“Kitap okumanın da tadı kaçtı” diye söylenerek elimdeki eski zamanlara ait kitabımı bırakıp kalktım koltuktan.
Basılı kitapların, öykülerin kâğıtlara elle yazıldığı nostaljik zamanların üzerinden geçen yıllar. Artık kitapları kimin yazdığı, kimin hangi yapay zekâlı yazarı okuduğu belli değil. Okuduğumuz ne o da belli değil. Eski yazarların yazdıkları hariç okunacak kitap bulmak iyice zorlaştı.
Geç saatlerde tek başıma kaldığımda hâlâ düşünecek bir şeylerin olması ne güzel. Bu saatler benim, bu saatlerde sorularıma cevaplar arar, bulamazsam işimi ertesi güne bırakır yatarım; rahatım artık, cevap bulacağım diye uzatmıyorum. Teknoloji ilerlese de uyumamız gerekiyor, ne garip, teknoloji o kadar ilerledi ama biz hala uykuya muhtacız.
Gözümü açtım. Erken kalkmaya alışkınım, tüm hayatım erken kalkıp bir yerlere yetişmek ve bir şeylere başlamak arasında geçti zaten. Sabahın ilk saatlerinin tadını unutmadım. Eski telaşım yok, zamanımı özgürce istediğim gibi geçiriyorum.
“Çay hazır” diye seslenen akıllı mutfak zımbırtısının sesine doğru gidiyorum. Giderken ilaçlarımı da yanıma alayım ki kahvaltıdan sonra ilaç saatim gelince tekrar almaya uğraşmayayım.
İlacımı istediğim zaman yanıma zamanı gelince getiren akıllı robottan almadım, şimdilik direneceğim ama belli olmaz almak zorunda da kalabilirim…
Çay içmediğim için başım ağrır sanırdım, ilk bardağı soğutarak da içsem ağrı geçerdi. Şimdi başım ağrıdığında çay ağrımı geçirmiyor; Çay mı değişti yoksa ben mi değiştim anlamıyorum ama artık keyif çayımı Ege’ye bakmadan içmeyince de kahvaltıyı bitti sayamıyorum.
Balkona doğru yürürken sehpanın üzerinde fotoğraf albümümü ve albümde bir fotoğrafımı gördüm. “Hapı yutmuşuz biz” diye içimden geçiriyorum. Kitap fuarında, aldığım kitabı yazarına imzalatırken çekilen fotoğrafın üzerinden geçen yılları düşünmek bile uzun zaman alacak, çayım soğumasın.
“Eskiden kitap fuarları olur, gider kitapları indirimli alır, yazarlarına da kitabı imzalatırdık” diyorum uykulu gözlerle yürüyen torunuma. Yeniçağda garip görünme konusunda kendi yaşıtlarından hiçbir farkı olmayan torunum sadece “Günaydın dede, az yiyip çıkacağım, yarına yetiştirmem gereken işleri akşama kadar bitirmem lazım” diyerek atıştırmalığını alıp odasına gidiyor.
Bunlar yapay zekânın yazdığı kitapları okuyarak büyümüş ve bundan anlamadığım şekilde keyif alan bir neslin garipleri. Akıllı gözlüklerinin arkasında bir hayat yaşadıklarını zannediyorlar.
Bu hafta torunum bende kaldı. “Bu tarafta işin varsa otelde kalma, bana gel” demiştim. Torunum, yapay zekâya nasıl roman yazacağını öğreterek hayatını geçiriyor. Bu çocukların öğrenmeleri gerekenler o kadar az ki; bir cihazı nasıl programlayacaklarını öğrenmeleri yeterli. Bu cihazın bir robot, araba ya da uçak olması da fark etmiyor, yeter ki söyleneni sorgulamadan yapan bir cihaz olsun.
“Yapay zekâdan yazar mı olur? Gidip imzasını alamadığın, sokakta göremediğin, karşılıklı oturup da iki kelam edemediğin birisi olmadan nasıl oluyor bu işler” derken kendi kendime konuştuğumu anlıyor, susuyorum. Okuduğunda, yazdıklarına tepki verebileceğin bir kişinin olmamasına alışmak bence mümkün değil.
“Şimdi her şey tek tip zaten ama biz hariç, biz şanslıydık” diye düşünürken odadan çıkan toruna laf atıyorum. “Okuduğumuz kitapların yazarını bilen, seni merak eden kaç kişi kaldı evlat? Şimdiki nesil okuduğu kitabın yazarını bırak görmeyi, yazan kimmiş diye merak bile etmiyorlar, ne yazılanın değeri kaldı ne de yazarın, ortada yazar yok ki” derken boşa konuştuğumu fark ediyorum. Bizimki kulaklığıyla bir şeyler dinlerken yürüyüp kapıya doğru geçiyor.
“Dede, yeni roman çıktı okumak istersen bırakayım sana” diye evden çıkmadan soran torunuma bakıyorum. “Roman nedir bilmiyorsunuz, senin o roman dediğin bana hitap etmez, kim bilir kim yazdı, sen işine bak” diyorum. “Bunları yazan insan olamaz” derdik okurken yazara kızdığımız ya da yazıyı beğendiğimiz zamanlarda.
“Acaba yapay zekâ dedikleri, söylenecek her şeyi söyleyip, yazılabilecek tüm metinleri kitaplara yazdığında son ne olacak, bizi mi yok edecek, kendisini mi” diye aklımdan geçenleri toruna bir ara sorarım.
İnsanlık yarattığı zekâdan ne derece mutlu ve tatminkâr bilmiyorum ama sona doğru hızla yaklaşırken değerlerin tümünü değersizleştirmeyi başardığı için bu durumdan anlamadığım garip bir haz alıyor sanki.
“Düşünecek bir şeyim olsun, bu akşam da yalnızım” derken aklımda gecenin sorusu;
“yapay olan hangisi: insanlar mı, romanlar mı yoksa romanın yazarı mı?”
S. Bahadir Sevim, İstanbul/Mart 2020
Bir cevap yazın