‘‘ Nasıl geçti, söylesene? ’’
Melike’nin tiz sesi Zeynep’in kulağını tırmaladı. Heyecanla ondan gelecek haberi bekliyordu.
‘‘ Eh işte, dedi umutsuzca. Yine söylenen aynı şeyler..’’
‘‘ Yani, biz sizi ararız değil mi? ’’
Ve ardından uzun bir hımmm çekti Melike. İçinde pek çok şeyi barındıran bir hımmm oldu bu.
Zeynep susuyordu.
‘‘ Alo, hey orada mısın? ’’
‘‘ Evet, ’’ dedi Zeynep sıkkın bir ses tonuyla.
‘‘ Boş ver, kızım ya, bak ne diyeceğim. Onur iş çıkışına gelecek akşama. Sen de gelsen, hep birlikte güzel bir yemek yesek fena olmaz mı? Ha, ne dersin? ’’
‘‘ Yok, ’’dedi Zeynep ‘‘ Daha neler? Siz gidin hem benim ne işim var nişanlıların arasında. Ayrıca kaç aydır görmedin çocuğu konuşacak bir sürü şeyiniz vardır. ’’
‘‘ Aman canım, konuşuyoruz zaten. Hadi ama gel, darılırım yoksa. ’’
Melike, az önceki konuşmasının içine gizlenmiş hayal kırıklığını telafi etmeye çalışıyordu. Zeynep’in anlamamış olmasını dileyerek.
‘‘ Sağ ol Melike, cidden. Canım istemiyor, selam söyle Onur’a. ’’
‘‘ Eh, ne yapalım o zaman! Geç gelirsem merak etme canım.’’
‘‘ Tamam, sen keyfine bak.’’
Telefonunu kapatıp çantasına koydu Zeynep. Şu anda kimseyle konuşacak durumda değildi. İstediği tek şey bir an önce eve varmak, kendisinin olmayan şu aptal kıyafetlerden ve ayağını sıkan ayakkabılardan kurtulmaktı. Aceleyle metroya doğru yürümeye başladı. Neredeyse yaklaşık iki senedir kendine giysi alamadığına hayıflandı. Normalde bundan hiç şikâyet etmezdi ama bu gün fena halde canı sıkılmıştı. Hepsi de uğursuzdu. Ayakkabılardan, çantaya kadar üzerinde taşıdığı ne varsa. Kendi kendine güldü. Bu kadar bilimsel makale okuyup ta işsizliğini kıyafetlerin uğursuzluğuna bağladığına inanamadı. Melike’nin her şeyine ortak oldum. Kızın sırtında gitgide büyüyen bir kambur gibiyim. Sesini de çıkartmıyor apaçık, fakat demin ki gibi imâ ediyor sanki. Ya da ben öyle hissediyorum. Haklı, başkası olsa otuz kere kapıya koymuştu. Güyâ geçici bir süre kalacaktım yanında.
Şu biraz önce başvurduğu iş olsaydı ne iyi olurdu. Gerçi olumsuz konuşmamışlardı ama sonuçta olan hep aynıydı. Daha ne yapması gerekiyordu? Bütün arkadaşlarını, hocalarını, İstanbul’daki üç beş akrabasını defalarca aramıştı. Sanki gizli bir el onun iş bulmasını engelliyordu. Okul arkadaşı Melike olmasa ne yapardı? O da bu yaz evlenecekti. Onur’un askerliğinin bitmesini bekliyorlardı. Ne yapıp edip acilen kalacak bir yer ve geçimini sağlayacak bir iş bulması gerekiyordu. Babasından bağlanan yetim aylığı ancak faturalara, mutfak giderlerine destek olmasına yetiyordu.
Metroya vardığında kapalı yer korkusu depreşti birden. Çok şey mi istiyorum, diye bağırmak geldi içinden. Bunca sene boşuna mı okumuştu? Atlasam diye mırıldandı. Raylara atsam kendimi, kurtulsam. Sarı çizgiye doğru bir adım attı, sonra annesi geldi aklına geri çekildi.
