MERHABA DEVRİMCİ GENÇLER ÜLKEMİN YÜZ AKI YURTSEVERLER, SOSYALİSTLER; ÇARŞAFSIZ, ÇUVALSIZ, KRİZSİZ TÜRKİYE, İSTEYENLER HOŞGELDİNİZ.
EVET, BUGÜN DÜNYA, ÖZELLİKLE ORTADOĞU BÜYÜK BİR BOĞAZLAŞMANIN, TÜRKİYE FELAKETİN EŞİĞİNDE.
Ve biz bugün burada “demokrasi”yi tartışacağız.
Emperyalizme, sömürüye karşı çıkanların “demokrasi” özgürlük” ve bağımsızlık isteyenlerin Mahirlerin, Sinanların, Terzi Fikrilerin, Amerikancı 12 Mart, 12 Eylül faşist darbeleriyle yok edilmeye çalışıldığı, DENİZLERİN, “bağımlılık kemendiyle” “Amerikan ipiyle” asıldığı bir ülkede “sömürge demokrasisini” tartışacağız.
Onlar devrimcileri ve devrimci mücadeleyi bitirmek istediler. Ama başaramadılar.
Bugün biz yine buradayız.
Ama ne yazık ki ABD’nin gülleri hala iktidarda. Kurtuluş savaşı ile silah zoruyla kapıdan attığımız emperyalizm işbirlikçilerinin açtığı pencereden girerek, egemen oldu ülkemize. Üstelik bugün girmediği delik kalmadı. Medyamızdan, meclisimize, doğumuzdan batımıza, maliyemizden askeriyemize her yer emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin işgali altında. Emperyalizm tek kurşun atmadan ülkeyi tüm ele geçirdi
Daha kötüsü “kendilerine aydın diyebilen” karanlık güçlerin beyinlerini işgal etti.
Ve hala TBMM in duvarında “ Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazıyor. “milli iradeden” bahsediliyor.
Bu doğrumudur arkadaşlar?
Bugün ülke ve toplum kendi iradesiyle yönetilmekte ve yönlendirilmek temidir? Türkiye kendi Büyük Millet Meclisinde bile sahipsizdir.
Washington’da, Brüksel’de alınan kararlar. Mecliste tartışılmadan, kaldır indir yöntemiyle alınmaktadır. Meclis, meclislikten çıkmış, kültürfizik salonuna dönmüştür. İçerde ne konuşulduğundan, neyin oyladığından bile habersiz milletvekilleri, iki elleri yukarda, teslim pozisyonunda, Meclis salonuna girmektedirler.
Ülkemizde egemenlik kayıtlı, “milletin” değil , kayıtlı şartlı ABD’NİNDİR, AB’NİNDİR.
“Milli irade” denen bir şey varsa bu ülkede, halkın % 98’i Amerika karşıtı iken, neden hep Amerikan karşıtları zindanlara dolduruluyor, işkencelerden geçiriliyor, kurşunlanıyor, asılıyor? Neden hep Amerikancılar “seçimlerle”; olmadı askeri darbelerle iktidara getiriliyor?
Kimin iktidara getirileceğine, kimin indirileceğine emperyalistler karar veriyor.
Ne diyordu CIA ajanı 12 Eylül gerçekleştiğinde .” Bizim oğlanlar yaptı.”
Ortada ne fol, ne yumurta yokken CIA’nın yan örgütü Rand Corporatıon’un yayın organı, 1996’da; 6 yıl sonra Türkiye’nin başına geçirilecek “oğlanlarını” ilan etmedi mi? başbakan RTE, dışişleri bakanı Gül.
Olmadı mı bunlar? Dahası bile oldu. Bağımsızlık gülünün söküldüğü bahçelere, ABD’nin gülleri dikildi.
“milli iradeymiş” hadi canım sizde. Bu olsa olsa “kirli iradedir”
“Milli irade” nin % 98’i ABD’nin Irak’ı, İsrail’in Filistin topraklarını işgaline karşıdır. Peki, nasıl oluyor da, “milli irade” sözünü dilinden düşürmeyen ABD’nin güdümünde, CIA’nın öngörüsüyle, din kullanılarak iktidara getirilen AKP; Emperyalistlerin Ortadoğu’daki katliamlarına ortak oluyor. Siyonist İsrail’in, ABD emperyalistlerinin Müslüman Arap halklarına, Filistinlilere, Iraklılara karşı girişilen katliamlar, sözde kınanırken “özde” destekleniyor.
