Adil Hür, Stutgart’ta yaşayan, iki çocuklu, dul bir Türk kadınla evlenince
Türkiye’deki işini gücünü bırakıp Almanya’ya kapaği atar. Burada epey bir zaman iş
aradıktan sonra, ailesiyle birlikte kendini Darmstadt’ta bulur. Büyük bir plastik
fabrikasında yük indirme bindirme işine girince şehrin dışında, işyerine çok uzak
olmayan, nasılsa Türklerin fazla olmadığı bir semtte ve tek yönlü bir sokaktaki bir
apartmant dairesine yerleşirler.
Yaşı kırkı henüz geçmiş olan Adil Bey bir yandan hiç tanımadığı iki çocuğa
babalık yaptığı aile ortamına alışmanın, diğer yandan huyunu suyunu hiç bilmediği bir
ülkede yaşamanın sancılarını çekmeye başlamıştır bile. En kötüsü, bu adamların dilinden
anlayamamak çok ağrına gitmektedir. Ana avrat sövseler bile bir şey yapamazdı.
Fabrikada kulaktan dolma bir şeyler öğreniyordu ama, bu, Almanların kendisine
küfrediyorlar kuşkusunu içinden atmak için yeterli olmuyordu. Çocuklardan biraz küfür
öğrenmeliydi. Evde hep Türk kanallarını izlediği için bura televizyonundan
yararlanamıyordu. Yaşları 12-15 arasındaki çocuklarla iyi bir iletişim kuramadığı için dil
öğrenme umudunu yitirmiş gibiydi. Hem çocuklar, fabrikada duyduğu Almanca’dan
farklı konuşuyorlardı, onların Türkçesini bile anlamakta zorlanıyordu Adil bey. Haritada
bakıldığında dik bir kaya parçasına benzeyen, dar ama kendine koskocaman gelen şu
2
ülkede anlaşabildiği, aynı dili konuştuğu bir karısının olduğu için şükretti tanrısına.
Gerçi eşinin Türkçesi de kendi konuştuğu Türkçe’ye benzemiyordu ama, idare
ediyorlardı. Aralara sıkıştırılan almanca sözcüklere de alışmıştı kulağı. Kendisine göre
evlendiğinden bu yana eşinin Türkçe’sinde ilerleme bile olmuştu.
Türkiye’de ticaret lisesini bitirmiş olan Adil Bey, işyerindeki dil sıkıntılarını
azaltmak için hemen bir Türkçe-Almanca sözlük ve rehber kitap aldı. Şefinin dediklerini
anlamak istiyordu, onun gözüne girerek işinde yükselmek istiyordu. Alman ehliyeti de
almıştı, amacı fabrikada şoför olarak çalışmaktı. Neyse ki ehliyet alırken Almanca
bilmesi gerekmiyordu, yeminli tercümanla çözmüştü bu işi. Hemen oracıkta, Almanların
herşeyi çok ciddiye aldığını girdiği sürücü sınavında anlamıştı. “Ah benim güzel
memleketimde bu işlerle insanın vaktini çalmazlar; bir telefonla sürücü belgen elinde
olur” diye söylenmişti sınavdan çıkarken. Ama gelmişti işte buralara kadar; pek çok
kimse buraya gelmek için can atarken, önüne çıkan kısmeti tepmek enayilik olurdu.
Ayrıca öksüz sabilerin de babaya ihtiyacı vardı. Annelerini takmıyorlardı hiç, evde bir
erkeğin varlığı onları hizaya sokabilirdi. Adil Bey herşeye razıydı Almanya’da kalmak
için.
Ne etse, ne düşünse, ne kadar çabalasa da bu ülkeye alışmak hiç kolay olmuyordu
Adil için. Örneğin karısının arabayı kullanırken, kendisinin yanında oturması çok ters
gelmişti ona. O nedenle ilk işi ehliyet almak olmuştu zaten. Ya alış veriş sırasında?
Aman Allahım! Bu iş gözaltında yapılan bir eylemdi adeta! Şöyle rahat rahat “Ver
oğlum iyisinden iki kilo domates, bir kilo da biber, acısından olsun ha!” diyemiyordu.