Eve varıp kapıyı açtığında yoğun sigara kokusu genzini yaktı. Melike’ye birkaç kez söylemişti evin içinde sigara içmemesini. Peki, o ne yapmıştı? Hiç oralı olmamıştı. Neticede evin kirasını o ödüyordu. Paran varsa özgürsün, diye mırıldandı pencereleri açarken. Evi ne kadar havalandırsa da duvarlara, koltuklara, perdelere, halılara sinmiş ve evi artık tümüyle istila etmiş sigara kokusunu çıkaramayacağını biliyordu.
Birbirinden uyumsuz ikinci el eşyalarla döşeli salona geçti. Burada ona ait olan tek şey duvarda asılı duran Galata Kulesi’nin fotoğrafıydı. Serkan’dan ayrıldığı soğuk bir İstanbul gecesinde birlikte yaşadıkları evden getirdiği tek eşya olma özelliğine sahipti. Sahi neden onu getirmişti sanki? Kendi aldığı kahve makinesi daha anlamlı bir tercih olacakken. Eskiden bu fotoğrafa baktığında aklına gelirdi Serkan çoğu zaman. Ama şimdi ne eski sevgilisini hatırlıyordu ne de onunla yaşadığı beş seneyi. Zaman her şeyi yutmuş, hayata tutunma mücadelesi geçmişi silip süpürmüştü.
Koltuğa zor attı kendini sanki bir ton iş yapmışcasına yorgundu. Umutsuzluğunun ağırlığı altında eziliyordu. Zonklayan ayaklarını ovmaya başladı. Televizyonu açtı sonra. Kanallar arasında amaçsızca dolaştı. Bir yandan da düşünüp duruyordu. Ne yapmalıydı, ne yapmalı? Acaba CV’ sini mi değiştirseydi? Öğrenim durumuna lise mezunu yazıverseydi. Gözleri doldu. Babası, yüksek lisansa başladığında nasılda gururlanmıştı Zeynep’le. Üniversiteyi kazandığında bile bu kadar büyük bir tepki vermemişti nedense. Günlerce omuzlarını kabartarak dolaşmıştı da, annesiyle gülüşmüşlerdi. Konuya komşuya tüm akrabalara söylemişti.
Televizyona bakarken, şu yarışmalardan birine mi katılsam, diye içinden geçirdi. Para ödülleri hiçte fena değildi. En azından yeni bir hayat kurmasına yardımcı olurdu. Fakat ne şarkı söyleyebilir, ne yemek yapabilirdi. Ne de başka bir yeteneği vardı. Çocukluğundan beri okumaya adamıştı kendini. Keşke babası hayatta olsaydı. Bir yolunu bulurlardı birlikte. En azından böyle sürünmezdi. İçini çekti hüzünle.
Bir evlilik programına takıldı gözleri. Emekli öğretmen Ensari Bey taliplerini bekliyordu. 56 yaşındaydı, başından bir evlilik geçmişti. Ankara merkezde, etrafı yeşilliklerle kaplı, parklı bahçeli bir sitede oturuyordu. Sunucu hanım, evin kendisine ait olup olmadığını sordu. Ensari Bey arkasına yaslandı, dudakları hafifçe yukarıya kıvrıldı, ağzının kenarından kıvrak bir gülümseme yayıldı. Evet, ev kendisinindi. Takdirle başını sallayan sarışın sunucu hanım gülümsedi. O andan sonra öğretmenlerden ve onların ne kadar değerli olduklarından bahsetmeye koyuldu. İlkokul öğretmenini ve okul anılarını anlattı dakikalarca. Öğretmenlerin öğrettiklerine dem vurdu birkaç kez. Ensari Bey’e dönüp, ‘‘ Öğretiyorsunuz yav! ’’ Dedi. Seyirci ve Ensari Bey bu çılgın yorumu delice alkışladılar. Oradan bir belgesel kanalına hızlıca geçiş yaptı Zeynep. Su yılanlarının avlarını nasıl yakaladığını seyretti. Eğer bir su yılanı olsaydı hayat onun için daha kolay olurdu herhalde. Sadece avlanması ve üremesi dışında yapacak pek bir şeyi olmayacaktı. Ardından bir moda programına baktı. Ekranda uzun siyah saçlı oldukça zayıf bir kız vardı. Kızın yüzü neredeyse makyajdan seçilemiyordu. Onun arkasında sıralanmış diğer kızlar da ondan farklı değillerdi. Galiba hepsi genetik olarak kopyalanmışlardı. Kızın çizmelerinin 400 TL olduğunu söyledi sunucu. Diğer kızlar birbirlerine bakıp aralarında kıkırdadılar. Buna fena içerlendi kız, elbette ki 1000 TL’ ye aldığı çizmeleri olduğunu da söyledi. Zeynep koltuğa fırlattığı çantasına uzandı. Cüzdanını çıkardı. Paralarını saydı. Bozukluklarla birlikte tamı tamına 15 TL 75 kuruşu vardı ve aylığını almasına iki hafta kadar bir süre.
