Trenin gidiş istikametine oturmuş, burnunun dibinden kayıp giden manzaraya dalmıştı. Ufuklardan yükselen dağlar dairesel yörüngede yaklaşıyor, yavaş yavaş arka sıraya geçip uzaklaşıyordu. Ağaç dallarından hızla kalkış yapan serçeler bir müddet cuf cuflu trenle yarışıyor, yorulunca yan çizip vazgeçiyorlar. Ovalar sarışın, dağların etekleri sonbaharın her türlü yeşil ve sarı tonlarında, her boyda ağaç çalı fundalık dolu. Gurbet treni bazen dümdüz uçsuz bucaksız ovalardan, bazen dimdik zafer edalı mağrur dağların arasından, bazen de sesiz sedasız akan bir ırmağın takip ettiği yoldan bıkmadan yorulmadan Güneş in battığı yöne doğru gidiyordu.
Ufka gitgide yaklaşan güneş in rengi soluklaşmış, bir iki saat önceki parlaklığı azalmıştı. O’da; bu yılana benzeyen, kara mara, yorulmak bilmeyen, tepesinden gri miri dumanlar çıkaran, öfkeli boğalar gibi burnundan soluyan, boğuk moğuk, kalın çirkin düdükler çalan, iki gündür kendini takip eden şimendiferi bırakmak istemiyordu.
Gah bir dağın engellediği, gah bir gölün parlak yakamozlarının birleştiği ikindinin altın sarısı şuaları, orta yaşta yolcunun yüzünü renkten renge, halden hale sokuyordu. Yılların getirdiği bunca keder, bunca dert yüzündeki çizgilerde saklıydı. Erzincan’dan kalkmış İstanbul’a oğlunun yanına gidiyordu. Bir hafta önce hanımı vefat edince tek kalmıştı. Kendisiyle aynı yaşta, toprak damlı, Küçük ahşap pencereli, taş duvarlı, iki oda ve bir mutfaktan ibaret evininin, bir zamanlar yirmi inek beslediği yıkılmaya meyillenmiş ahırının, evi çevreleyen hayatın menteşeleri paslı kırık kapısını kitleyip yola çıkmıştı. Oğlunun yanına, İstanbul’a gidiyordu. Oğlu, annesinin ölümünden sonra muhtara telefon açmış, babasının yanına gelmesini istemişti. Oğlu Ramazan tüm ısrarlarına rağmen, üç yıl önce hanımını da alıp İstanbul’a göçmüştü. Aldığı haberlere göre bir torunu olmuştu.
Güneş batmış, kompartmanın soluk benizli lambası etrafa akşam hüznü ile aynı tonda ışık saçıyordu. Pencereden ancak çok yakından akan bina ve ağaçların kara siluetleri fark ediliyordu.
Portatif masayı çekip düzeltti. Çantasından çıkardığı bezi itinayla serdi. Ekmek, peynir, Allah ne verdiyse masaya dizdi. Bismillah çekip karnını doyurdu. Sonrasında abdestini alıp akşam namazını kıldı. Tren ise son istasyona bir an evvel varmanın gayretiyle ha babam de babam koşturup duruyordu.
İyice çöken akşam yerini geceye bırakıyordu. İsmail Amca uykuya yenik düştü. Teker tıkırtılarına, sallamalara aldırmadan çoktan uykuya dalmıştı. Hatta rüya bile görüyordu. Ramazan elinde bir mendil, köyün kuzeyindeki gelin taşına çıkmış onu çağırıyordu
” Baba bu tarafa gel bu tarafa! Bak bizim Zühre inek burda. Kurt kuş yememiş. Babaaaaa! ” ” Ne ineği oğlum ben İstanbul’a geliyorum.” Sonra kendisini evin önünde ki uzun tahtan yapılı sıraya oturuyor buldu. Ramazan,
-Baba” dedi. İsmail Amca
-“Hı
-Baba bizim Zühre inek kaç sepet ot eder?
-Ne bileyim oğul yüz sepet eder herhalde.
-Madem öyle biz niye yedi sepet ota Emmet Dayı’ya sattık?
-Mecburduk oğul. Abril beşte ot yok saman yok, kış uzun. Yedi sepet otu almasaydık öbür inekler de acından ölürdü.
– Peki, Emmet Dayı gilin fırsatçılık değil mi?
