Heyecanla hazırlanırken birden nasıl tanıştıklarını hatırladı. Londra’ya gittiğinde bir
kafede başlamıştı her şey. Birbirlerini ilk gördükleri an parlayan kıvılcımla koskoca bir kent
aydınlanmıştı sanki. Otuzunda, en güzel yaşların başındaydı o zaman. Kendini bildi bileli
söylediği hep aynıydı. Âşık olmadan evlenmem. Tanıştıklarında David kırk yaşındaydı.
Gizemli havasını daha etkileyici kılan mavi gözleri Esra’nın engin denizi oldu. Uzaklığa ve
kültür farklılığına rağmen tatillerde hatta bazen hafta sonlarında bile birbirlerini görmeye
çabalayarak iki yıl boyunca su gibi aktılar birbirlerine…
Ona aldığı tabloyu özenle bavula yerleştirirken heyecanının dinmediğini fark etti.
David, Kız Kulesi’ne baktıkça birlikte geçirdikleri mutlu anları hatırlayacaktı. Son telefon
konuşmasında bu buluşmanın biraz daha farklı olacağını fısıldamıştı sevgilisi. Esra,
İngiltere’ye taşınmaya artık kendini hazır hissediyor, sevdiği adamla sonsuza dek aynı yastığı
paylaşmak istiyordu.
Hasret, sevgi çiçeklerini daha çabuk büyüttüğünden, sımsıkı sarıldılar birbirlerine.
Bodrum bu buluşmayla dünyanın en güzel yerine dönüştü. Her gün batımı güneşi şarap gibi
içtiler. Gözden uzak olanın gönülden uzak düşeceğine inanmıyor, beklemeyi severek
bekliyordu Esra. Arada hayal dünyasına dalıp gidiyordu. David’in sürprizini neden son güne
bıraktığını da zaman zaman düşünmüyor değildi. Bir haftadır beraber olmalarına rağmen
hiçbir işaret yoktu.
Son gün gelip çattı ama hâlâ o özel konuşma gerçekleşmedi. Telefonda duyduklarını
yanlış mı yorumlamıştı acaba? Kahvaltıdan sonra eşyalarını almak için odaya çıktıklarında
büyü bozuldu. Esra dayanamayıp sordu.
“Sevgilim, bana söylemek istediğin bir şey yok mu?”
“Ne gibi?”
“Hani bana bir şey söyleyecektin?”
David başını önüne eğdi, canı sıkılmış gibiydi. Sonra yüzünde ciddi bir ifadeyle
karşısındakine baktı, mermi ağırlığındaki sözcükler dudaklarından ağır ağır döküldü.
“Seninle mutluyum, güzel zaman geçiriyorum ama ikimiz için ortak bir gelecek
görmüyorum.”
Tek bir soru sordu Esra.
“Bu kararı burada mı verdin yoksa gelmeden önce mi?”
“…”
“Evet, cevabını bekliyorum.”
“Şey, yani telefonda söyleyemedim. Son bir kez görmek istedim seni. Birlikte
olduğumuz her an çok güzeldi ama kimseye bu kadar bağlanmak istemiyorum.”
Paramparça olan hayallerinin ardından dudakları mühürlendi Esra’nın. Ruhu bir
yanardağın bile eritemeyeceği bir buz dağına dönüştü. Gelirken özenle seçtiği giysileri
alelacele bavula tıkıştırdı.
“Konuş! Konuş! Bir şeyler söyle! Söyle ne olur!..”
Konuşulacak ne kaldı ki…
Otelden ayrılırken “Hoşça kal!” dedi sadece. Onu uğurlamak için peşinden gelen ilk
aşkının söylemeye çalıştığı şeyleri dinlemeden kendisini bekleyen taksiye bindi.
Bakışları dünyayla barışık, gülüverse sıcaklığı gülden güle ulaşıverecek duygusu
yaratan kadın, havaalanına vardığında yorgundu. O âna kadar dimdik tuttuğu omuzları
çöküverdi, yosun rengi gözlerinden üzüntü damla damla aktı. Umutla başlayan gezi keskin bir
acıyla sonlanınca, yükselmekte olan o zarif duygular bir anda denizin dibine çarpmış
gibiydiler. Darmadağın oluverdiler…
Bavulunu teslim ettikten sonra tuvalete gidip kendisine çekidüzen vermek istedi.
Yüzünü yıkarken aynanın ne kadar gerçekçi olduğunu fark etti. Hemen yanı başından gelen
sesle irkildi. Cilveli bir kadın kıkırdayarak telefonda konuşuyordu.
“Yarın oradayım. Unutma, görevin beni eğlendirmek.”
Karşı taraf ne söylediyse kadın neşeyle cevap verdi.
“Ne? Doğum günün mü? Ayol ben öyle doğum günlerinden falan hiç anlamam.”
Duydukları Esra’ya çok yabancıydı. Orada daha fazla kalmak için saçlarını açıp tekrar
topladı, ellerini yıkadı, çantasını karıştırıp bir şeyler arar gibi yaptı.
Konuşma aynı tarzda devam ediyordu.
“On yıldır Ercan’ınkini bile kutlamıyorum. Seninkiyle hiç uğraşamam.”
Ellerini bir daha yıkadı. Artık yanındakinin dikkatini çekebilirdi. Aklı orada kalsa da
bedeni dışarı çıktı. Doğum günlerinin onun için ne kadar anlamlı olduğunu düşündü. David’in
kızlarını kutlamayı bile hiç unutmamıştı. Tam geçmişe dalmışken tuvalette gördüğü süslü
kadın karşısına oturuverdi. Parmağındaki kocaman tek taş yüzük şaka değil bu diyor, nispet
yaparcasına kendini gösteriyordu. Kadının yanında bir adamla yedi yaşlarında bir oğlan
çocuğu vardı… Yok yok, emin değilim, kimseyi yargılayamam diye geçirdi içinden. Zihninde
beliren şeytan susmadı bir türlü, susturmaya çalıştıkça daha fazla bağırdı. Uçağın kalkış saati
anons edildiğinde onlarla aynı kapıya yöneldi.
Adamın biri “Ercan Ağabey!” diye seslenmez mi! Dayanmak zordu, gün onu
acımasızca yerlerde sürüklemeye devam etti. Ercan denen adam, karısına bir güzel sarılmaz
mı! İçindeki volkan ses verdi. O adamın yanına git, suratına haykır! Karın seni aldatıyor,
yarın sevgilisiyle buluşacak. Yapmadı, yapamadı ama kendi duvarına çarptı. Çarptıkça canı
daha da acıdı.
Yol boyunca yüreğindeki isyan dalgalarını duydu. Gittikçe kabarıyorlardı. Onları
susturamadı. Kulaklarında iki cümle avaz avaz bağırıyordu. “Kimseye bağlanmak
istemiyorum… Görevin beni eğlendirmek…”
Esra evinin kapısını açıp içeri girince derin bir soluk aldı, yaşadığı mekân ona daha
güzel göründü. O fosforlu gerçeği benliğine kazıdı. Yeni yaşamında önceliği kendini
eğlendirmek olacaktı artık.
Bir cevap yazın