Ekmekleri de birer birer elleyemiyordu, sadece parmakla işaret ediyordu alacağı
3
somunu. Görmeden, dokunmadan da ekmek alınmaz ki… Şu ambalajlı, süngere
benzeyen ekmekleri ise yiyemiyordu. Bazen Aldı adındaki markete, insanı almaya,
almasa da dokunmaya kışkırtan kazak gömlek gibi giysiler de geliyordu. Bir keresinde
gördüğü bir gömleğin ambalajını açıp kumaşına dokunmak istediğinde satış memuru
anında tepesinde dikilmiş “Nein, nein nicht aufmachen” diyerek paketi elinden çekip
almıştı. Anlayamadığı daha bir yığın şey söyleyerek hemencecik oraları düzeltmeye
koyulmuştu. Onuru kırıldığı halde bir şey yapamamanın, bir şeyler söyleyememenin
sıkıntısıyla ilenerek, aldıklarını önünde ittiği arabaya doldurarak gelmişti kasaya. Kasiyer
arabayı kontrol edip, aldıklarını bir çırpıda kasadan geçirip pıtır pıtır arabaya geri
dökünce, Adil Bey dayanamayıp Türkçe bir şeyler söyleyerek az da olsa içini ferahlattı.
Kasadaki bayan ciddi bir şekilde “Nicht verstanden” sözcükleriyle bir şey anlamadığını
söylerken “Senin canın da cehenneme” diyerek itmişti arabasını. Bir sigara yakmıştı
marketten çıkar çıkmaz. Boşalan paketini de fırlatıp atmıştı karşısındaki çiçek açan
bodur boylu ağaçların olduğu yeşil alana. Bu alışkanlığını sürdürebilmesine sevinmişti
alışveriş arabasını iterken.
Bir akşam üzeri Adil Bey, iş çıkışında, eşinin istediklerini almak üzere markete
uğradı. Derin dondurucuların yanından geçerken canı çok fena halde dondurma çekti.
Aylardır Maraş dondurmas yiyememişti. Listesinde olmadığı halde, İtalyan yapımı
meyveli dondurmasını da alıp marketten çıktı. Kliması bulunmayan Volkswagen station
vagon arabasına binerken kendi kendine nem dolu sıcaklardan yakındı. Bir an evvel eve
gitmek istedi. Ana yolda giderken arkadaki dondurmayı da düşünerek kendi sokaklarına
girmek için dolanmak istemedi. Kestirmeden ‘einbahnstrasse’ yazan levhanın dibinden
4
girdi sokağına. Apartmana bir iki bina kala karşısında bir araba belirdi. İkisi de burun
buruna durdular. Alman kafasını camdan çıkarmış Adil Hür’e ters yönde olduğunu
anlatıyordu. Adil Bey eliyle apartmanın az ilerde olduğunu, yol vermesini istediğini
anlatmaya çalıştı. Alman habire “nein” diyordu işaret parmağını sallayarak. Olacak gibi
değildi, Adil arabadan inip Alman’a yaklaştı. Sağ işaret parmağı ile sol taraftaki üç katlı
binayı göstererek “Hier kollege hier” dedi. “İş (ich=ben) wohnen da” diyerek, az ilerdeki
binada oturduğunu anlatmaya çalıştı. Alman aynı işaretle sokağın başını göstererek “ İch
wohne auch hier” deyince “Ne güzel, bak komşuyuz hem de, ein moment sadece bir
dakika kenara çekil gideyim” diyerek isteğinde ısrar etti Adil. Alman tam bir polis
pozunda, karşısındakini dinlemeden ters yönde araba kullanmanın yasak olduğunu, arka
arka çıkıp bu sokağa doğru yönden girmesi gerektiğini anlatıyordu. Kafası bozulan Adil
ters yönde olduğunu bildiğini, ama yol verirse evinin hemen şurada on metre ilerde
olduğunu kırık Almancasıyla anlatmaya çalıştıysa da, Alman arabasının burnunu iyice
Adil’in arabaya değdirdi değdirecekti. Sinirinden deli olan Adil “Senin inadını ….” diye
başlayan küfürleri bastıktan sonra, yandaki bir evin garaj önüne girerek Alman’ın geçip
gitmesini sağlamak istedi. Arabanın arkasını kıvırmış garajın önüne tam girecekken
arabanın sol penceresini tısrarla tıklatan bir ev hanımı gördü. Adil pencereyi indirdi,
kadın iki eliyle arabayı engellemeye çalışır gibi “Nein nein hier ist privat” diyordu. Adil
ona da hemen döneceğini park etmediğini anlatmaya çalıştıysa da, kadın habire oranın
özel olduğunu, sahibinden başka kimsenin giremeyaceğini anlatıyordu. Çaresiz oradan da
geri döndürülen Adil hepsine bastı küfürü. Arabasını sokağın ortasına yerleştiren Alman
iyiden tıkamıştı yolu. O sıra gelip arkasına dizilen birkaç araba da kornaya basıp
duruyordu. Adil’in onlardan aşağı kalır neyi vardı? O da bastı kornaya. İş inada binmişti,
5
ille de yapacaktı dediğini. Hem ilk kez yapmıyordu ki bunu. “Ahh benim güzel
memleketim” dedi yine, elini kornadan kaldırmadan, “gözünü sevdiğim insanımız, ne
kadar anlayışlıdır onlar!”
