Telefonu az önce kapattım. Aslında hiç açmak istememiştim. Annemin ağlamaklı
notalarına ara verip gelmiştim tatile. Rüzgârın az ötedeki çay ocağından getirdiği Karadeniz
tınıları kadar yakın yedi yüz km ötedeki evimizin salonu. Şimdi koltuğunda oturmuş, yer yer
sararmış dantel örtünün kapladığı sehpa üzerinde kahvesi, dizinde eskilerden kalma, kapağı
çevrilmekten eprimiş fotoğraf albümü. Geçmişte ne de çok hata yapılmış öyle. Ne
haksızlıklara uğramış. Bahtsızlığı bana da sirayet etmiş, ben de onun gibi yalnızmışım,
bulamamışım bir koca. Biraz bende de hata varmış, hemen bırakıveriyormuşum adamları.
Nesi güvenilmezmiş. Ben de Hint kumaşı değilmişim ya.
Hem nedir bu Hint kumaşı Allah aşkına. Memleketinin insanlarının bile göremediği
bir kumaş. Kime ne yararı var ki, zengini zengin etmekten, şımarığı daha şımarık yapmaktan,
fakirin el emeğini sömürmekten başka. Hint kumaşı bulup kullananalar utansın, bu dünyadan
değil onlar. Sahi dünya demişken… Yine bir boşluk hissettim elimde, saniyenin onda biri
kadar sürmedi telefona uzanmam. Klasik sahil fotoğrafımı ekleme zamanım geldi, keşke oje
sürseydim tırnaklarıma. Ama doğal olsun, biraz kum serpsem de olur, denizden yeni çıkmış
gibi, oysa hiç girmedim geldiğimden beri. İnsanlara ayak parmaklarının fotoğrafını
göndermek normalde garip olsa da, bu iş sahilde yapılınca çok havalı. Bir yıl önce benzer
fotoğrafımın aldığı beğenileri bir liraya çevirsem çıkmıştı bu senenin tatil masrafı.
Buranın kumsalı benzemez başka yere. Taşlık değildir sahil. Suyun sıkıştırdığı kumlar
bir asfalt gibi düz ve pürüzsüzdür. Ayak izi bile çıkmaz basınca. Dolayısıyla bisiklet binmeyi
öğrenmek için de ideal bir yer olabilir. Şu kırmızı şortlu adamın aklına gelmiş bu mesela.
Bedeninden daha koyu kolları, güneşi içine hapsetmiş. Bir eli ile çocuğunun bisikletini
iterken diğer eli ile düşmemek için dengesini sağlamaya çalışıyor. Bisikletten ayrı ama onun
bir parçasıymış gibi çocuğun arkasından yol alıyor.
Uzun sürmüyor birlikte yolculukları. Babanın arkadaki desteğini bırakacağı, çocuğun
korkmadan tek başına yoluna devam edeceği an iki teker üzerinde başlıyor. Çocuk bir dakika
öncesinin çocuğu değil artık.
Deniz kenarında benim gibi takılan birkaç kişiye göz gezdiriyorum. Kimisi kaydediyor
bu anı, alkış tutan da var. Yan yana uzanan iki sevgili tokuşturuyorlar biralarını, bizi sıcağın
miskinliğinden, maviye bakmanın yol açtığı dinginlikten alıkoyuyor. Hepsinin yüzünde bir
gülümseme; çocuğu indirip binmişler kırmızı bisiklete. İki tekeri ilk defa sürmenin heyecanını
hissediyorlar yeniden.
Bense oğluna bisiklete binmeyi öğreten adamın sevincini izliyorum daha ziyade.
Ellerini havaya kaldırmış ateşli taraftar gibi kutluyor bu anı. Sert kumları bile kendi neşesine
ortak edip coşturuyor etrafı. Babam zihnimde yer etmiş bir uçuk, çıkıyor yine ortaya.
