Sen aramızdan ayrıldıktan sonra yaşama isteğimizin çiçeğini kurutan nihai bir salgın başladı. Bugün, dün ve dünden önceki gün arasındaki bütün köprüler adeta yıkıldı anne.
Bizi soracak olursan ablam hâlâ evlenmedi. Bense mezun oldum. Garip gelenekleri olan bir köyde antropoljik araştırmalar yapmak üzere bu sabah ablamdan ayrıldım. Sen gideli zaten hiçbir yere ait değilim. Her yerde bir yabancı ya da en fazla bir misafirim anne.
Uzun bir yolculuktan sonra köye ulaştım. Ölüler icin sunaklar kurulmuş. Sunakların içi ve etrafı kadife çiçeğiyle süslenmiş.
Burada insanlar ölülerini korkulacak veya üzüntüyle anılacak varlıklar olarak değil, ölümle yaşam arasında bağ kurduklarına inandıkları varlıklar olarak görüyorlar.
Anılarını yaşatmak ve onlarla temasa geçmek için ölülerini mezarlarından çıkarıyorlar.
Ölülerini onurlandırmak amacıyla katılımcılara kurbanlık et ve pilav dağıtıyorlar. Sadece bu kadarıyla değil tabii. Çesitli meyveler, ekmek ve yerfıstığı, içecek olarak mescal veya rom, ayrıca marzipandan veya başka şekerlemelerden yapılmış tatlılar da sunuyorlar.
Ardından geleneksel müzikler eşliğinde danslar yapılıyor. Mezardan çıkartılan ölüler, eski kefenlerinden çıkarılıp yeni kefenlere sarılıyor.
Kalabalık güneş batar batmaz bolca mum, çiçek, yiyecek ve içecekle birlikte mezarlıklara yürümeye başladı.
Yirmi yaşlarında ya var ya yok, kara kuru bir gencin arkasından ilerliyorum. Köylüler anlatıyor. İçkici babası annesini her gün dövermiş. Kadıncağız tevekkülle sineye çekermiş bu dayakları. Ta ki bir gün kocası kafasına demir bir çubukla vurana kadar. Hem de küçük çocuklarının gözü önünde.
Annesinin eski kefeni çocukları olsun diye kısır bir kadına verildi. Yeni kefen giydirilen annesinin cenazesini dizlerinin üstüne serdi.
- Eskiden ben senin dizlerinin dibinde uyurdum anne. Şimdi sıra bende. Saçlarını yolar gibi nasıl da deli yağıyor yağmur. Gökyüzünde dumanlı bulutlar. Yürekten yüreğe o dumanlı yolun yine dağılmaya pek meyilli olduğu bir mevsimdeyiz.
Bu bahar balkonumuza yine serildi kuru yapraklar. Rüzgâr, senin gittiğin günkü çürük nefesiyle soluklanıyor.
Dizimin dibine oturmuş, yönsüz sorular soruyorsun. Bunlara nasıl cevap verebilirim ki?
Affet, seni savunamadım anne. Kal gelmişti kollarıma. Korkuyla o duvarların ardına saklanmıştım.
Ablam on dördündeydi, ben on bir.
Her sabah, kolunda, bacağında, bazen boynunda açan yaralara rağmen “Affettim onu. Yeter ki izi kalmasın.” derdin.
Beni de affettin mi anne?
Sokağın sorumluluk sahibi köpekleri saldırganca havlamakta. Ağaçlar hışırdıyor kendi aralarında. Anlaşılan ölülerin ruhları evlere dağıldılar. Kolay değil, ölülerin çoğu gömütlerine geri dönmek istemiyorlar. Geri dönmek istemeyen ölüler pencere pervazlarını gizlenme yuvası zannederler.
Diğer ölüler gibi annesinin cenazesi de danslar eşliğinde mezarına geri bırakılmak üzre omuzlarda taşındı. Genç, annesini omuzlarında taşırken onunla konuşmayı sürdürüyor.
- Birazdan o karanlık mağaraya geri döneceksin. Anlattıklarının belki yıldızlar kadar uzağında olacağım. Ama yıldızlar kadar sessiz ve ışıl ışıl dinleyeceğim seni.
Yine ayın yeryüzüne en yakın olduğu gecelerin birinde gelmek istersen, öldüğün gün açık bıraktığın mutfak penceresi ıslık çalıyor hâlâ. Her çarşamba salonun ışıklarını açık tutacağım. Televizyon sevdiğin diziyi yayınlayacak o gün. Eve geri döndüm anne. Ablam komşulara gitmiş. Hani bizi koruduğuna inanıp en küçük tıkırtısına uyandığımız Meryem Ana heykelciğini külübenin ahşap kapısına astım dün. Bu gün baktığımda yerinde yoktu.
Bir cevap yazın