Filistinlilere bomba yağdıran uçakların pilotları, Konya’da özel olarak yetiştiriliyor, Siyonistlerle siyasi ve ekonomik anlaşmalar yapılıyor. Bir de deniliyor ki, bu anlaşmaları yalnız biz mi yaptık, Bizden önce de yapılmıştı. Biz bakkal yönetmiyoruz. Biz devlet yönetiyoruz. Tencere dibin kara, seninki benden kara.
Hiçbirinizin, devlet mevlet yönettiğini yok. Siz yönetmiyorsunuz. Siz yönetiliyorsunuz. Siz geometri bilmediğiniz gibi, Türkçe de bilmiyorsunuz. Kendinizi özne sanıyorsunuz. Oysa siz kelimenin her iki anlamıyla da yalnızca bir nesnesiniz.
Büyük Ortadoğu Projesinden BOP’ tan, Büyük Ortadoğu Katliamına BOK’a dönüşen projenin eşbaşkanı olmakla, övünüyorsunuz, Farkına vararak veya varmayarak efendiniz ABD emperyalistleri ile birlikte elinizi kana buladınız, kana buluyorsunuz. Türkiye’yi de bir nesne olarak felakete sürükleyen Büyük Ortadoğu Katliamının BOK’un içerisine, atıyorsunuz. Farkın damısınız?
Farkında değilseniz gafilsiniz. Yok, farkındaysanız hainsiniz.
Bunların dillerinden düşürmedikleri , “demokrasi” ve “özgürlük” sadece bir aldatmacadır. “Demokrasi” yalnızca AB ve ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet anlamında ; “özgürlük” ise, masum insanları katletme özgürlüğü, sermayenin dünyanın her köşesine rahatça girip çıkma özgürlüğü, ülke zenginliklerine rahatça el koyabilme özgürlüğü anlamına kullanılmaktadır.
İşte Irak. O kadar da ırak değil. Burnumuzun dibinde. “özgürlüğünde” ,“demokrasinin de” ne menem bir şey olduğu hep beraber görmedik mi? Ve işte Gazze. Masum halkın üzerine yağan tonlarca bomba. Yerle bir edilen, evler, camiler. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek demeden katledilen, yok edilen binler.
Bakın ABD’nin gücüyle iktidara gelen ABD’NİN resmi oğlanları git dediği zaman şapkasını alıp giden morrison Süleyman bile, neler demektedir:
“. Amerika için Türkiye’de demokrasi olup olmaması o kadar önemli değildir. Onun dediğinden çıkmayan, borçlarını muntazam ödeyen bir idare olması yeterlidir(…)
Amerika’nın tavrı hep, ‘müdahale alkışçılığı’ olarak esasen Türkiye’nin iç işlerine karışmak şeklindedir.’”Demirel’in Dışişleri Bakanı Çağlayangil ne diyor birde ona bakalım.
“Amerika, bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tâbi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar uydu haline gelebileceğine bakar.”
Şimdi sorulmaz mı? Bir başka ülke, ülkemizde hükümetler devirip, hükümetler kurduruyorsa, Başbakanlar düşürüp, başbakanlar tayin ediyorsa, “Bu nasıl demokrasidir diye?
Evet. Türkiye’de “Demokrasi” büyülü ama içi boşaltılmış bir kavrama dönüştürülmüştür. Hemen herkes sözüm ona “demokrasiden yana”, hemen herkes “demokrat” tır.
Oysa bu kavrama anlam katan “emek” sözcüğüdür. “sınıf ”sözcüğüdür”.
“Demokrasiden” kastımız nedir “emeğin özgürlüğü” mü? “sermayenin” özgürlüğü” mü? Hangi sınıfın egemenliğinde “demokrasi” , kapitalist sınıfın mı, işçi sınıfının mı? Yoksa ülkemizde olduğu gibi emperyalistlerin işbirlikçileri eliyle egemen olduğu bir “demokrasi” mi? Hangisi?
Kapitalist sınıfın egemen olduğu demokrasi “burjuva demokrasisi” dir. Burada kutsanan ve korunan ise “sermayenin özgürlüğü” ve “mülkiyet hakkı”dır.
Bunları korumak adına emeğin örgütlemesi ve mücadelesi en zorba yöntemlerle engellemiştir.