– E be Ramazan! İstanbul’a gitmişsin de hala aklın fikrin Zühre inek’te.
– Hayır, Baba onlar bizi kandırdı, sadece bizi değil tüm köylüye badak attılar.
Adamcağız birden uyandı. Oh be rüyaymış dedi içinden. O uykudayken bir genç gelip yanına oturmuştu. Delikanlı çaktırmadan İsmail Amca yı süzüyordu. İsmail Amca’da bu durumu sezmisti.
– Bak hele oğul aç mısın yoksa? Çantamda kete var, yeşil peynir var, sarı yağ var….
Genç gülümsedi.
– Teşekkürler amca. Aç değilim. Yolculuk nereye?
– İstanbul’a. Oğlumun yanına…
Bir müddet sustular. Tren ise durmadan dinlenmeden takur tıkır ilerliyordu. Gece oldu. İki kişinin bulunduğu kompartımanın İsmail amcası derin uykulardaydı. Rüyasında yine ot hesabını görüyordu. Köyün her renkten desenli, kuran harfleriyle bezeli küçük camisinde, sarıklı şalvarlı imamla karşılıklı oturmuşlardı.
– De hele ya Seyda, fırsat alışverişi helal mi, haram mı?
– Alışveriş karşılıklı rızayla oldu mu iş biter. Satan icap, alan kabul ettiği taktirde alışveriş makbuldür.
– Ya satan çok zordaysa? Yani çok sıkışık durumdaysa. Alan da bu durumu fırsat bilip malı bedelinden çokkk düşük fiyata alıyorsa?
– Karşılıklı rıza önemli karşılıklı rıza. Bu kadar bilirim ben.
– Hoca, Seyda, kurban olayım molla, Emmet Dayı bizim ineği yedi sepet ota aldı. Otumuz samanımız bittiği için biz de mecbur verdik. Yoksa öbür dört ineğide açlıktan öldürecektik. Kurban olam Seyda, körü yara sıkıştırmak doğru mu? Bir inek en az dört bin lira, bir araba ot dörtyüz lira, bır araba ot onbeş sepet ot. De hele kurban hoca, bir inek yedi sepet ota verilir mi?
– Vermeseydin?
– Kurban olam Seyda, Vermeseydim diğer inekler acından ölecekti. En mühimi de ben gidip bir sepet otu da otluklarından habersiz getirdim. Bu bir sepet ot helal midir, haram mıdır?
– Çaldın yani? Haramdır İsmail baba haram. Bak o yedi sepet ot senin diğer ineklerini kurtaracak kadar değerli olmuş. Git Emmet Dayı’la helalleş. Yoksa kul hakkıyla gidersin maazallah!
– Molla Efendi, bir inek dört bin, bir araba ot dört yüz, bir araba ot on beş sepet ot. Hele bir hesap et nereye vuruyor? Sen kalkmış bir sepet otun hesabını yapıyorsun. Hele kitabına bir daha bak…
Zor bir hesaptı bu hesap. İsmail Amca beşikte hem sallanan hem ateşli hastalık geçiren bebeler gibi yüzünü buruşturup buruşturup, kaşlarını çatıyor, sonra gergin yüzüne boncuk boncuk ter basıyordu. Yanındaki genç durmadan sigara tüttürüyordu. İmam Efendi nın cevapları kendisini epey rahatsız etmiş olacak ki birden uyandı. Ceketinin cebinden mendilini çıkardı. Kasketini kaldırıp alnını sildi. Genç bunu fırsat bildi.
– Ne oldu amca karabasanlar mı bastı? Kötü bir rüya gördün herhalde?
– Karabasan değil yeğenim. Bir karışık hesap desek daha doğru olur.
– Nasıl hesap?
– Zor bir hesap.
– Bak amca iyice meraklandım. Matematik hesabıysa içinden çıkarım. Lise mezunuyum.
– O vakit beni iyi dinle yeğen, ben elli sekiz yaşındayım. Helal ve harama çok dikkat ederim. O kadar ki Saidi Nursi’nin babası gibi elin tarlasından, çayırından haram ot yemesin diye öküzlerimin ağzına torba bağlardım. Taa ki bu kışa kadar.
