İki bin yılında ekonomik krizin çıkarmış olduğu sağ aparkattan babam ve babası da paylarına düşeni almışlardı. Mütevazi, bir hayli ufak sayılabilecek derme çatma bir atölyede başladıkları lateks işini geliştirmiş, sanayi içinde daha büyük bir çalışma alanına sahip olmuşlardı ki kader namlusunu onlara doğru çevirip sırtından vurulmuş bir ceylan yavrusu gibi yere sermişti ikisini de. Bizim için de salamla kaşarın masaya aynı anda çıktığı sabahlara özel sabahlar diyeceğimiz zamanlar başlamıştı.
Unutamadığım o akşam okuldan eve yeni gelmiş, normal bir çocuk gibi televizyon karşısında vakit öldürüyordum. Tüplü, eski model bir televizyondu, anteni de kırıktı üstelik. Her gün farklı bir kanalı net gösterir, canı ne isterse onu izletirdi bize. Sıkılmıştım bundan, kalkıp en büyük düğmesine sertçe basarak kapattım külüstürü. Cızırtı kesilince kulağıma annemin söylenişleri çalındı. Duyuyordum onu ama bir türlü anlayamıyordum. Araba motoruna girmiş bir kedi sesi gibiydi bana ulaşan; ince, boğuk ve korkmuş.
Minderi sökülmeye başlamış koltuktan kalkıp parmak uçlarıma basarak tozlu ve sertleşmiş halılarımızın üzerinde ses çıkarmadan yaptığım yürüyüşü mutfak kapısının eşiğinde sonlandırdım. İçine içine attığı hıçkırıkları duyabiliyordum şimdi. Gözlerinden düşen yaşlar yıkanmaktan kaskatı kesilmiş kahverengi balıkçı kazağının kollarıyla buluşuyor, çenesi, duygularında meydana gelen şiddetli depremi gözler önüne serercesine titriyordu. ”Bu daha ne kadar sürer böyle?” diye soruyordu yaşlardan kurumuş gözkapaklarını kısıp yalvaran bir ifadeyle bakışlarını tavana dikerek. ”Bir cevap veremez misin?” Cevap gelmiyordu.
Elindeki havluları pembe kovamızın içine sıkarken akan sulara karışan gözyaşları suyun yüzeyine temas edip dağılıyordu dramatik bir şekilde. Duvarın ardından kafamı uzatıp gizlice ona doğru baktığım zaman karşılaşmıştım bu manzarayla. Çaresizdi annem. Yağmur, inadına şiddetlenirken tavanımız bize ihanet edip iri damlaları içeri buyur ediyordu. Bir çocuk olmama karşın hislerim oldukça gelişmişti. Gizlendiğim renksiz duvarın ardında kalan çaresiz kadın gibi ben de kabullenemiyordum içinde bulunduğumuz durumu ve bundan dolayı kime öfke duymam gerektiğini çok iyi biliyordum.
Dişlerimi birbirine kenetleyip yumruklarımı sıkarken bir hışımla arkamı döndüm. Dedemin fotoğrafı asılıydı duvarda. -Babamın babası- Gözlerimi umursamaz gözlerine dikip ona doğru yaklaştım az önceki sessizliğimi koruyarak. Fotoğraftaki gülümsemesi kasıtlıydı, bizi izleyip keyifleniyordu sanki. Tırnaklarım avuç içlerime battı, biraz daha yaklaştım. İri, şişman suratın altındaydım şimdi. Büyük bir tiksinti duyuyordum. Öylesine şiddetliydi ki çerçeveyi bile tutamayacak gibiydim. Ağlamaklı ses tekrar çalındı kulağıma, yapmalıydım bunu. Kaşlarımı çattım, bir çocuk ne kadar korkutucu olabilirse onun birkaç katı korkutucu olduğumu düşünüp parmak uçlarımda yükselerek metal çerçeveyi ayırdım duvardan. Hayatımızda bıraktığı lekelerden birini somut bir şekilde duvarımızda gördüm bunu yaptıktan sonra. Öğürdüm.
Ne yapacağımı daha çirkin suratı elime almadan kararlaştırmıştım. Layıkıyla buluşturacaktım onu! Adaletin koruyucusu bir kahraman dedim kendime bunu yaparken. Hayatımız için son derece önemli bir görevi yerine getirir gibi kasılmıştım. Sokak kapısına doğru attığım her adımda elimdeki gamsız surata intikam dolu bakışlar saplıyordum birer ok gibi.