1917 Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm tüm kapitalist sistemi sarsmış, “sosyalist demokrasi” anlayışı burjuva demokrasisi karşısında önemli bir başarı elde etmiştir.
Bu anlayışın tüm kapitalist ülkelerde yaygınlaşmasında korkan, kapitalistler, “burjuva demokrasi” anlayışından, “sosyal demokrasi” anlayışına, zorba devlet anlayışından “sosyal devlet” anlayışına geçmişlerdir.
Ama bugün, soğuk savaşın sona erdiği, Sovyetler birliğinin dağıldığı, bir dünyada emperyalist-kapitalistlerin artık “sosyal devlete” ve dolayısıyla “sosyal demokrasiye” ihtiyaçları kalmamıştır.
“vahşi kapitalizme” “katı liberalizme” geri dönülmüştür. Artık hakim sınıfların “sosyal demokratların” önüne koydukları tek görev, işçi sınıfı hareketinin önünü, bir anlamda “sol şeridi” tıkamak görevidir.
Türkiye’de ise “Demokrasi” diye yutturulan, 2.dünya savaşından muzaffer çıkan yenidünyanın efendileri ABD ve İngiltere’nin baskısı ile kerhen, uygulanmaya başlanan birden çok partili, parlamenter sistemdir.
Ama demokrasi , ortaya sandığın konulmasından, seçmenlerin sandığa oy atmasından ve sandıktan çıkan oylardan mı ibarettir?
“Demokrasi” mantığımız buysa, ülkemizin en demokrat Cumhurbaşkanı Kenan Evren, en demokrat Anayasası 12 Eylül Anayasasıdır. Her ikisi de oyların % 92 sini almışlardır.
Elbette ki ölçü bu değildir.
Aydınların, gazetecilerin, sendikacıların yaka paça gözaltına alındığı; tutukluluğun infaza dönüştüğü, işçi sınıfı ve örgütlerinin düşman görüldüğü, hak mücadelesi vermelerinin gayrimeşru sayıldığı, 1 Mayıs’ın tanınmadığı bir ülkede demokrasi de, çağdaşlık da, laiklik de, sosyal devlet de, hukuk da, içi boş kavramlardan öte gidemez.
Demokrasi; emekçi hakları; düşünce ve davranış özgürlüğü; gökten zembille inmediği gibi, birtakım dayatmalarla “kriterlerle”, yasa değişiklikleriyle de yaşama geçirilemez. Bunların yaşama geçirilmesi, toplumların verecekleri mücadeleyle ekonomik ve sosyal yapılardaki somut değişikliklerle, sınıf mücadelesiyle mümkündür.
Feodal kalıntıların büyük ölçüde siyasi ve ekonomik nüfuzlarının olduğu ülkemizde, sandıksal demokrasi; beyleri, ağaları, tarikatları, tasfiye edecek yerde nüfuzlarını daha da arttırtmıştır. Ne yazık ki “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar” ülkesi olmuştur.
Egemen sınıf, laikliği toplumsal bir aydınlanma hareketi olarak örgütlemekten sakınmış, tersine dinci gericiliğe ödünler vermiştir. Daha kötüsü, emekçi harekete ve sola karşı dinci gericilik; anti-komünist, karşı-devrimci özellikleriyle bizzat laik olma iddiasındaki devlet tarafından örgütlenmiştir.
Devlet, Doğu’da Kürt feodalizmini tasfiye edecek, Kürt yoksul köylülerini sahiplenecek, ekonomik ve demokratik taleplerini karşılayacak politikalardan kaçınmıştır. Kürt halkıyla bütünleşmek, Türk ve Kürt kardeşliğini örmek yerine, yalnızca Kürt egemenleriyle ittifak kurmuştur. Kürt emekçilerinin payına ise ayrımcılığa tabi olmak, kimliklerinin reddedilmesi, demokratik haklarının gaspı düşmüştür. Özgürlük, Türk ve Kürt halkından esirgenmiştir.
Kim ne derse desin, ülkemize, görecelide de olsa örgütlenme ve fikir özgürlüğü 61 Anayasası ile gelmiştir. Bu Anayasa, sonraki dönemlerde, egemen sınıf temsilcileri tarafından, ortadan kaldırılması gerekli bir engel olarak görülmüş. 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı faşist darbeleriyle tebdil ve ilga edilmiştir. Ne hazindir ki, 61 Anayasasını tebdil ve ilga edenler mükâfatlandırılırken, 61 Anayasasına sahip çıkanlar, sahip çıktıkları anayasayı tebdil ve ilga etmek suçundan cezalandırılmışlar, idam edilmişlerdir.
