
“Her şeyi halledebilirim!” edasıyla, orasını burasını yamalayarak geçirdiğim ömrümde, farkına vardığım naif gerçekliğimi, bir hiçlik kıyısından izliyorum şimdi. Gök kızıl; gün batımı gelip çöreklenmiş yüreğime.
Ben, o kumsaldaki eski, çocuksu heyecanlarımı arıyorum. Bir deniz kabuğu yeterdi, ağzımı kulaklarıma vardırmaya… Çocukluğum içime kaçmış. Bir minare salyangozu gibi kabuğuma çekilesim var, ama yapamam. Eğreti de olsa tutunmak zorundayım kenarından köşesinden hayata…
Söktüğüm ipler, ben çözdükçe birbirine daha da dolanıyor. Daha fazla dertle uğraşmaya mecalim kalmadı dedikçe, önümdeki çile gittikçe büyüyor. Hayat üstüme üstüme geliyor, beni kenara köşeye sıkıştırıyor.
Yok öyle kaçak göçek dövüşmek diyorum. Hadi biraz daha gayret.
Ör, sök, ör, sök… Offf! Gına geldi artık bu kazaktan, giymeye hevesim kalmadı. Başkasına vermeye de kıyamam. At gitsin çöpe, diyeceğim; onca yılın emeğine yazık olacak. Dönüm noktasına varmadan, son bir çıkış arıyorum.
İçimdeki fırtına bir esip gürlüyor, bir sönüyor. “Otur oturduğun yere!” diyorum içimdeki sese. Yeni maceralara yelken açacak öyle avare bir ruh yok ki bende. İlla ki, aynı kazakta ısrar edeceğim, kendimi biliyorum. Kapılıp gittiğim bir çift göz, yıllarca hasretini çektiklerimi bana sunacağını vadeden o bakış… Vitrinlerde sergilenen yeni sezondakiler kadar göz alıcı olmasa da, elimdekinin kıymetini hatırlatır nasıl olsa.
Çileyi açacak sabrı bulabilirsem kendimde eğer, vazgeçmenin kıyısından dönüp içimden söküp attığım motifleri yeniden işleyebilirim ilmek ilmek.
İyisi mi diyorum, varsın olsun tanıdık bildik bir kazak ısıtsın üşüyen kalbimi. Başka türlüsüne gönlüm el vermiyor.