Etime geçmiş tırnaklarım, dişli çarklar gibi birbirine kenetlenmiş dişlerim ve alevler saçan gözlerimle sorunsuz bir şekilde vardım yolun sonuna. Bir an durdum, etrafı dinledim. Mutfaktaki yorgun kadın bıraktığım gibiydi. Tahta kapının kolunu yavaşça indirip gıcırdatmadan kapıyı araladım ve fotoğraftaki suratın tam ortasına tükürerek: ”Umarım dede,” dedim, ”umarım bedeninin sonu da böyle olur.” Kapı kolonunun dibine bırakılmış siyah çöp poşetini aralayıp fotoğrafı çerçevesiyle birlikte içine tıkıştırdım. Ardından aynı serinkanlılıkla kapıyı kapatıp annemin yanına doğru yollandım.
”Yardıma ihtiyacın var mı anne?”
Sesimi duyunca panik oldu, arkasını döndü birden bire. Yaptğı hareketlerden gözlerini ve burnunu silmekte olduğunu anlayabiliyordum. Döndü, gülümsedi, sesini düzeltmek için boğazını temizledi birkaç kere. Fayda etmemişti. ”Televizyon izlemiyor muydun sen canım?” derken sesi yorgun argın titriyor, kanlanmış gözleri onu ele veriyordu.
”İlgimi çeken bir şey yoktu, kapattım ben de.” Dünyanın en güzel gözlerine bakıp inanmayacağını bile bile yalan söyledim en ufak bir pişmanlık duymadan. Bir süre bana baktı öylece, kıpırdamadan. Donmuştu sanki. Kovanın içinde şapırdayan suyunkinden başka ses duyulmuyordu yeryüzünde. Üşüyordum. Üşüyordu. Derinleşiyordu sessizlik ve soğuk. Tam bu sırada yanak kasları devreye girdi, dudaklarını gererek suratına yemyeşil, şiir gibi bir bahar getirdi. Isınmıştık birden.
Dizlerinin üzerinde bana doğru gelip iki elimi tutarken: ”Hadi o zaman,” dedi, ”şu kovayı alıp küvete dök, geri getirirken de yanına birkaç tane kuru havlu al bi’tanem.”
Benden istediğini yerine getirmek için ellerini ellerimden ayırmasına izin verdim. Nedendir bilinmez bunu son derece isteksiz, zoraki yapmıştım. Son parmağı da elimi terk ettiğinde büsbütün bir korku kapladı içimi. Neredeyse boynuna sarılıp oraya kenetleyecektim kendimi. Nefes alış verişim hızlanmıştı ama kendimi durdurup bunun, işleri daha da kötüye götürebileceğini düşündüm. Yaş kaplı suratına son bir kez bakıp onu eşofmanının aşınmış dizlerinin üzerinde yalnız bıraktım ve banyoya giden dar yolu adımlamaya başladım gönülsüzce.
Korkumun sebebi duvarları yeşermiş küf kokulu banyomuza girdiğim sırada bir sürpriz yaparcasına sokak kapısından içeri girdi. Kapının kapanışıyle birlikte öksürmesini duymuştum. Ben bu esnada perdesi düşük, yer yer sarı lekeler peyda olmuş küvetimizin içine kovadaki suyu boşaltmaktaydım. Suyun sesi, sürprizin sesini bastıramıyordu. Yaşlı, gamsız dudaklardan çıkan mide bulandırıcı ses bir çivinin milim milim duvara çakılması gibi kulaklarıma batıyordu. Gelen oydu. Dakikalar evvel suratını bozulmuş makarna ve salça dolu poşetin içine tıkıştırdığım adam. Susmuyordu. O bir şeyler geveliyor, annem burnunu çekiyor, kovadaki su akıyor, akıyor, akıyordu.
Nihayet boşalttım kovayı, mutfağı dinlemeye başladım kafamı koridora doğru uzatıp. ”Başka yapacak bir şey yoktu.” diyordu mide bulantısı, yapmacık bir hüzün dolanmıştı göçmen diline. ”Zordu bunu yapmak.” Cümleleri hep düzensiz, devrik, basitti. Buna rağmen yeryüzündeki hiçbir insanın onu anlayamayacağına bahse girebilirim.