Gerçekten de 1960’lar Türkiye’de sınırlı da olsa “sosyal devlet” anlayışının uygulamaya konulduğu yıllar olmuştur.
Yine bu yıllarda, Amerika’ya bağımlılıktan, ikili anlaşmalardan, kontrgerilladan, üslerden söz eden Türkiye İşçi Partisi kurulmuş ve emekten yana farklı bir ses olarak parlamentoya girmiştir.
Bu topraklar 1960’larda NATO’ya, petrol tekellerine, Ortak Pazar’a karşı yürütülen mücadeleye tanık olmuştur. Bu topraklarda mücadelenin kitleselleşmesi ve geniş toplum kesimlerinin memleketin kaderine ağırlık koyması bu başlıklar üzerinden gerçekleşmiştir. Yurtseverler bu süreç içinde NATO’nun, ikili anlaşmaların, halktan gizli kotarılmış olan her şeyin hesabını sormaya başlamıştır.
İşçi sınıfımız sendikal ve siyasal örgütlenme deneyimi edinmiş, önemli mücadeleler içine girmiştir.
Bütün bu mücadelelerin önü 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kesilmek istenmiştir.
Dün Anayasayı ihlal eden Amerika’nın oğlanı darbecileri; yargısız infazlarla cinayet işleyen, halkı birbirine karşı kışkırtan, devrimcileri işkencelerden geçiren kontrgerillacıları, “baş tacı” edenler, bugün “demokrasi kahramanı” olarak ortada dolaşıyorlar.
Cellâtları koruyan, özgürlükleri yok eden, postal izinden geçilmeyen “Anayasa”ya % 92 kabul oyu verdirenler, faşist darbecileri koruyan, anayasanın geçici 15.nci maddesine 30 yıldır el sürmeyenler “darbelere” karşıymış gibi sunuyorlar kendilerini.
Sevsinler sizin “demokratlığınızı. Sevsinler sizin “darbe” karşıtlığınızı.
Ve dünün darbecileri; ABD’nin işbirlikçileri; şimdi önümüze ‘kontr-gerilla’ diye, ‘Ergenekon’ diye ‘cadı kazanında’ pişirilmeye çalışılan garip bir ‘bulamaç’ koyuyorlar.
Kanada’daki hahamın söylemlerine dayanan, Amerika da ki imamın medya maymunlarının yorumlarıyla yönlendirilen bir garip soruşturma. Bir garip bulamaç.
Bulamacın içinde nerdeyse herkes ve her şey var. Birbirlerine ‘alo’ diyen sanatçılar, gazeteciler, işadamları, Kemalistler, aydınlar. Sendikacılar. Televizyoncular. ‘darbe meraklısı’ zanlıları. Gladyo tadı versin diye atılan, bir tutam miadını doldurmuş çete artığı.
Yerseniz, bulamaç, adeta bir yumurtasız omlet.
İçinde her şey ve herkes var ama ‘kontr-gerillayı’ kontr-gerilla, ‘Ergenekon’u’ Ergenekon yapan asli failler yok. Sivas-Maraş-Çorum katliamlarından, ABD emperyalizmden, CIA’ dan dan, ülkücü ve dinci katillerden, ABD’nin 12 Eylül oğlanlarından eser yok.
Ne NATO var ne devlet. Buyurun size, ABD siz, CIA’ sız, 12 Martsız, 12 Eylülsüz, “yumurtasız bir omlet”.
Bu ‘malum’ yarı gizli örgüt, adı ne zıkkımsa, ‘kontr-gerilla’, ‘Ergenekon’ elbette açığa çıkartılmalıdır. Ama bugün önümüze ‘Ergenekon’ diye getirilen yumurtasız omletin ‘kontr-gerilla’, ‘ile Ergenekon’ gerçeğiyle ilgisi yoktur. Bu operasyon muhalifleri yıldırma, yurtseverlere gözdağı verme, toplumu sindirme hareketidir. Kimi kurumlarda yeşeren ABD ve NATO karşıtı eğilimleri tasfiye etmek için bir araç olarak kullanılmaktadır. Amerikancı ve Natocu güçlerce yönlendirilmektedir.