Delikanlı iyice meraklanmış, birazda hayran kalmıştı. Kılık kıyafeti ve fiziki yapısı pek de iyi olmayan ancak mükemmel bir kişiliğe sahip olan bu amcaya gıbta ile bakmaya başlamıştı. İsmail Amca mekruh diye sigara dahi içmediğini, Emmet Dayı ile olan pazarlığını, yedi sepet otu bittiğinde aklına uyup bir sepet otu da habersiz getirdiğini bir bir anlattı. Lise mezunu bu geňcten bir çıkış yolu göstermesini istiyordu.
-Sen de yeğen, bu bir sepet ot helal mi haram mı? Bak eyceme hesap et, bir inek dört bin lira, bir araba ot dört yüz lira, bir araba ot on beş sepet ot eder. Yedi sepet ota bir sepet ot daha eklemişim. Bu bir sepet helal mi yoksa haram mı? Ha?
Genç başını kaşımaya başladı. Bu sorunun cevabından daha çok kendini sorguluyordu. Bir organ mafyasına çalışıyordu. Gözüne kestirdiği İsmail Amca gibileri tuzağa çekip bilgilerini tanımadığı adamlara veriyor, karşılığında üç yüz lira alıyordu. İçinden “Adama bak, bir sepet otun hesabını yapıyor. Ben nice nice canları üç kuruşa satıyorum be!. Hiç umurumda değil. Tövbe tövbe tövbe.” İsmail Amca sorusunu vurgulu tekrarlayınca genç düşüncelerinden sıyrıldı.
– Amca bir inek dört bin, bir araba ot dört yüz ise. Senin ineğin on araba ot eder. Bir araba ot on beş sepet ise, senin ineğin yüz elli sepet ot eder. Sen almışsın yedi sepet ot. Bir sepette sonradan getirmişin kalmış yüz kırk iki sepet otun. Bir sepet otun tabi ki helaldir.
– İmam öyle demiyor yeğenim.
– Aman amca sen boşver imamı.
– Yeğenim adını bağışla bana. Öyle konuşalım.
Yeğen adının Tunç olduğunu söyledi. Adam önce bu ismi yadırgadı. Ahmet, Mehmet, Halim, … Bir sürü güzel isim dururken bula bula bu ismi kim bulmuş diye düşündü. Gecenin ilerleyen saatlerinde biraz daha konuştular. Tunç Amcaya ait bilgileri hafızasına kopyalıyordu.
İsmail Amca, Liseli Tunç’tan aldığı fetva ile biraz rahatlamıştı. Ne de olsa adam koskoca liseyi bitirmiş. Bu huzurla tekrar uykuya daldı. Uykusu da rüyasız olmuyordu. Bu kez hanımın tandır başında ekmek pişiriyordu. Tandırın harlayan ateşini gösterip, “Bak Herif bu ataşı görüyor musun? O bir sepet otun yüzünden ha böyle nar içinde yanıyorum. Yanıyorum. Yanıyorum.!” ses gerçekmiş gibi kulaklarında yankılanıyordu. Sabahın şafak rengi ile aklaşan yüzü çektiği acıyla buruştu. Hoplayarak uyandı. Tunç da beraber uyandı. Tunç
– Yine mı kötü rüyalar gördün İsmail Amca? Beni de uyandırdın…
– He valla Tunç yeğen. Bu bir sepet otun hesabını bir türlü veremiyorum.
– O da kolay İsmail Amca, telefon açarsın memlekete, bir sepet ot kaç lira tutuyorsa parasını Emmet Dayı ya yollarsın olur biter.
İsmail Amca şapkasını başından alıp yan koydu. Hafif kelleşen kafasının derisi fazlaca beyazdı. Diğer eliyle başını kaşıdı:
– Bir sepet ot yirmi yedi lira mı ediyor Tunç?
Kırk yıllık dost gibiydi bunu soruyu sorarken. Tunç
– Yirmi altı küsur ediyor. Bu küsuratıda kafayı takma. Düz yirmi yedi de gitsin.
– Sağ ol yeğenim. Eve varır varmaz ilk işim bu parayı göndermek olacak.
– Tamam, Amca şimdi biraz uyuyalım.
