Sokak ıssızdı, kendi ayak seslerim çoğalarak kulağımda yankılanıyordu. Arabaların bile geçmediği caddenin tekinsiz sessizliği içimi ürpertti. Bahar gelmişti hesapta ama havada yalnızca toz kokusu vardı. Bu yol üstündeki mimozalar çoktan açıp o yanık kokularını havaya salmış olmalıydı, yoksa biz evlerimize kapandığımızda kendi kendilerine açıp solmuşlar mıydı?
Evin hemen yanındaki marketin peyniri de güzeldi fakat daha pahalıydı, kahvaltıdan sonra hem yürüyüş olsun hem de bütçeye katkı diyerek minibüs yolunun üstündeki peynirciye gitmeğe karar vermiştim. Cemil, altmış beş yaşın sokak yasağı hala sürdüğü için benimle gelememişti. İkimiz de emekli olduğumuzdan beri, nerdeyse üç yıldır onsuz dolaşmadığım sokaklarda yalnız yürümek şimdi bana tuhaf geliyordu. Dört yol ağzından sağa döndüm aslında yolun sonuna, ışıklara kadar gidip doğruca minibüs yoluna çıkabilirdim ama yıllar önce bu semte ilk geldiğimizde oturduğumuz evin önünden geçmek istedim.
Yirmi beş yılda ne çok şey değişmişti. İlk geldiğimiz zamanlarda bile bu civarda yedi sekiz köşk varken, apartmanlar en çok altı yedi katlıyken; neredeyse yıkılmadık apartman kalmamış yerlerine çok yüksek binalar yapılmıştı. Yenilerde, eski apartmanların sevimliliği, sıcaklığı yoktu. Sadece apartmanlar değil, para da el değiştirmişti geçen yıllar boyunca. Buralara ilk taşındığımız zamanlarda ne kadar genç, umut dolu olduğumuzu anımsadım.
O zamanlar deniz kenarında güzel bir kasabada yaşıyorduk, şirket büyüyüp merkezi İstanbul’a alınıp Cemil Finans Müdürü olunca yaşamımız bir anda değişmişti. Hepimiz kısa sürede Anadolu Yakasının bu sakin ve güzel semtine alışıvermiştik. Birkaç ay sonra ben de bir firmada işe başlayınca maddi olarak da rahatlayıp bir iki yıl sonra buralardan ev alacak duruma gelmiştik. O zamanlar da dünya adaletsizdi ama hiç bu günkü kadar karamsar değildik. Öğrencilik yıllarımızdan beri ikimiz de her zaman ezilenin, haklının yanında olmuştuk. Geçmiş dönemde kazanılan sendikal haklar varlığını hissettirip gelir dağılımının daha adil olmasını sağlıyordu henüz, şimdiyse gücü gücüne yetene olmuştu. Biz mi yaşlanmıştık dünya mı kocamıştı artık anlayamıyordum. En iyi okulları bitiren oğlumuz zorlu sınavlar sonrası girebildiği bankada, müdürlüğe yükselmesinin ardından – performans sisteminden de kendimi diken üstünde hissetmekten de bıktım- diyerek, soğuk bir Avrupa ülkesine kapağı atmıştı. Caddeye döneceğim köşedeki çiçekçi kadını gördüğümde bunları düşünüyordum. Onu görünce kırk yıllık dostumu görmüş gibi sevinç kapladı içimi.
Yolumuz bu tarafa düştüğünde; her zaman dünyaya kafa tutarcasına neşeyle gülümseyen, esmer yüzlü, rengarenk şalvarlı bu tombul kadından, mutlaka küçük bir buket çiçek alırdık. Önündeki saksılarda bir kaç demet gülle, bir sepet frezya vardı sadece. Başımızı sallayarak selamlaştık yüzü küçülmüş gibiydi, her zamanki neşesinin aksine karamsarlık vardı çehresinde. Bir aydır aç susuz bunaldıklarını, cezayı göze alıp tezgâhı açtığını söyledi kızgın bir sesle. Dönüşte frezyalardan alacağımı söylediğimde, yüzüne yerleşen gülümsemeyi maskesinin altından bile hissettim.