Nitekim işbirlikçi köşe yazarları dillerinin altındaki baklaları çıkarmaya başlamışlardır.
Star gazetesinde Mehmet Altan “Batı’yı boşlayarak NATO’dan ayrılmak, bölgedeki diktatörlüklerle, hatta din devletleriyle ittifaklara gitmek üst düzey askerler tarafından dillendiriliyor “ derken, ( 15 Ocak 2009) Zaman gazetesinden İhsan Dağı soruyor “Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı ‘Rusçu’ bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı?” 13. Ocak.2009
Ya, Ergenekon kapsamında gözaltına alınıp serbest bırakılan YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz, bu dava ile ilişkisinin olmadığını bulunmadığını ispatlamak için ne diyor? “ben Amerikancıyım”
Ne güzel değimli, Amerikancı ve NATOCU iseniz makbul vatandaşsınız, “demokrat” sınız. NATO’ya, ABD , barbarlığına karşı çıktığınızda ise darbeci ve Ergenekoncu.
Ne yazık ki, bazı arkadaşlarımız hala bu süreci derin devletin tasfiyesini ve demokrasinin gelişmesini sağlayacak bir gelişme olarak değerlendiriyorlar.
Oysa son derece açıktır ki, bugün tam tersine; bir korku toplumu oluşturulmaktadır.
Dinlendiği için biri biriyle konuşmaktan korkan, her an gözaltına alınabilirim diye düşüncesini yazıyla, sözle açıklamaktan korkan, işten atılırım, işsiz kalırım diye hak aramaktan korkan bir toplum yaratılmaktadır.
Bugün “cellâdına” teslim olmuş, ölümden korkutularak “sıtmaya” razı edilmiş, “hak aramak” “hakkını almak” yerine sadakaya razı edilerek “ çürütülmüş” bir toplum, sömürgeleştirilmiş bir ülke hedeflenmektedir.
Böyle bir toplumda demokrasiden söz edilebilir mi?
ABD’YE bağımlılığı kimsenin inkâr edemediği, ülkemizde emperyalizme karşı mücadele yürütülmeden, “kontrgerilla” tasfiye edilebilir mi? Aydınlıktan ve bağımsızlıktan söz edilebilir mi?
Elbette edilemez.
Evet bütün bu anlattıklarımız doğrudur. AKP gelmiş geçmiş en işbirlikçi partidir. AKP iktidarı emperyalist sistemin, küresel sermayenin iktidarıdır. AKP “din”i kullanmaktadır. Sınıfsal karakterini, dini kullanarak gözlerden saklamayı, düzenin sömürdüğü, yoksullaştırdığı, çaresizleştirdiği, sadakaya muhtaç hale getirerek yozlaştırdığı insanları, türbanı, cemaatleri, tarikatları kullanarak güdümü altına almayı başarmıştır.
Emekçilerden gasp edilen hakların binde biri, “sadaka” olarak iane olarak verilmektedir. Sadaka dağıtımında bile, belirleyici olan AKP’li olmaktır. Büyük bir utanmazlıkla, yardım vereceğiz diye toplanan paralar hortumlanmakta, kömür çuvalları, hatta çuvalların içindeki kömürler çalınmaktadır
Ama doğru oturup doğru konuşalım, kurtuluş savaşıyla kapıdan atılan emperyalizmin, bacadan girmesine olanak veren anlaşmaları imzalayanların ülkenin bugüne gelişinde sorumlulukları yok mudur?
Gericiliği destekleyen ve besleyen ABD emperyalizmi ile ve daha sonra AB ile yapılan anlaşmaları imzalayanların, Celal Bayar’ı kuyudan çıkararak, Recep Tayibi meclise taşıyarak, Kemal Derviş’i ABD’den devşirerek başımıza bela edenlerin, emperyalizm ve işbirliği konusunda AKP’den ne farkı vardır? AKP’yi gericilikle suçlayarak yalnızca “laiklik” kavramını öne çıkararak, emperyalizme karşı gelişen bilinci perdelemeye çalışanlar kimlerdir?
AKP iktidarına karşı kendilerinden “medet” umulanlar, yıllardır bu ülkeyi yöneten, en azından yönetime ortak olanlar değiller midir? Bunlar bugüne değin, NATO’YA, IMF’YE, AB’YE, ABD’YE bağımlılıktan öte, emperyalizme karşı, gericiliğe karşı “özde” ne uğraş vermişlerdir?