İkisi de sustu. Ama tren yine bildiği ritimle susmadı. Tunç bir sigara daha yaktı. Dumanı İsmail Amca’nın genzini yaksa da sesini çıkarmadı. Şapkasını başına minder yapıp cama dayadı. Uyumaya çalışırken ” bu sefer iyi rüya görürüm herhalde diye düşündü. İsmail Amca uykudayken kompartımanın kapısına uzun boylu kravatlı bir genç dikildi. Boynundaki kravatı üç kere düzeltti. Parolayı alan Tunç yerinden kalktı. İkisi başka boş bir kompartımana girdiler. Tunç İsmail Amca ya ait ne öğrendiyse bir bir kravatlıya aktardı. Karşılığında üc yüz lirasını aldı. Sonra birbirinden ayrıldılar.
İsmail Amca bu kez rüyasında kızının düğününü görüyordu. Meşhur Zurnacı Şerif bayağı dokunaklı çalıyordu zurnasını.
Genç kızlar da bu yanık sese eşlik ediyorlardı. ” Şen ana Şen baba ben gidiyorum. Evimi barkımı terk ediyorum.” İsmail Amca kendini kızının evden ayrıldığı gün gibi bırakıvermişti. Gözlerinden aşağı yuvarlanan yaşlar kırış kırış yüzünden dökülüyordu. Bu rüya uzun sürmüştü.
Zurnacı çaldı, kızlar söyledi, İsmail Amca ağladı, tren yürüdü yürüdü. Bir yılanın tarlaya sürünerek girmesi gibi tren de koca şehre girmişti. Gebze istasyonuna geldiklerinde tren ufak bir silkelemeyle durdu. İsmail Amca istemeyerek de olsa uyandı. Gözlerini ovuşturup pencereden baktı. Sıra sıra beton yığını binalar omuz omuza vermişti. Kıvrılan yolların, alt geçitlerin, üst geçitlerin, viyadüklerin üzerlerinden vızır vızır arabalar, sağa sola telaşla koşuşturan insanlar, uzaklardan yakınlardan siren sesleri, büyük bir hengâme. Sabahın ilk saatleriydi. Dönüp kompartımana baktığında Tunç yoktu.
Kalkıp lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkayıp tekrar yerine döndü. Sabah namazını kılamadığı için kendini suçlamadan edemedi. Yavaş yavaş toparlanmalıydı. Son durak Haydarpaşa’da inecekti. Ramazan O’nu orada alacaktı.
Tunç, Gebze istasyonunda inmişti. Sıra çetenin paketçi üyelerindeydi. Bunlar İsmail Amca’ya, Ramazan’ın arkadaşı olduklarını, hatta komşu olduklarını, kendisini taksiyle direkt Ramazan’ın evine götüreceklerini söyleyip kasapçı elemanlara teslim edeceklerdi. Sonra da yurtiçi yurtdışı pazarlamacı grup devreye girecek ve organlar bir şekilde büyük tutarlarla satılacaktı. Yarın güneyden gelecek Kurtalan ekspres ine dalacaktı. Bir banka oturdu. Tıfıl bir çocuk, simitçi simitçi diye bağırarak, başında ustalıkla tuttuğu tepsideki simitleri satıyordu. Göz ucuyla Tunç’a bakarak yanından geçti. Tunç, arkasından seslendi;
– Kaç lira simit?
– Bir lira abi
– Ver bir tane
Simitçi gazete parçasına sardığı simiti uzattı. Tunç simiti aldı. Birden İsmail Amca’nın hesabı kafasına takıldı. Çıtır simitten küçük lokmalar koparıyor, öte yandan İsmail Amca’nın hesabını çözmeye çalışıyordu. Mırıldanarak ” Ne adamlar var be! Anadolu’nun saf, temiz mert insanları. Bu adamlara bak bir de bize… Bana yazıklar olsun. Ne aptal biriyim. Üç kuruş için neler yapıyorum. Adam bir sepet ot yüzünden uyku uyuyamıyor. Birde bana bak? Lanet olsun bana! İsmail Amca’yı kurtarmam lazım. Bu tren Pendik istasyonuna varmadan yetişirsem İsmail Amca ya ulaşır O’nu sıkıca tembihlerim. Derim ki İsmail Amca, sakın o adamlara inanma. Arkadaş, komşu hepsi hikaye. Ramazan gelmeden kesinlikle bir yere gitme.