Çocukluğumun bir kısmını yaşadığım evin önündeki çıkmaz sokağa gidiyorum birden. Orada
tepede süzülen bir kuşum. Sökülen yan tekerleklerim bir köşede izleyici vaziyeti almış.
Benim bir gözüm tekerlekte, ellerim sıkıca direksiyonda. Hissediyorum o anı, avucumu
ıslatan ter tuttuğum yeri kayganlaştırıyor biraz. Ama görüyorum ki yan tekerlekler olmasa da
babam var arkamda.
Babamın olmadığını, iki tekerle yolun ortasında kaldığımı anladığım anı yaşıyorum
tekrar. Karnım buruluyor biraz, korkum düşeceğimi önceden söylüyor bana. “Devam.,.” diye
bağırıyor babam “Gidiyorsun tek başına.” Ama yetmiyor bu sözler bana, yerde buluyorum
kendimi. Bulutları görüyorum önce. Ne kadar beyaz olduklarını ve ne kadar mavi gökten ayrı
durduklarını fark ediyorum ilk kez. Dizimde asfaltın deseni ve kan pıhtıları.
Sakince gelmişti yanıma, niyetinde telaşlandırmak yoktu. İki teker üstünde duramayıp
dizini parçalayan bir çocuğa söyleyebilecek en güzel teselli cümlesini söylemişti bana. “İyi
gidiyordun. Kendi başına sürdün…” Teselliye ihtiyaç duymayıp kırılan gönlüm “Niye
bıraktın beni!” diye bağırmıştı babama.
Çok sürmedi zaten, gerçekten bıraktığında bu soruyu sormadım bir daha. Dizimde
ufak bir iz kaldı, ara sıra okşadığım. Şöyle bir baksan altında noktası olmayan soru işaretine
benzetirim. Beni o gün niye bıraktığının cevabını alamamıştım; çünkü koşarak gelip, onun ne
kadar kötü bir baba olduğuna dair tek bir cümle kurmadan ustaca hissettiren anneme kaymıştı
dikkati bir anda. Ben sıramı savmıştım. Benim için başarısız bir andı, dizim acıyordu, çıkmaz
asfalt sokağın ortasında, kavga eden iki insanın, gözleri yere kilitlenmiş çocuğuydum sadece.
Kuş olmak yordu beni, döndüm ağırlaşmış kanatlarımla sahilime. Baba ile oğul çoktan
gitmiş, tekerleklerin izi kalmıştı kumsalda. Giden her şey geride bir iz bırakıyordu, ama
ruhumuz bir kumsal değildi, bir dalgayla düzelmiyordu.
Denemedim bir daha. İki tekerli bisiklete yeniden binme cesaretimle birlikte gitti
babam. O günün tek şansım olduğun bilseydim, hakkımı daha farklı kullanırdım. Mesela
yerde mızmızlanacağıma, kanayan dizime inat ayağa kalkar tekrar binerdim. O zaman
annemle babam kavga etmeye fırsat bulamaz bana yönelirlerdi. Bana yara almadan bisiklete
binmeyi öğretmek ikisinin de amacı olur, bunu başardığımda birlikte sevinirlerdi. Belki o
sevincin yüzlerinde bıraktığı rahatlama ve mutluluk hissiyle bir an birbirlerine bakarlar ve
eskiden birbirlerini nasıl sevdiklerini yeniden hatırlayabilirlerdi. Oradan şehrin en güzel
dondurmasını yapan kırk yıllık mahalle pastanemizin ufak bahçesinde bana ödül diye
sundukları dondurmamı kaşıklarken beni izler, zaman geçtikçe büyüdüğümü fark edip, her
anın tadını birlikte yaşama kararı verir ve eve barış içinde giderlerdi. Belki şu an sahilde bira
tokuşturan iki sevgiliden biriydim. Evet, benim de yanımda biri olurdu. Öyle işte… Aslında
tüm mesele iki tekerdeydi.
18.05.2023
Bir cevap yazın