Sessizlik. Kulakları sağar edercesine sessizlik. Gece sanki Adil’in başucunda bir bekçi gibi
nöbet tutuyordu. Havada tek bir yıldızın olmayışı biraz ürkütücü olsa da Adil, gökyüzünün
başıboşluğuna böyle zamanlarda hep hayran olurdu. Bu yıl otuz birinci yaş gününü kutlayacak
olması midesine sancılar girmesine neden olduğu için her yıl sadece bir gün yas tutardı
Adil. Babasını ve annesini bir yangında kaybetmişti. Altı yaşındayken ailecek Ankara’ya
teyzelerinin yanına tatile gitmişlerdi ve bir gece ufak bir ihmalkârlık sonucu çıkan yangında
ailesini ve en çok sevdiği Neslihan teyzesini Azrail’e teslim etmişti. O zaman bile şimdiki
kadar üzülmemişti insanoğlunun ölüme karşı su götürmez teslimiyetine. İnsanlar doğuyor ve
ölüyordu. Ancak bu kez durum kendi lehine ikamet ediyor, zaman aleyhine işliyordu.
Yarının önemli sayılabilecek bir gün olması bile sevindirmedi Adil’i. Ona kalsa yarın
sıradan bir gündü. Sabah olunca her zaman yaptığı gibi saat beş buçukta kalkacak, en az bir
saat kitap okuyacak ve saat yedi olmadan evinden çalıştığı okula gitmek üzere gayet sakin
bir şekilde ayrılacaktı. Adil, bir fakültede öğretim görevlisi olarak çalışıyordu. Öğrencilerine
kendisi çok sıkılsa da mecburen işletme dersi vermek zorundaydı. İşletme bölümünü dedesi
Faik Bey’in zoruyla bitirmişti. Faik Bey ölmeden önce görmek istediği son şey biricik torunu
Adil’in işletme fakültesini iyi bir dereceyle bitirmesiydi. Bitirmesine bitirmişti fakülteyi ancak
isteyerek bitirmediği aldığı notlardan belli oluyordu. Orta düzey bir not ortalamasıyla ancak
bitirebilmişti okulunu Adil.
Otobüs durağına vardığında yediyi on geçiyordu. Yani yine işine gitmek için evinden alel
acele çıkmasına rağmen bir hayli erken çıkmıştı Adil, dokuzda işinde olması gerekirken geç
kalmışçasına bir kez daha yollara savurmuştu kendini. Sokakta yürümesini çok seviyordu.
Kahvaltısını evde pek nadir yapar, genellikle köşe başlarında duran seyyar börekçilerden
bazı zamanlar simit, bazı zamanlar ise iki ya da üç dilim üzerine bolca pudra şekeri
serpiştirilmiş taze küt böreği alırdı. Sokaktayken kendini fazlasıyla kalabalık hissediyordu
Adil, evde olduğu hafta sonları ise kendinle baş başa kaldığında yalnızlığıyla baş başa
kalıyor, dolayısıyla yalnızlığından korktuğu için kendisiyle konuşmaya bile çekiniyordu.
Hafta sonlarından bu yüzden nefret edebilmişti. Oysa öğrencilik yıllarında hafta sonlarını iple
çeker, hafta sonu geldiğinde ise cebinde bir kaç kuruşu varsa eğer vaktinin büyük bir kısmını
kütüphanede kitap okuyarak ya da iki üç arkadaşını beraberinde sürükleyerek vapur sefasıyla
geçirirdi.
İstanbul’u gençliğinde çok sevmesine rağmen öğretmen olduğunda içindeki İstanbul
sevgisi yerini daha çok bulunulan mekâna alışılmışlığa bırakmıştı. Çünkü artık gençliğinde
aşık olduğu şehir karşısında eskisi gibi dinç durmuyor, aksine her şeyini enkazda kaybetmiş
bir müteaahhit gibi ezik ve savunmasız duruyordu. Bazı zamanlar evindeki çalışma odasında
sessizliğiyle baş başa kaldığında fazla bir şey yapmazdı Adil, canı müzik dinlemek istediğinde
bir Farid Farjad albümü koyup dinlemeye başlar ya da yapacak hiç bir şeyinin olmadığında
karar verdiğinde İstanbul’un şimdiki savunmasız halini, en çok da Haliç’in içler acısı halini
düşünür, içindeki balıkların hayat mücadelesi verdiğini düşündükçe de aynen nefret ettiği
doğum günü kutlamalarında olduğu gibi midesine dayanılmaz sancılar girerdi.
