Geminin Pruvasında otururken arkamdan sessizce yaklaştı.
“Paşam dalmışsın” dedi.
Geriye döndüm.
“Gel beraber dalalım.”
“Yapma şöyle soğuk espriler. Yine ne düşünüyorsun?” dedi pişkin pişkin gülerek.
“Miço Ahmet, rahat bırak beni. Reise söylerim boş boş durduğunu.” dedim intikam alırcasına.
Sessiz adımlarla uzaklaştı Miço Ahmet. Sonsuzluğa diktim gözlerimi, masmavi denizin sakin sularında yalnızlığımdan bir yudum daha aldım. Panayır kuruldu bir anda. Teker teker ardı sıra zıplayarak çıkmaya başladı yunuslar.
“Benim için geldiler” diye düşündüm. İçten bir “merhaba” dedim. Onlar daha da yükseğe çıkmak için yarıştılar. Gülümsedim. Bir öpücük savurdum. Nasıl olsa kimse görmüyordu.
“Dalgın, vardiya zamanı.” diyen Miço Ahmet’in sesiyle irkildim.
“Geliyorum.” deyip cebimden çıkardığım kesme şekerleri savurdum yunuslara. Hoşlanıp hoşlanmadıklarını bilmeden.
Alışmıştı artık kulaklarım. Aldırmıyordum makinenin gürültüsüne. Bir tek, nefes almayı zorlaştıran sıcaklığı sıkıntı veriyordu. Vardiyalar sonunu iple çekiyordum iki şeyi dilerken. Birincisi; Vardiyanın sorunsuz bitmesiydi. İkincisi; Kamarada yatağıma uzanarak bir an önce hayaller kurabilmekti.
Dilediklerim küçük şeylerdi. Hayatta daha büyük bir şeyi istemek için bir nedenim yoktu. Mavinin tam ortasındayım. Başımı yukarı aşağı ya da sağa sola nereye çevirsem mavinin farklı tonları vardı. Gemideki birçok kişi, kendilerinin yokluğunda, karadaki hayat akışının durduğunu düşünüyordu. Oysaki hayat olağan hızıyla akıp gidiyordu. Hiç birimiz bıraktığımız gibi bulamayacaktık dışarıdaki hayatı.
Vardiyanın sorunsuz bitmesiyle birlikte kamarama çekildim. İki küçük dileğimde gerçekleşmişti. Gerçekleşmesi gerekmeyen hayaller içinde sürükleniyordum. Gerçeklerin ağırlığından kurtulmamı sağlayan tek şeydi hayaller.
Mavinin sonu görülmüştü. “Karşı kıyılar Hindistan’ın Tuticorin limanı” diye seslendi güverte reisi. Makinalar sustu. Çapa denize vira edildi. Gemi alargada beklemeye başladı. Tüm gemi personeli haftalar sonra karaya çıkacak olmanın özlemini duyuyordu ama arzu edildiği gibi olmadı. Acenta ile geminin ait olduğu şirket arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı, gemi limana yanaşamıyordu. Geminin ihtiyacı olan yakıt, şu ve erzak gönderilmiyordu. Eldeki imkânlar kısıtlıydı. Gemi denizin üstünde duran bir adacık gibiydi ve bizde bu adacıkta mahsur kalmıştık. Günler hafta olmuştu ama hala haber yoktu. Jeneratörler gündüz ve gece belli saatlerde çalıştırılıyordu. Limana yanaşmaya yetecek yakıtın kaldığı gün, jeneratörler sustu. Bu, su pompalarının da çalışmayacağı anlamına geliyordu. Bidonlarda doldurulan son suyumuz da bitmek üzereydi. Balıkçılardan yüksek fiyatlarda balık alarak, aç kalmamaya çalışıyorduk. Gemi personeli gemiyi terk etmek için ayaklanmıştı ki, haber geldi. Makineler çalıştırıldı. Ağır yolda seyir ediyordu gemi. Sanki vatanına ayak basacak gibi seviniyordu gemi personeli. Yokluk ve zorluklar öğretebilirdi insana ancak, küçük şeylerle mutlu olmayı. Gemi personelinin yaşanılanları unutması çok uzun sürmedi.
Bir cevap yazın