Gökyüzüne doğru…
Bulutlara bakıyorum beyaz, gri, gri beyaz, sarı var sarı ve hatta kırmızı… Geride kalan sürede algılarım hep eksik ve yarım yamalak mı çalışmıştı?…
Üç boyutlu görüntülerin gündelik hayatımıza hızla girmeye başlaması da, alışık olduğumuz türden bakış biçimlerini değiştiriyor. Artık hiçbir şey sadece kendisi değildir, kendisiyle birlikte daha fazlasıdır. Böyle olunca da, görünen gerçek ile algılanan gerçek arasında yeni bir boyut karşımıza çıkıyor. Buradan yola çıkarak üç boyutlu görüntülerin yansıtıldığı resimler, resimli kitaplar ve nihayetinde de üç boyutlu kurgular taşıyan yeni anlatı teknikleri deneniyor. Emine Şenses son dönem çalışmalarını bize geliştirdiği farklı teknikle sunuyor.
Bireysel ve toplumsal boyut arasındaki boşluk yine bireyin kendi içinde yer etmiş olmalıdır.
Toplumsal aklın bu nesnel düzeni, sadece, bireyler ona tam anlamıyla davrandığı, ona tam anlamıyla bağlandığı sürece var olur. Ve burada en mükemmel örnek (yine) İsa’nın kendisi değil mi: Tanrıyla insan arasındaki farkın insanın kendisine aktarılması olan o değil mi?
Bireysel ve toplumsal boyut arasındaki boşluğun kapanması vicdanın rahatlaması mı?
Farklı perspektiflerden gözlediğimiz şeyler mi gerçek?
Gerçeklik – gerçek nedir?
Emine Şenses insan gerçekliğini yeniden ele aldığı ve bizi sorgulamaya iten son çalışmalarında, insanlığın acısının İsa’nın acısı ile sınandığı gerçeğinden yola çıkarak; bir yandan zamana, mekana ve insana dair bazı temel soruların cevaplarını ayakları yere basan mahkum bir bugün ve burada da arayan diğer yandan ise farklı perspektif kaçış noktalarına odaklı fotoğrafik anlatım tekniği ile, ayaklarını tanımlanmış o dış gerçekliğin zemininden keserek kendi gerçekliğini yaratan insanlık halleriyle doldurulmuş bir evren sunar bize. Bir yandan insanın çektiği en vahim acıyı İsa’nın acısıyla geçmiş zamandaki var oluşunda bize aktarırken, diğer yandan şimdi ve buradayı işaret etmek adına Kaddafi’nin bedeninde yakın tarihte izdüşümü olan acının seyirlik hale dönüşünü bize sunar.
Diğer yandan seyretmek – gözetlemek, dikizlemenin ilk aşamasıdır ve kontrol etmeye, yönlendirmeye, denetlemeye varan noktalara kadar uzanır. Burada seyirlik hale dönüşen aslında evvelinden dikizleyen, kontrol eden erktir, zaman onu kendi seyrinde yargılamış ve olan biteni tersine çevirmiştir. Tam da Emine Şenses’in işaret ettiği ve üzerinde düşünmemeye iten şey budur. İnsan, fırsat eline geçince yüksek rasyonellikle doğası gereği karşı durduğu durumu – en tiksinç hali – hegemonyayı , ya bilinçaltı ya da dürtü ve ya güdü ile yapmaktadır. Bedensel ve ruhsal dürtüler ihtiyaç molalarında ihtiyaçlarını giderememiş olmalarının şehvani açlığı ile oburca seyretmeye iter, olan biteni.
Başka bir açıdan ele alacak olursak sanatçının çalışmalarında kullandığı teknik ve bu tekniği besleyen felsefe, gerçeği eğip bükme, çarpıtıp başkalaştırma, onu asıl boyutlarının ötesine taşıma oyunu gibi gelebilir ilk bakışta kapalı algılar için. Bu oyun izleyiciyi ya da alılmayıcıyı eserin içine çeker ve izleyicide eğer varsa başkaldıran zehir, tüm vücudu kaplar, silkelenip kendine gelir ve sorgulamaya başlar.
Sormadan edemiyoruz; gözleme gözetleme içgüdüsü kuşaktan kuşağa geçen bir şey mi? İnsan denen varlık iyileşecek mi? Gerçek gözlemlediklerimizin çokluğu kadar mı? Ve gerçeği en çıplak haliyle görmeye hazır mısınız?
Bir cevap yazın