“Kahretsin! Ders notlarımı yine evde unuttum. Hay aksi! Şimdi olacak şey mi bu canım?
Seni anlamıyorum Adil, seni gerçekten anlayamıyorum.”
Mırıltılı bir ses tonuyla kendini sorguya çektiği zamanlarda Adil yüz hatlarını tıpkı
profesyonel bir tiyatro oyuncusu gibi rolü gereği şekilden şekile sokuyor, kendini suçlu
bulduğunda ise bir çocuğu azarlar gibi kendini azarlarken yüz hatları karşısında durup
karşısındakini merakla izleyen birini pekala güldürebiliyordu.
“Kahretsin Adil, edeyim yapacağın işin içine, bu ne laubaliliktir böyle, paşa oğlu
musun sen? Sanki daha önce sorumluluk almamış gibi davranman hiç hoşuma gitmiyor. Ne
anlatacaksın bugün öğrencilerine?”
“Efendim, az önce bana bir şey mi söylediniz?”
“Hayır efendim, rahatsız ettiysem özür dilerim”
“Rica ederim beyfendi, rahatsız etmediniz.”
Adil’in yanında oturan kadın fazla dikkat çekici bir tipe benzemiyordu. Hafif kumral
saçları, yanık teni, yüzündeki çocuksu tebessümüyle herkesin kolaylıkla ısınabileceği,
pozitif bir insan portresi çizen bu kadın muhtemelen Adil gibi özel bir kurumda görevliydi.
Öğretmen, doktor, ya da iski de veya ptt de çalışan bir personel olabilirdi. Yoksa sabahın bu
kör saatinde telaşlı bir şekilde pejmurde elbisesiyle kalabalık kokulu bir belediye otobüsünde
uyur uyanık bir vaziyette nereye gidiyor olabilirdi?
Şimdi ne yapacaktı acaba Adil, yanındaki bu kadını kendi yalnızlığına intisap ettiği için
kutlamalı mıydı? Çünkü Adil’e göre insanlar tanımadığı insanları önemsemez, dertleri,acıları
ya da yalnızlıklarıyla pek ilgilenmezlerdi. Öyle düşünmesinin haklı bir sebebi olarak pekala
kendisini gösterebilirdi. Kendisi bu zamana kadar kendi dışında insanları pek önemsememiş,
yaptıkları işlerle tarihi değiştiren isimler haricinde hiç saygı duymamıştı bu güne kadar.
Adil, yanındaki kadını dikkatlice süzmeye başladı. Yakından bakıldığında farklı bir
tip olmayan bu kadının hangi özelliği dikkatini çekebilmişti? Kadın, herkes gibi sıradan
biriydi. Sorumlulukları olan, verdiği hizmet karşılığında belirli bir ücret alan, ailesi ve
arkadaş çevresiyle hayatını sürdüren sıradan biriydi işte. Boş zamanlarını büyük bir ihtimalle
dinlenmeye ayıran sıradan insanlardan nefret edebilirdi Adil, çünkü ona göre insanlar hayatın
değerini yeterince bilmiyordu. Yalnızlıklara itimadı yoktu Adil’in. Bu kanısı bazı zamanlar
kendisini haklı çıkarıyordu.
Otobüsün ineceği durağa yaklaştığını fark eden Adil, düşünce dünyasından sıyrılıp
gerçek dünyaya dönmesi gerektiğini çok geçmeden anladı. Boş düşünceler insanı sadece
kendi yalnızlığına yaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Otobüsün durakta duracağını
bildiği halde alışkanlık yaptığı üzere yine her zaman ki gibi apar topar yerinden kalkıp
üzerinde “DURACAK” yazan butona bastı Adil. Otobüsün durakta duracağını
bilmiyormuş gibi, bir de kendini hiç lüzumu olmayan telaşa kaptırması dışardan bakıldığında
gerçekten çocuksu ve komik görünüyordu. Kadın, Adil’e son kez ciddiyetle baktı, gözlerinin
içinde tarif edilmez bir mutluluk ya da huzur halesi vardı. Adil, kadına yalnızca bir kere,
basamaklara adım attığı zaman bakmayı tercih etti. Ona göre bu kadınla vakit geçirme
olasılığı milyonda bir ihtimal demekti.
Bir cevap yazın