Adil, Almanlara da Almanya’ ya da sayıp söverken sessizliğin farkına vardı
birden. Arkasında ışıldayan polis arabasını fark ettiğinde, polis karşısındaki Almanla
konuşmaya başlamıştı bile. Alman şaşkın ama, keyifli görünüyordu aynı zamanda. Polis
sonra da Adil’in başında dikildi. Sürücü belgesiyle birlikte gerekli olan başka belgeleri de
istedi. Polis belgeleri alırken mahalle sakinlerinden birinin durumdan rahatsız olduğunu,
sükûneti bozdukları için telefon ettiğini anlatıyordu. Adil çok sakin bir şekilde ters yöne
neden girdiğini elinde bir şeyler yazan polise anlatmaya çalıştı. Polis dinliyormuş gibi
yaparak “Ein moment” dedi ve arabasına gitti. Adil çaresiz bir şekilde arabada beklemeye
başladı. “Evde televizyonun karşısında oturup dondurmamı kaşıklamak varken, şu anda
uğraştığım işe bakın…” diye kendi kendine söylenirken, polisi elinde bir aletle tepesinde
gördü yine. “Herr Hüührr bunu üfler misiniz?” diyordu. Deli olmamak işten değildi
“Warum?” dedi Adil, kızgın ve yüksek sesle. “Neden üfleyecekmişim, ben sarhoş
değilim ki!” diye bağrıp çağırmaya başladı. Polis “Ters yöne girmişsiniz beyefendi”
diyordu, aleti ısrarla eline verirken. Adil içinden polisin yüzüne karşı süslü bir küfür
savurarak çaresiz aldı aleti, bu adamlarla uğraşmaya gelmezdi. Arkada erimekte olan
dondurmasını düşündü, bir an önce eve gidip yemek istiyordu. Hırsla, tükürürcesine
üfledi aletin içine. Polis aleti alıp gitti, bu kez gelmesi uzun sürmedi. Yine tepesindeydi
elindeki ufak bir sayfayı Adil’e uzattı. “Her Hüührr” dedi “ hem trafik kurallarını
çiğnediğiniz için, hem de mahallenin sükûnetini bozmaya sebep olduğunuz için iki ayrı
6
ceza kestim…” diyordu ki, Adil “ Nict schuldig, nicht schuldig!” diyerek suçsuz
olduğunu anlatmaya çalıştı. Polis “ Özür dilerim sayın Hür, suçsuz olduğunuza
inanıyorsanız mahkemeye gelip savunmanızı yaparsınız” dedi ve arabasına giderek
Adil’in girdiği yerden arka arka çıkması için yol açtı.
Adil bir kez daha “Bu memlekete bir gün daha kalanın aklına yanayım” diye
söylenerek arabayı geri vitese taktı, polis gitmişti. Kafasını kaldırdığında apartmanların
pencerelerinde saksı gibi dizilmiş, kafaları renkli bigudilerle sarılmış meraklı kadınları
gördü. Erimekte olan dondurmasına içi yandı. Sokağına doğru yönden girerek
apartmanın önündeki alana park etti. Naylon poşetin birinden sızan sütü görünce dili
damağı kurudu. Bu durumda ağzına geleni söyleyememek, küfür etmemek olanaksızdı.
Kor gibi kızarmış suratını asarak bastı küfürü. Alnından aşağı çenesine doğru sızan terin
tuzunu dudaklarında hissederek çıkardı aldıklarını üçüncü kata.
Bir cevap yazın