Bugüne kadar işbirlikçilikten, milliyetçilikten, gericilikten başka ne ekmişlerdir ki ne biçeceklerdir?
Bugün ektikleri yeşermiş; gericilik, milliyetçilik ve emperyalizm ülke topraklarında kök salmıştır.
Emperyalizmle işbirliği, ABD ile ilişkiler AKP ile başlamamıştır.
Ayrıntılara girmiyorum 1939’larda CHP iktidarı ile başlatılan, DP ile geliştirilen ve diğerlerince sürdürülen bu ilişkiler, ülkemizi adım adım geldiğimiz bu karanlık sürece taşımıştır.
Sosyalistler başından beri emperyalizme, yapılan ikili anlaşmalara, NATO’ya, sömürüye, gericiliğe karşı çıkmışlar; bağımsızlık ve demokrasi için, aydınlık bir Türkiye için yaşamları pahasına mücadeleye etmişlerdir. Bugün de bu mücadelelerini sürdürmektedirler.
Peki, Cumhuriyeti kuran, “sol”un kendisini desteklemesini isteyen parti amblemi altı okda simgeleştirilen, “devrimcilik” adına, “bağımsızlık” adına, “toplumculuk” adına “halkçılık” adına bugün ne yapıyor?
“ y a b a ğ ı m s ı z l ı k, y a ölüm! “
diyen Mustafa Kemalin koltuğunda oturanlar, bugün bağımsızlığı aynı inançla savunuyorlar mı? IMF’ye AB’ye, ABD’ye, İkili anlaşmalara emperyalizme karşı çıkabiliyor, NATO’YA hayır diyebiliyorlar mı? Taşeronlaştırmalara, özelleştirmelere, piyasacılığa hayır diyebiliyorlar mı?
Diyemiyorlarsa, ABD’ci, AB’ci. Özelleştirmeci, IMF’Cİ, sermaye düzeninden yana, AKP’DEN NE FARKLARI VAR?
AKP’yi yalnızca gericilikle suçlayarak , “laiklik” kavramını öne çıkararak, ona da çarşaf giydirerek “sol” olunabilir mi?
Gericilik yalnızca bir parti ya da tarikat sorunu değil, aynı zamanda bir düzen sorunudur. Emperyalizm, kendi çıkarları için gericiliği beslemektedir. Bu nedenle gericilikle mücadele, emperyalizme ve piyasacılığa karşı mücadeleden ayrı düşünülemez.
Emperyalizme, piyasacılığa ve sisteme karşı mücadele etmeyen bir parti sol olamaz.
Sol olmak emekten yana olmak, gericiliğe, aynı zamanda emperyalizme ve piyasacılığa karşı olmaktır.
Bugün Sol olmak; Kürt halkının haklı taleplerine sahip çıkmak; Amerikancılık, Avrupacılık, liberalizm, milliyetçilik gibi eğilimlerle mücadele etmektir. Milliyetçiliğin felaket getireceğini bilmek, Türk Milliyetçiliğinin de, Kürt Milliyetçiliğinin de peşinde sürüklenmeden, Kürt ve Türk emekçilerin kardeşliğini savunmak ortak mücadelesini örgütlemektir.
Dün olduğu gibi bugün de bu görev yurtseverlerindir, sosyalistlerindir. Toplumu zehirleyen, içten içe çürüten bu sistemin panzehiri SOSYALİZMDİR.
Artık Türkiye bir karar aşamasındadır: Ya ülkeyi bu hale getiren Emperyalizme karşı konulacak, bağımlılıktan kurtarılacak ve sermaye düzenine son verilecektir.
Ya da, ülke emperyalist güçlerin mandası olacaktır.
Başka seçeneğimiz yok. Ya sosyalizm, ya barbarlık
Yurtseverler; devrimcilerin sosyalistlerin baştan beri uğrunda acı çektiği, mahpuslara düştüğü, işkence gördüğü, katledildiği, ipe çekildiği birinci yolu seçmiştir. SOSYALİZM.
Ne diyor şair. “” Yakalayamazsın acı çekmeden geniş kanatlarını dünyanın; güzellik bir başka geceye salar köklerini ve bir başka günde doğar yeniden… ”
Yurtseverler bir başka günde yeniden doğacak güzelliği arIyor.
Bu arayışta acı çekenlere, mücadele edenlere, zindanlara düşenler, ölümsüzleşenlere selam olsun.
Bir cevap yazın