Yerinden kalktı. Eliyle ağzını sildi. Pendik e giden minibüslerden birine bindi. Muavin, beline kemer gibi bağlı kesesindeki bozuk paraları şakırdatıp, Hesap abiler, hesap ablalar. Bozuk olsun paralar, bozulmasın aralar. Abla sen şuraya otur. Yakışıklı sen biraz ayakta bekle…” Hava sis pus. Güneş zar zor fark ediliyor. İnsanlar telaşlı, gergin. Korna sesleri, insan koşuşturmaları, muavinlerin durak isimleri bağırışları, arada bir kalın kalın öten vapur düdükleri…
Belli bir süre yol alan minibüs, önce hızını kesti sonra tamamen durdu. Yolcular homurdanmaya başladı. ” İşe geç kalıyoruz kaptan!.. Ne oldu yine? Ne bekliyoruz şoför? Şoför sigarasının külünü sabit küllüğe silkeledi. Dikiz aynasında başını kaldırıp yolculara cevap verdi. ” Trafik tıkandı. İlerde kaza filan var herhalde.” Tunç, burnundan soluyordu. Tam zamanını buldu bu kaza. Açık pencereden tıkış tıkış arabaları, biraz daha ötede sıra sıra kapısı olan iki katlı binayı gördü. Beyaz levhanın tam ortasında mavi puntolarla PENDİK yazısı, tam da gözüne gözüne batıyordu. ” Ya burası işte Pendik garı!” Heyecanla kapının koluna asıldı. Kapıyı açtığı gibi aşağı atladı. Şoför arkasından ” burada yolcu indirmek yasaktır kardeş. Şimdi cezayı yiyeceğiz.” dediyse de Tunç çoktan üst geçide yaklaşmıştı. Üst geçitten karşıya varması zaman alırdı. Oysa dakikalarla oynuyordu. Üç gidiş üç gelişli yolun bariyerlerinden atladı. Hızla gelen arabaların arasından fütursuzca koşturdu. Kendini kısa bir süre içinde tren raylarında buldu. Makinist acı acı düdük çaldı. Gitgide yavaşlayan tren yorgun argın duraksadı. Kursağında ki bütün kömür dumanını, buharını oflayıp puflayıp havaya saldı. Bir kaç yolcu indi, bir kaçı bindi. Tunç’ta binmişti. Vagonları ve kompartımanları seri şekilde aradı. Nihayet İsmail Amca’nın bulunduğu kompartımanın kapısından kendini içeri attı. Koltuğa yayılıp oturdu. Nefes nefeseydi. İsmail Amca şaşkın şaşkın,
– Ooo yeğenim hoş geldin. Ne bu hal?
Kimler kovaladı seni böyle?
Tunç bir oh çekti. Uzunca saçlarını parmaklarıyla taradı. Derin bir nefesten sonra İsmail Amca ya döndü.
– Biraz soluklanayım. Anlatacağım.
– Aç mısın? Bak kete var. Çaycı az önce buradaydı. Bir çay söyleyeyim. Keteyle beraber iyi gider.
Tunç, İsmail Amca ya yetişmenin derin sevincini yaşadı. Çaycı boşlarla beraber hesap toplama için oda oda dolaşıyordu. Yanlarına geldiğinde bir çay daha aldılar. Tunç keteyle beraber çayı çabucak yudumladı. Aceleyle saadete girdi. Çünkü Maltepe durağında inecek paketçilere görünmeyecekti. İsmail Amca ya durumu anlattığı sezilirse cezası ağır olurdu. Elini İsmail Amca’nın dizlerine koydu.
– İsmail Amca kulağını aç, beni iyi dinle. Bak şimdi Haydarpaşa da indiğinde üç kişi yanına gelecek. Ramazan’ın komşuları ve arkadaşları olduklarını, seni Ramazan’ın evine götüreceklerini götürmek için geldiklerini, Ramazan’ın bizi gönderdiğini söyleyecekler. Kesin ama kesinlikle gitme. Ramazan gelmeden kesinlikle gitme. Ben şimdi gelecek durakta ineceğim. Sana ait bilgileri ben onlara verdim. Beni de affet. Hakkını helal et.
İsmail Amca konuşmaya kalmadan Tunç yerinden kalktı. Pantolonunun geniş parçalarını birbirine sürüyerek iniş kapısına yaklaştı.
İsmail Amca dinlediklerine anlam veremiyordu. Tunç’un hareketleri konuşmaları tuhaftı. ” Bu çocuktan hiç bir şey anlamadım. Beni kimler ,niçin, nereye götürmek ister ki? Bana ait bilgileri niçin başkalarına versin?.”