”İyi de bize danışmadan, sormadan ya da bir siktiğimin dakikası uğramayıp haber bile vermeden bunu nasıl yaptın?” Üçüncü ses tarafından yöneltilen bu soruyla gözlerim yuvalarından fırlamış, kendimi elimde pembe kova ve temiz birkaç havluyla banyodan dışarı doğru atıp mutfağa doğru arşınlamıştım kaloriferleri yanmayan soğuk koridoru. Babamdı bu. İyi adamdı babam. Bugüne kadar yaşadığımız çoğu trajedinin hepsi, tamam en azından bir kısmı, onun dışında gelişmişti. Ama ben yine de onu suçluyordum. İçimde büyük bir kin güdüyor, her gördüğümde suratını yumruklamak istiyordum. Onu seviyordum.
Bir adım daha ilerledim, duvara yapışık, bir yılan gibi sessiz. Babam devam ettirdi: ”Ne zaman?”
”Bir, olmadı iki haftaya.”
Annem hıçkırdı.
”Kaç gündür belli bu baba?”
”İki veya üç gündür belliydi durum. Fırsatını…”
Hışımla araya girdi babam: ”Fırsatını bulamadın mı? Üst katta oturuyorsun be! Hapşırsan buradan duyuluyor, ne fırsatından bahsediyorsun? Kendin söyleyemeyecek kadar korkak olduğun için anlaştığın herifin kapımıza dayanmasını bekleyecektin ama annem buna izin vermedi. Senin bu kurnazlıklarından da düşüncesizliklerinden de bıktım usandım artık.” Sesi öylesine öfke doluydu ki mide bulantısının tombul yanaklarını yumruklaması işten bile değildi.
”Kontrol et sesini. Elimde olan bir şey değildi bu.”
”Nasıl değildi ya? Kararı veren sensin, imzayı atan sensin, nasıl senin elinde değildi?”
Elimde kova ve havlularla kalakalmıştım orada. Yalnız, kararsız, korkmuş. İçeri girmeli miydim? Yağmur süratini sürdürdüğüne göre tavan su almaya devam ediyordu. Girmeliyim, diye geçirdim içimden, bir kenara bırakır çıkarım derhal. Kovayı paslı sapından tutup kaldırdım, bir adım atacaktım ki mide bulantısının kırışık dudaklarından dökülen cümleyle bütün eklemlerim iflas edip bedenimi kıpırdatamaz oldular: ”Evden çıkmanız gerekiyor sonuç olarak.”
Evin içinde ölüm sessizliği oluştu bir an için. Kimse nefes almıyor, kıpırdamıyor, düşünemiyordu o anda. Ben, kıpırdamakta dahi zorlanırken annem suratını elleriyle kapayıp hıçkırıklar içinde yanımdan geçti gitti. Hızlı hızlı attığı adımlar, boynunun üzerine düşen kısa saçlarının ensesiyle dramatik bir dans sergilemesine sebep oluyordu arkasından baktığımda. Adımlarında sitem ve kaçıp gitme isteği vardı. Henüz yirmi dört yaşında, yangının ortasında kalmış ufak bir çocuktu adeta.
”Peki nerede kalacağız baba? Bütün bokları düşündüğün gibi bunu da düşündün mü?”
”Var uygun birkaç ev, kiraya çıkarsınız.” Öylesine rahat konuşuyordu ki sanırım aklından bu çaresiz insanları nasıl bir durumun içine soktuğu değil, bir an evvel bu konuyu kapatıp zıbarmak geçiyordu.
”Kira mı? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Battığımızdan beri bir iş bile tutturamadım, ne kirası? ”
”Yardım etmek isterdim ama emekli maaşı…”
”Nasıl yani, evimi elimden alıp üzerine bir de beş kuruşsuz sokağa mı atacaksın? Bizi nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın sen baba?” Yumruklarını sıktığını hissedebiliyordum.
”Sokağa atmak değil bu… Elimden bir şey gelmiyor, anla beni. Borç harç birikti. Gençsiniz siz, bulursunuz bir yolunu.”
”Ama sen benim babamsın. Torunların var, gelinin…” Cümlesini devam ettiremeyecek kadar çaresizlik içindeydi. Bataklık onu içine çekiyordu. Ses tonu, konuşma şekli, dişlerini sıkışı babasını öldürme isteğiyle yanıp tutuşmasındandı. Biliyordum. Biz olmasaydık onu gözünü kırpmadan gırtlağına saplayacağı bir bıçakla öldürür, gönül rahatlığıyla cezasını çekerdi. Tutuyordu kendini babam ve ağlıyordu annem. Bense kıpırdayamaz vaziyette kalakalmıştım. Pembe kova elimdeydi hala. Ve yağmur her saniye şiddetleniyordu.
Bir cevap yazın