İki adım attıktan sonra sokakta benden başka birinin daha varlığını sezdim, sağdaki çöp konteynerin yanındaki orta boylu bir adam vardı, ayak seslerime döndüğünde, göz göze geldik. Elindeki eğreti duran, tanınmış bir giyim markasının poşetini saklamaya çalıştı. Kırk beş elli yaşlarındaki kavruk yüzlü, utangaç, kederli gözlerle etrafını kolaçan eden adam, çöpe bir şey atmış gibi yapıp karşı kaldırıma geçti. Temiz giyimliydi, kahverengi içinde koyu kahverengi minik kareler olan takım elbise vardı beyaz gömleğinin üzerinde, içine yine koyu kahverengi süveter ya da kazak giymişti. Bütün bunlar ilk anda çarpmıştı gözüme, onu utandırmamak için daha fazla bakamamıştım zaten. Önüme bakarak minibüs yoluna çıktım. Geçen tek tük arabaların yanı sıra birkaç kişi de vardı kaldırımda. Sağa döndüğümde silme çiçeğe durmuş erguvan ağacını gördüm, doğa bizim yaşadıklarımızdan habersiz neşeyle yenileniyordu. Birden aklıma o kederli bakışlı adam düştü, gerçekten de çöpü mü karıştırıyordu? Merak içinde sokağın başına geri döndüğümde, bu kez başka bir çöp konteynerinin başında gördüm onu, cüzdanımdaki son kağıt yüz lirayı çıkartıp avucuma aldım. Bir iki gün sonra emekli maaşlarımız yatacaktı evdeki yiyeceklerle idare edebilirdik. Ayak seslerimi duyunca aynı mahcubiyetle uzaklaştı çöpün yanından, seslendim. Döndü, kederli gözlerle yüzüme baktı –İhtiyacınız var sanırım deyip parayı avcuna bıraktım. İkimizin de gözleri yaşarmıştı, hızlı adımlarla çiçekçi kadının yanına geldim cüzdanımdaki geri kalan paraları ona verip bir demet frezya seçtim –olmaz bu para çok- deyip elime iki demet daha tutuşturdu. Bazı insanların doymak bilmeyen aç gözlülüğüne karşın çiçekçi kadının aldığı paranın hakkını vermek istemesi çok duygulandırmıştı beni. İnsandan yana hâlâ umudun var olduğunu görmek, mahcup bir sevinçle doldurdu içimi.
Montumun cebindeki bozuk paralarla sokağın başındaki fırından iki çıtır simit alıp eve doğru ilerledim. Anahtarı yavaşça çevirip eve girdim, tahmin ettiğim gibi gazete kucağında salondaki kanepede uyuyup kalmıştı Cemil. Çiçekleri lavabonun yanına, simitleri mutfak masasının üstüne koyup maskemi çöpe attım, banyoda ellerimi iyice yıkayıp üstümdekileri çıkarttım. Ellerimi yeniden yıkayıp yün şalımı alıp salona geçtim. Ne çok kavga ettiğimizi, birbirimizi ne çok yanlış anladığımızı düşündüm. Sığınacak başka kimsemiz yoktu artık. Annemiz babamız çoktan toprağa karışmıştı, onun kardeşleri şehrin öteki ucunda, benim abimse başka bir şehirdeydi, birbirimiz için varlığımız şimdi çok daha değerliydi. Şalı üstüne örtüp, burnunun ucuna düşen gözlüğü usulca alıp sehpanın üstüne koydum, yanaklarından şefkatle öpmek geldi içimden uyandırırım diye yapamadım.
Mutfağa geçerken, mahcup bakışlı adam düştü aklıma yeniden. Biraz zorlasam o tanıdık bakışların kimin olduğunu çıkartacaktım sanki. Gerçekte, herkes olabilirdi; işten çıkartılmış bir beyaz yakalı, KHK ile işine son verilmiş bir öğretmen, kapatılmış esnaf lokantasındaki garson, durdurulmuş bir inşaatta günü birlik çalışan işçi, uzun süredir işsiz olup evine ekmek götürememenin sızısı gözlerine yerleşmiş her hangi biri…
Mutfak kapısını yavaşça çekerken, dünyanın gerçekten yaşanılası bir yer olduğuna inanmak istiyordum yeniden. Önce boş kavanozlara su koyup frezyaları yerleştirdim, çiçeklerin kokusu mutfağa dağılırken, çaydanlığı boşaltıp yıkadım sonra, geçen yıl gittiğimiz GAP turunda Manastırın bahçesindeki kafeden aldığımız güzel kokulu çaydan koydum. Buzdolabından üç yumurta çıkarıp üzerine şeker ekleyip çırpmaya başladım, sonra havuçları rendeledim, cevizleri bıçakla kesip fazla gürültü etmeden un, kabartma tozu, yağ, yoğurt, vanilya, toz tarçın koyup tel çırpıcıyla çırpmaya başladım. Tarçın kokusu yüzüme çarptıkça hafifledim, biraz daha karıştırıp kekimi kalıba döküp fırına attım. Demlenmiş çayla tarçın kokusu mutfaktan taşıp salona geçtiğinde; babam geldi aklıma. Tarçınlı kekimi çok severdi, çocuklarına düşkün güzel bir adamdı babam, sonra , işsiz olduğu; bize harçlık veremediği, bayramlık ayakkabı alamadığı zamanlardaki kederli yüzü geldi gözlerimin önüne. Burnumun ucu sızlarken kahverengi ceketli adamı nereden tanıdığımı bulmuştum.
Gözlerimden yaşlar akarken Cemil’in sıcak elleri omuzlarımdaydı. –Beni niye uyandırmadın – diyen sitemkâr sesi –sevgilim neler yapıyorsun yine- diyerek yankılandı kulağımda…
Bir cevap yazın