Sonra merakla koridora çıktı. Tunç çıkış kapısının yanında duruyordu. İki gençle tartıştığı belliydi. Tren yaklaşan durakta durmak için git gide yavaşlıyordu. Biraz daha gençlere yaklaştı. Konuşmalarını artık rahat duyabiliyordu. Kara kara gözlüklü, zamanın modası İspanyol paçalı delikanlılardan biri Tunç’a dişlerini sıkarak
– Sattın bizi aslanım. Adamı sıkı sıkıya tembihledin. Şimdi hesabını vereceksin. Öteki,
– Seni Küçük Reis’e götüreceğiz. Artık hesabını onlar görür. Bu amcanın yerine seni mi kasaba gönderir, yoksa büyük Reis’e mi gönderir O’nun bileceği. Tunç yalvarır sesle.
– Ben adama bir şey demedim. Hem reis ne bilsin dediğimi. Adam inat etti gelmedi dersiniz olur biter. Biz arkadaşız!
– Arkadaş arkadaşı satmaz aslanım. Sen bizi sattın. Biz de burdan ekmek yiyoruz. Bak cebinde bir işçinin bir aylık parası var.
Tunç aceleyle cebindeki parayı çıkardı. Gençlere uzattı.
– Ahanda para sizin olsun. Reisin ne haberi var bizden. Bırakın gideyim.
Tren durdu. Üç kişi birden indi. Tunc ortada iki koltuğunda diğer arkadaşları trenin ters istikametine gidiyorlardı. İsmail Amca artık her şeyi anlamıştı. Köy odalarında, büyük şehirlerde çocukları, kimsesizleri kesip organlarını sattıklarını duymuştu. Şimdi tam da böyle insanların arasında olduğunu anlamıştı. Bir mahkûmu Tunç’u götürüyorlardı. Yüreğinin ta derinliklerinde ince bir sızı hisseti. Yol arkadaşı, kendisini kurtarmak için her şeyi göze almıştı demek. O halde vefa sırası kendisindeydi.
Trenin hareket memuru elindeki levhasının yeşil yüzünü makiniste gösterip hareket edebileceğini işaret etti. Tren uzun uzun düdüğünü çaldı. Ağır ağır kımıldadı. İsmail Amca umulmadık bir çeviklikle koşup açtığı kapıdan atladı. Yüksek ve kalın sesiyle bağırdı.
– Tuuuuunç!
Üçü de durup arkaya döndüler. Başında kasketi, ceketinin altında yeleği, kalın kumaştan siyah pantolonuyla Anadolu köylüsü İsmail Amca karşılarında dikelmişti. Tunç,
– Tren gidiyor İsmail Amca, koş bin. Sen boşver beni.
– Hayır yeğen,
Diğer ikisine ağır ve kendinden emin seslendi.
– Tunç u bırakın. Beni götürün her nereye götürecekseniz.
Gençler şaşkın şaşkın birbirine baktılar. Tunç, İsmail Amca’ya hayran hayran bakıyordu. Ne yüce bir kişiymişsin be İsmail Amca, iyi ki de seni uyardım. Sonunda ölüm de olsa gam yemem .”dedi içinden. Sonra iki yanında kilere
– Haydi gidelim.
Dönüp yollarına devam ettiler. Tren artık hızlanmış, teker sesi, cuf cuf sesi git gide yok olmuştu. Elinde valizleriyle bir erkek bir bayan yanlarından geçti.
İsmail Amca sağındaki oturağa bakıp tekmesiyle tahtasını kenara fırlattı. Eğilip kopardığı odunu aldı. Gürültüye dönen Tunç ve arkadaşları manasızca İsmail Amca ya baktılar. İsmail Amca bu sefer sinirliydi.
– Oğlum beni götün diyorum size. Bırakın Tunç u!
Etrafta insanlar çoğaldı. Kalabalık bir çember oluştu. İsmail Amca hızla gidip Tunç un kolundan tutup kendine doğru çekti.
– Ya ben, ya cesedim. Tunç hiç bir yere gelmiyor.
