Yaprakların sarı rengini güneşin kırgınlığından aldığı bir gün, telaşlı bir koşturmaca içindeyim. Sabah vapura binmek için hızlı adımlarla ilerliyorum yolda. Kahvaltı alışkanlığım olmadığından, gözüme ilişen simitçiden simit almak için para çıkardım. Uzattığımda, satıcı ile göz göze geldim. Siyah bir çift göz… Bakışları; şehrin karanlığını derin çizgilere tamamlayan… Kalabalıktı, çok fazla ilgilenemedi benimle. Hızlı hareketlerle, çevresine birikmiş insanları doyurmakla meşguldü. Günün akıcı saatiyle yarışan adam, bana mitlerde ulaşılamayan tanrıları hatırlattı. O ve tanrılar… Nereden geldi aklıma şimdi? Birçok duygunun altında yatardı belki. Ego, güç, savaş, aşk, hayal. Bu yüzden midir nedir, çok sevdiğim mitler de bulurdum kendimi.
Şimdi deniz tanrısı Poseidon’la beraber bindik gemiye. Onu unutmamalıyım. Deniz minaresi borusunu öttürdü. Gemi yavaşça rıhtımdan ayrıldı.
Gözlerimi insanların üzerinde hızla gezdirip ilerledim. Oldukça kalabalıktı. Bir kişilik boş bir yer gördüm. Zayıf, yanakları olmayan bir kadının yanına oturdum. Kadın beni süzdü. Kafasını çevirdi. Denize baktı. Dalgalara… Bende simidimin son kalan parçalarını yemek için bir çay istedim. Çaycı sakin bir şekilde çayı bana uzattı.
“Bozuk yoksa sonra verirsin” dedi.
Hazırlamıştım paramı oysa. Uzattım.
Sonra bakışlarımı pencereye çevirdim. Pencerenin ardındaki kendi yansımama bakıyordum. Denizin ve martıların ortasında kendimi gördüm. Martıların çığlıkları gözümün önünden geçti. Çığlıklar, bedenimize gömülmüş aşkları çağrıştırdı. Gömülen kendi aşkım mıydı? Benim içindi sanki… Birçok insan, kendi kaybolmuşluklarını bulurdu bu seslerde belki de.
Yaşam hep gömülmekten ibaret olmamalı. Bedenlerimiz mezarlık gibi… Sabahın bu erken saatinde ağlamaklı olmuştum. Çayın sıcaklığına sarıldım. Çay bardağını iki elimle kavramıştım. Birden yanımda ki kadının kalktığına dikkat ettim. Yanım boşalmıştı. Elimdeki poşeti koydum boş yere. İnsanlar gidince rahatlar mıyız? Elimde ki poşete yer açılmıştı. Poşeti koyduktan sonra kendime baktım camın ardında. Gözlerim dalgalara takıldığında; atlayan kadını gördüm. Bir kadın dalgalara kendini bıraktı. Yanımdaki durgun bakışlı kadındı. Hiç kimseden ses çıkmadı. Kadın sessizce suya gömüldü. Ve ben bağıramadım. Hiç kimse bağırmadı. Kadın bir poşetlik yer açarak gitmişti. Beni bir kaosta bırakarak.
Ruhumdaki kaosa inat güneş çıktı. Işınlar gözlerimi rahatsız etti. Bakamadım dışarıya. Yorgun hissettim kendimi iyiden iyiye. Martılar düzine halinde denizin üzerinde yiyecek arıyorlardı. Demin atlayan kadın sakin bir şekilde yanıma geldi. Sanırım lavaboya gitmişti. Başka yer yokmuş gibi tekrar eski yerini istiyordu benden. Eşyamı kaldırdım. Sessizce eski yerine oturdu. Ben kafamı denize çevirdim. Kadında karşısındaki televizyona dikti gözlerini. Haberleri izliyordu. Yabancıları oynuyorduk kendi kendimize.
Gemi yavaşça rıhtıma yanaştı. İnsanların birçoğu ayağa kalkmıştı. Gözüm el ele tutuşmuş bir çifte ilişti.
Kız;
“Aldın mı yanına yazılarını” diyordu sevgi ile bakarak.
Çok hoşuma gitti. Nasıl da düşünüyordu sevgilisini. Onları uzaktan izledim bir süre. Sabahın bu saatlerinde birine söylenen bir iki kelime… Yaşamımızdan iki saniye… Sevgiye aç insan ruhunu doyurmak için yeter bazen.
Ayağa kalktım. Gemiden inmeye hazırlandım. Kalabalık, mıknatıs gibi arasına karıştırdı beni. Yolun kenarında yürürken buldum kendimi. Bir hortum tarafından fırlatılmıştım gibiydim. Hızla yürümeye başladım. Soluğum kesilmedi. Devam ettim. Bir iş gününde kayboluncaya kadar.
Mine KÖKER
Bir cevap yazın