Çabuk sıkıldım. Yarım saatten fazla dayanamadım, çıkıp binanın terasına bir sigara yaktım. Ciğerlerim seri bir şekilde, bir sünger gibi dumanı emerken ne yapacağımı bilemiyordum. Geniş caddeden akan insan seli beni dışlamış gibiydi. Hangi yöne, ne zaman, niçin bakmam gerektiğiyle ilgili bir fikrim de yoktu. Şehrin sesi diğer bütün sesleri yutuyor, sonra diğer bütün sesleri tek tek duyuyor ve hepsinin ayaklarım altında ezildikleri hissine kapılıp uğultular arasında kayboluyordum . İzmaritin yanık tadının ağzımda dolaşmaya başladığı an fark ettim parmak uçlarımın yandığını. Zamanını hatırlamadığım anıların, aklımın bir köşesinde saklanıp en savunmasız anımda bana sürprizler yaptıkları günlerden biri tekrarlanıyor yine. Birazdan bu savunmasızlığımın onlara sunduğu özgürlüğü doyasıya kullanacaklardı. İlk damlanın suya düşmesi gibi, önce titrek bir oynaşma ile yayıla yayıla büyüyen halkanın, tüm kıyılara eşdeğer bir hızda çarpması gibi yavaşça başlıyorlardı. Sağanak zamanlar, durmadan büyüyen seri halkalar. Böyle zamanlarda yalnızlığın var olmak olduğunu kavramıştım. Kalabalıkların üzerimde tatlı bir esinti bıraktığı o kendimden kaçtığım zamanları geride bırakmak istiyordum. Kendimle baş başa. Öyle olmalıydı. ‘Yalnızlık inanmayı gerektirir’ demişti, üzerindeki tüm yükü bırakırmış gibi ardına bakmadan gittiği sırada .
O susunca ben bir daha konuşmadım. İşe gitmek istemiyor, sokaklara çıkmayı tabutsuz bir ölünün anlamsız uğraşı gibi görüyordum . Değişiyordum. Duygularımdaki değişiklik anneme babamı hatırlatıyor olacak ki ‘mevsimler gibisin, yazın kışını kışın baharını sahiplenmiyor’ diyordu, bana. Babam gibi olacaktım galiba. Ama babam hep konuştu, bense sustum, aramızdaki fark buydu. Odama kapanmıştım. Kimselerin olmadığı vakitler çıkıyor koridordaki eski boy aynasından yüzüme bakıyordum. İncelmiş, toprak rengini almıştı ve her geçen gün daha çok yerin yüzü yüzüm oluyordu. Bir ruhtan farkımı ayırt edebilecek olsam üstümdeki ince, kurumuş deriden giysi olurdu bu.
Camdan baktım, yağmur her şeyden çok sadece sokaklara yağıyor gibiydi. Koyu kadife ceketimi giyip sokaklara inmek istedim. Tentelerin altında yağmurdan korunmaya çalışan herkesin aksine kimsenin sahiplenmediği sokaklara daldım. Yağmurun sadece bana yağdığı hissi, içimde tomurcuklanan ama gömüldüğü yerde ilk günkü gibi kalıp yeşeremeyen sakladıklarımı garip bir arzuyla yeniden yeşertmek istiyordu. Oysa bu istek çok uzun sürmüyor kısa bir sure sonra hissettiğim üzerimde gömülü sayısız ölü ve onları örten bir mezar oluyordu.
Geniş camekanlar ardında koyu sohbetlere dalanların dışardaki sessizliği duydukları yoktu. Biraradalik emiyor olsa sessizliği ve sonrasında anlatanın kendisi değil, anlatanın kendini sunuşu daha değerli oluyordu, buharlı camlarda. Bütünleşebildiğim hiçbir yanım yoktu. Çok zor değildi, gayet rahat bir şekilde cafcaflı, içinde rengarenk ışıkların yandığı kapılardan birini açabilir, yüksek bir tabureye oturup soğuk bir birayı sigara eşliğinde içebilir ve herkes gibi bana varlığımı veren sevmişliklerimden bir an olsun feragat edebilirdim. O vakit değişir miydi her şey ,ben de olabilir miydim herkes gibi? Bilmiyor , denemiyor, denemek istemiyordum.
Köşe başında, üstüne yamanan büyük, kirli hırkasıyla bir kız çocuğu, boşalan sokakların isteksizliğini o boş sokakları fırsat bilip top oynayan arkadaşlarını izleyerek geçiştiriyordu. Islaklık bulaşmıştı işlerine. Beni gördü, kıpırdamadı yerinden. Bir mendili tutabilecek ellerim olmadığını düşünmüş olmalı . Ne de güzeldi sokaklar, bomboş. Adımlarımı attığım yerlere izler bırakıyordum. Kendi özgünlüğünü bulan adımlardı. Mendilci kızın ilgisini çeken adımlarım olmuştu galiba, geçtiğim yol boyunca gözü adımlarıma takıldı sonra yüzünü çevirdi, boş sokağa daldı. Biraz ilerde sokak ışıklarının vurduğu camlarda inip yükselen yansımamı gördüm. Biraz daha ileride benim yansımamın yanında bir yansıma daha gördüm . Duvara yaşlanmış, ısıtacak bir beden bekleyen bir yalnızlıktaydı sadece. Düşündüm, üşüdüm, ceketimin yakalarını kaldırıp son düğmemi de kapattım. Dumanı tüten seyyar bir kestane satıcısının dumanı üstünde tezgahına uzunca baktım. Birbirleriyle anlaşamayan bir kararsızlıkta adımlarımı takip ettim. Bir kese kestane aldım. ‘’Benden olsun’’ dedi, ısrar etmedim.
Yağmur durağanlaşınca birer ikişer gölgeler sardı sokakları. Kapalı mekanları dolduran sesler dışarı taşmaya başladı . En kuytu noktalardan geçip çaycıya varmıştım. Köşeden bir kürsü çekip demli çayımı istedim. Çay geldi, yanına sigaramı yaktım. ‘Merhaba’ dedi, masadaki sigaramdan aldı, cebimden çıkarıp kibriti uzattım. Gözleri gözlerimde bir yudum çekti ve gözlerini daha bir gözlerime dikti. Halen buralarda olduğuma şaşırdığını anlatır gibiydi. Anlatacak çok şey olduğunda daha da bir sessizleşiyor insan. Hiçbir şey sormadım, çayımı içip kalabalığa baktım. Konuşmadık, kalkıp yürümeye başladık, aynı yere gider gibi birbirinin aynı adımlarla. Kaç kere yapmıştık bunu hatırlayamadım. O, gitmiş ben ise susmuştum . O, giderken beni kendiyle götürmüş ben ise onu kendimde tutmuştum . İkimizin taşıdığı yük tamamlanmamış birer yarımdan ibaretti. Ahşap eski bir binanın topraklamış kokusu yaktı burnumu. Üstü örtülmemiş bir cenazenin çürüğüydü sanki. Gülümsedi. Gülüşü gözlerine oradan gözlerime değdi. İfadesiz kaldım, sade bir gülümseme eşliğinde birkaç söz söylemeye inanmam gerekirken. Ardından bakmadım içimdekileri sayarken. Köşe başından müzisyenin uzak sesi ‘yalnızlık inanmayı gerektirir’ diyordu.
Bir cevap yazın