Karnı acıktı, sabahtan beri kuru bir simitle duruyordu. İsteksizce kalktı, buzdolabını açtı, bir şeyler bulmak ümidiyle. Üç beş zeytin ve biraz reçel dışında dolap bomboştu. Eşofmanlarını giydi, oflayarak spor ayakkabılarını ayağına geçirdi. Sahile doğru yürümeye karar verdi. Sahildeki büfenin tostları ucuz ve lezzetliydi. Ayrıca biraz açık havada oturmak iyi gelebilirdi.
Annesinin yanına mı dönseydi? E, orada ne yapacaktı? Evde oturup kısmet mi bekleyecekti? Allah korusun! Evlenmek istemiyordu ki! Bütün hayallerini İstanbul üzerine kurmuştu. Hem şimdi bu şehirden nefret ediyor, için için ona kızıyor, hem de onu bırakıp gitmek istemiyordu.
Bir banka oturdu sahile varınca. Karşısında sükûnetle uzanan denizi izlemeye başladı. Özgürce uçan, denizle oynaşan martıları seyretti. Nefret ediyorum senden İstanbul, nefret ediyorum senden…Sabahtan beri kendisini o kadar sıkmıştı ki ağlamaya başladı.
Birden minik bir el hissetti omzunda. Başını arkaya çevirdi ürpererek. Küçük bir kız ona selpak uzatıyordu. İsli suratı, kirden keçeleşmiş saçları masum bakışlarıyla çelişiyordu. Sekiz dokuz yaşlarında ya var ya yoktu. Cılız, kapkara gözlü bir kız çocuğuydu. Elleriyle gözlerini sildi Zeynep mendili alırken. Siyah rimel tabakası eline bulaştı. Sabah aceleyle yaptığı makyajı silmeyi unutmuştu. Allah bilir akmış makyajla ne kadar korkunç görünüyordu. Cebindeki bozukluklardan bir kaçını çocuğa uzattı. ‘‘ İstemez, ’’ dedi kız Zeynep’in yırtık ayakkabılarına bakarak. Yana kaydı Zeynep, küçük kız yanına oturdu. Mendil paketini açtı, bir mendil çıkardı, gözlerini kuruladı, yüzünü sildi Zeynep. Hafif bir rüzgâr teninde gezindi. Sahilde tezgâh açmış simitçiyi gördü, kalktı iki simit aldı, iki ayranla beraber.
Hava güzeldi. Sonbahar yazdan bir gün çalmanın şımarıklığı içindeydi. Güneş tatlı tatlı okşuyordu herkesi. Bu saatte daha çok anneler, küçük çocuklar, emekliler, işsiz güçsüz gençler doldurmuştu sahili.
Simitlerden ve ayranlardan birini küçük kıza uzattı. Gülümsedi kız. Yavaş yavaş simitlerini yediler hiç konuşmaksızın. Önlerinde paten kayan çocuklara baktılar. Yeni öğrenenlerden bir tanesinin ayakta durmak için gösterdiği çabaya güldüler. Güzel havanın cazibesiyle sahil giderek kalabalıklaşmıştı. Nereden geldikleri belli olmayan şekerciler, baloncular, simitçiler, çekirdekçiler kendilerine bir yer kapma mücadelesine girmişlerdi. Yarın yeni bir gün diye düşündü Zeynep onları izlerken, yarın yeni bir gün…
YARIN YENİ BİR GÜNDÜR -DİDEM SAYAT
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın