi kan ter içinde soluksuz bir dikişte bitiriverdi ayranı. Aylardır yolunu gözlediği mektubu muhtara uzatırken elleri yaprak gibi titriyordu.
Muhtar;
_ “Dur kızım! Hele bir otur iyice soluklan,” dedi; ama o ısrarla bir an önce mektubun okumasını istiyordu.
Haline acımıştı muhtar. Eline tutuşturulan zarfı gülümseyerek açmaya başladı. Yakın gözlüklerini burnunun ucuna indirirdi. Yıldız hemen karşısında duran tabureye çoktan ilişi vermişti. Muhtar, ara ara Yıldız’ın yüzüne bakıyordu. Gözünü bir an bile muhtardan ayırmayan Yıldız, can kulağı ile onu dinlemeye, yüzünün her bir mimiğini kaçırmamak için onu dikkatlice izlemeye koyuldu. Muhtar, tüm ciddiyeti ile mektubu baştan aşağı süzerken sabırsızlık her bir hücresine zehir gibi işlemişti Yıldız’ın artık dayanamıyordu;
_ “Oku! Muhtar oku!” derken kalbi duracaktı heyecandan.
Muhtar hâlâ sessizliğini koruyordu. Mektubu inceliyordu.
_ “Hadi Muhtar! Ne bekliyorsun okusana. Ne yazmış,” dedi.
Muhtar, mektubun bir önüne baktı bir arkasına baktı. Göz göze gelmemek için yüzünü iyice yere eğip, ayağının altındaki toprağı ayakkabısının ucuyla sağa sola ittirir iken alçak sesle;
_ “Eee…şey… uğurlar olsun yazıyor,” dedi ve sustu.
_ “Devam et, Muhtar!.. Devam et… dinliyorum ben. Oku sen,” dedi Yıldız. Laflar geveleyerek çıkmaya başladı muhtarın ağzından. Yıldız’ın, yüzüne bakarken muhtarın gözleri derin bir kuyu misali onu içine çekiyordu.
_ “Kızım, başka bir şey yazmıyor ki okuyayım,” der, demez; derin bir iç geçirdi adamcağız. O koyu kahverengi gözlerini ondan kaçırırken mektubu eline doğru uzattı. Elinde mektup öylece muhtarın yüzüne bakakaldı Yıldız. Titreyen sesiyle;
_ “Arkasında da bir şey yazmıyor mu?” diyebildi… göz pınarları dolmaya başladığını gören muhtar;
_ “Kızım! Vallahi başka bir şey yazmıyor. Sende bak! Yazsa ben neden okumayayım?” diyebildi. Koskoca sayfa da sadece “Uğurlar olsun,” yazıyordu. Buralarda bu iki kelimenin ne anlama geldiğini bilse de bilmezden gelip yine de sordu. Büzüşen, istemsiz hareket eden dudaklarını ısırıp, başı önde;
_ “Ne demek istemiş ki?” dedi Yıldız.
Muhtar, her halini bildiğinden omuzlarından tutup tekrar derin bir iç çekti.
_ “Yapma güzel kızım, yapma,” derken devam etti…
_ “Bilirsin. Uğurlar olsun! Yolun açık olsun. Artık seni istemiyorum. Git demek ya,” dedi…
_ “Sebep neymiş ki onu da mı yazmamış mı?” dedi Yıldız ağlarken… muhtar cevap vermedi. Başını yine öne eğdi…
Hakkında Ferman kesilen kraliçe Yıldız,
“Uğurlar olsun,” sözünü tekrar ede ede yine yaşadığı evin yolunu tuttu. Halini gören, yolda karşılaştığı meraklı köylülerden hiç kimseyle konuşmadı. Ele güne karşı olan maskesini de attı yüzünden. Bahçe kapısının önünde durdu. Yaşadığı eve baktı. Eve girmek üzere iken bahçedeki elma ağacından kırmızı bir elmanın yere düşmesiyle kararını verdi. Yorgun ama dimdik yürüyordu üstelik. Acıyan vücudu da değildi. Acıyan kalbiydi. Babasının sözleri kulağında çınlıyordu. “Gün gelir şu hayat altındaki beğenmediğin horozlar var ya, onlar bile sana emir verir güzel kızım” demişti; ama şimdi anlamıştı babasının ne demek istediğini. Herkesin imrendiği bu koca ev tam bir cadı kazanıydı. Eve girdi. Herkes kendi dünyasının tahtında oturuyordu. Kimi korkarak kimi de azametle. Hâlâ kimseyle konuşmuyordu. Odasına çıktı. Çocuğunu kucağını aldı. Kapıları çarpıp çıkarken, hayaller diyarında tahtını bıraktı, taktığı tacı çıkarıp yere atılmıştı bile. Süslerin, aslında kusurları kapamak için yapılan göz bağı olduğunu kendi de çok iyi biliyordu. Arkasından taca üşüşen horozların uğultularını duyuyordu. Aldırmadı. Hiçbir süse ihtiyaç duymadan, geri dönmemek üzere babasının evinin yolunu tuttu eski prenses.
Bir cevap yazın