Kendimi yorgun ve yılgın hissettiğim bir tatil günü gökyüzü benim gibi canından bezmiş görünüyordu. Bulutlar karardıkça düşüncelerim zihnime daha hızlı çarpmaya başladı. O dimdik “Azim” yokuşunu arada nefesim kesilerek çıkmaya çabalarken kulak zarım patladı sanki. Hopladım, caddede siyah bir araba bir kadına çarpmak üzereyken anlaşılan kıl payı durmuştu. Kadın öyle korktu ki sesini çıkaracak hâli kalmadı. Kimin haklı olduğunu göremedim zaten ne önemi vardı ki… Kadın yere düşen çantasını alır almaz sürücüye bağırdı, sürücü de bağırgandı. “Kör müsün be? Senin yüzünden başım derde girecekti!” Ağzım açık kaldı… Kadın ellerini havaya kaldırıp adama sayıp söverek karşıki kaldırıma geçti. Araba âdeta caddeyi yararcasına çekti gitti, sürücünün hiç ders almadığı gazı köklemesinden belliydi. Kadına şöyle bir baktım, otuzlarındaydı, belki de aynı yaştaydık. Ölebilirdi… Bir tuhaf oldum, ona bir şey olsaydı üzülürdüm.
“Sabır” durağına vardığımda, ertesi gün iş yerinde yapacağım sunum bir türlü rahat bırakmıyordu beni. Haftanın beş günü gözlerime dokunan manzaralar içimi açmıyordu ki… İnsanlar nicelik peşinde koşarlarken nitelik kavramından gittikçe uzaklaşıyorlardı. Kırmızı halıda yürüme telaşı büyük küçük herkesi sarmıştı, tam da bu konuya odaklanmışken çantamın üzerine şıp diye bir şey kondu sanki. Bir de baktım ki ne göreyim… Kuş pislemiş. Nasıl temizleyeceğimi düşünürken şansıma durağın hemen yanında bir market çıktı karşıma. İçeri girdiğimde, adamın biri dokuz on yaşlarında bir çocuğu dövercesine azarlıyordu. “Sen nasıl dikkat etmezsin ha? Müşteri ödemeden gitti işte. Bu kaçıncı salaklığın? Senin yüzünden kaçırdık onu. Bir daha…” Beni görünce hemen sustu adam. “Hoş geldiniz!” diyen sesi yumuşacık oluverdi. Al aldı çocuğun yanakları, başı öne eğikti. Lastik ayakkabısından baş parmağının ucunu gördüm. Yavaşça rafların arkasına doğru uzaklaştı. Mendili kaparcasına aldım, adama ters ters bakarak parayı uzattım, dışarı çıkmak istedim çabucak. Çantamı temizlerken tombul yanaklı kırmızı bir tramvay yavaşça durağa yanaştı.
Pencere kenarında bir yere oturduğumda, marketteki çocuk geldi gözlerimin önüne, bundan sonra şansının açık olmasını diledim. İçimi susturmayı başardığım için çevremi izlemeye koyuldum. Görkemliydi ağaçlar. Dökülen yapraklara özendim, benden daha özgür görünüyorlardı. İnsan sıkıldığında, alıp başını gidebilmeliydi, hem de çok uzaklara gidebilmeliydi. Hep aynı işleri yapmaktan, aynı insanları görmekten iyice bunalmıştım artık. Kendime sordum. “Beğenmediklerini ne zaman fırlatacaksın?” Duyduğum cevap uzun bir sessizlikti!..
Tramvay “Sevgi” durağında yolcu aldı. Önümdeki koltuğa down sendromlu bir genç oturdu. Ne kadar da tatlıydı, merakla etrafını inceliyordu, her şeyin fotoğrafını çekiyor gibiydi. Birkaç saniye sonra işten kavrulmuş, kendinden emin bir el gencin sırtını okşamaya başladı. Yılların acısı elin damarlarını şişirmişti. Tırnaklar düzgün kesilmemiş, bazılarının içine makine yağı dolmuştu. O simsiyah yağın sindiği el, “Yaşamı sana ben anlatayım…” dercesine bakıyordu bana. O özel parmakları dünyadaki tüm denizler bile temizleyemezdi. Temizlemesine de hiç gerek yoktu. Güneş, elin üstündeki tertemiz tüyleri ne güzel parlatmıştı. Melekler en derin çizgilere yerleşmişlerdi. Başımı kaldırıp o eşsiz elin sahibini görmek istedim. Orta yaşlarda, bıyıkları gür bir adam, üstünde siyah bir kaban. Kaban, o özverili bedeni örtmenin gururunu taşıyordu. Adam da kabanın hakkını veriyordu. O kişilikli el, gencin saçlarını okşadı. İkisi sevgiyle baktı birbirine.
Daha birkaç dakika öncesinde benliğime çarpan sesler geldi aklıma. Utandım. Kimler, nelerle baş ediyordu. Bense kavga edip duruyordum, en çok da kendimle… Başkalarının söylediklerine, davranışlarına sürekli takılıyordum. Hep onaylanma isteği, beni yiyip bitiren onaylanma isteği. Dapdaracık giysiler içinde ördüğüm o kalın duvarın arkasında kendime karşı savaş veriyordum. Üstelik değiştirebileceğim sadece bir kişi vardı. Gerçeği bilmeme rağmen uygulamada yeterince başarılı değildim. O tatlı tramvaydaki havayı solumam iyi geldi. Belki de abartıyordum. Aslında bana bir şey olduğu yoktu, yaşadıklarımı kendime göre sadeleştirmeliydim. “Şükür” durağına nasıl vardığımızı anlamadım. Tramvaydan indiğimde, kendimi farklı hissediyordum. Yoluma çıkan insanlara iyilikler diledim, teşekkür ettim.
Farkındalık, anda kaldığımızda da gerçekleşebilir hem de hiç beklemediğimiz ortamlarda, ihtiyacımız olanın bize sunulduğu zaman diliminde. Evrensel armağanları baktığımızda görebilsek… Bir adım daha… Gördüklerimiz bize yarar sağlayabilse… Sonra bir adım daha… Öğrendiklerimizi yaşama geçirebilsek…
En son gözünüze ilişerek kalbinize dokunan ne oldu?
Sizi etkileyen neydi?
?
Bir cevap yazın