Yumruklar sıkıldı, iki kişi beş kişi oldu. İsmail Amca elindeki odunu sıkı sıkıya kavradı. Karşıdaki gençler sustalılarını çıkardılar. Büyük bir düello başlayacaktı. Kıvırcık saçlı bir bayan ” biri polis çağırsın lütfen! Adamı öldürecekler.” diye nida etti. Toplanan kalabalık emniyet mesafesinde yuvarlak oluşturdu. Meydanlardan yem kapmaya giden bir kaç güvercin iyice yükselip uçtu. Balıklardan ümidini kesip çöp birikintilerinden umudu olan martılar ciyak ciyak kanat çırparak uzaklaştı. İstasyonun pencereleri açıldı. Meraklı kafalar dışarı sarktı. Sonra kavga başladı. Tunç iki elini kafasına tutmuş yere düşmüştü. İsmail Amca odunuyla iki kişiyi yere serdi. Diğerleri hemen savunmaya geçti. Kolları iki yana açık, yavaş yavaş dönmeye başladılar. Saldırı için boşluk arıyorlardı. İsmail Amca “Ya Allah! Bismillah çekip bir nara attı. En yakınındakinin koluna bir darbe indirdi. Adam inleyerek yere uzandı. Sustalı uzağa düştü. Paketçi çete iyice gerilmişti. Birbirlerine bakıp anlaştılar. Hepsi birden İsmail Amca’nın üzerine çullandılar. Kolları hızlı hızlı kalkıp iniyordu. Beş altı kişi bir kişiyi altlarına almış her yerinden bıçaklıyorlardı. Serzenişler, sitemler kar etmiyordu. “Ya arkadaş polis yok mu polis,” ” vah vah vah adamı öldürdüler resmen”!!!
Polis sireniyle beş kişiden dördü korkuyla kaçmıştı. Yerde ağır yaralı İsmail Amca, Tunç ve paketçilerden biri kalmıştı. Polisler hemen ambulans istediler. Olay yerine şerit çektiler.
İsmail Amca’nın bir elinde sopası, diğer elinde Tunç un bileği vardı. İkisini de sımsıkı tutulmuştu. Vücudunun her yanı kesik kesik sızlıyordu. Elbiseleri parça parça kırmızı renge boyanmıştı. Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplıydı. Birden gök yarıldı. Cimin’in üzüm bağları belirdi. Kurum tutmuş bulutlar pamuk rengine döndü. Hanımı külekle koyun sağmaya gidiyordu. Kızı yayla çiçekleri arasında papatya topluyordu. Ramazan gelin taşına çıkmış, elindeki mendili sallıyordu. Gökte rengârenk çiçekler vardı. Yerde rengârenk arabalar. Gökte süt, inekler, kağnılar, kağnıları çeken öküzler, yerde fabrikalar, bacaklarında zifir dumanlar, makinalar, vinçler, asfalt yollar, parke yollar, parklar, kalabalıklar vardı. Gökte, çayırlar, çimenler, otlar, ot yığınları, sepetler ve bir sepet ot vardı. Yerde formalı formasız polisler, polis anonsları, telli telefonlar, telsizler, direkler, direklerin üzerinde uzun uzun kablolar vardı. Gökte, bir adam, adamın sırtında bir sepet ot vardı. Yerde bir baş eğildi omuzuna. “Baba! bak ben Ramazan, baba ne oldu sana?” diyordu. Yerde İsmail Amca vardı. Adam gibi adam. Başını sağa eğdi. Ağzından al kanından birazı boşaldı. Kalan bütün gücüyle Ramazan’ın kulağına fısıldadı:” Yirmi yedi lira Emmet Dayı’ya gönder. Ha mutlaka gönder. Göndermezsen babalık hakkımı helal etmem.
Başında teker şapkalı polisler anonslar geçiyorlardı telsizlerinden .” Alo alo Merkez! ” Dirililioip dirililioip alo 2321 merkez dinlemede anlaşıldı tamam.” Üç ağır yaralı var, acil! Olay yerine ambulans lazım. Tamam” Bu gürültülü haberleşme içinde İsmail Amca birden fenalaştı. Gök kubbe batıdan başlayarak karardı. Binalar adamlar etrafında dönmeye başladı. Karanlık git gide arttı ve tüm dünyasını kapladı. İsmail Amca’nın iki eli de gevşedi. Odun bir yana düştü. Tunç’ un cansız bileği bir yana.
Ve ertesi gün gazete manşetlerinde de “Organ mafyasında kanlı hesaplaşma, Üç ölü.”….
Cihangir BOZ
Aralık 2020-KARS