Öyle bir dönemden geçiyoruz ki ne yaşadığımız belli ne de yaşayacaklarımız. Tam bir belirsizlik hali sanki bir bilinmezin tam ortasındayız. Günler öyle gelip geçmekte güneşin doğup batması bile görev icabı öylesine miskin. Eskiden içimizi ısıtan güneş şu an tenimize bile değmiyor, çünkü korkar olduk dışarı çıkmaktan hatta güneşe bakmaktan. Nedir korktuğumuz tam olarak? İşte bunun cevabını net olarak bilmiyoruz, ya da biliyoruz fakat itiraf edemiyoruz. İnsan en büyük yalanları kendine söylermiş ya bu gerçekten çok doğru. Sürekli bir kendini kandırma hali, sürekli iyi günler gelecek beklentisi ve geçip giden gri günler.
Ben bu durumu sevdiklerini kaybetme korkusu olarak adlandırıyorum. Ya da sevdiklerini kaybederken elinden hiçbir şey gelmemesi. Çaresizlik. İnsan ailesiyle, eşiyle dostuyla, çevresiyle bir bütün, onlarla tam. Daha düne kadar birlikte aynı masada yemek yiyip şen kahkahalar attığın birisinin ölüm haberini almak, artık onun olmadığını kabullenmek ve buna kendini ikna etmek… İşte hayatın gerçekleriyle yüzleştiğimiz o an, o her şeyin anlamsız her şeyin bu kadar kısa olduğunu fark ettiğimiz o an . Orası tam olarak olduğumuz yer aslında ne geri ne ileri gidebildiğimiz öylece kalakaldığımız hayatın yüzümüze tokat gibi çarptığı yer.
Hayat bir şekilde devam eder, herkes üzerine düşen son görevi yapmak için yarışır, son görevdir onun adı. Yıllarca küs olduğun konuşmadığın bile gelir seni uğurlamaya. Orada olsan ne işin var burada diye soracağın adam, sana son görevini yapmaya gelmiştir. Mezarına toprak atacak üstüne bir de sevap kazanacaktır. Aslında senin değil kendisi için oradadır, vicdanını rahatlatmak, sıranın kendine de gelebileceğini gördüğü için oradadır. Bütün mesele bu mu gerçekten? Ya ölüm olmasaydı ne olurdu, varabilir miydik yaptığımız hataların farkına? Koşar mıydık hayatta koşmadığımız gibi peşinden ya da omuz verir miydik dertlerine sıkıntılarına yaşarken? Deseler ki insan hayatta en çok nerede empati yapar bana göre cenaze törenlerinde. Çünkü sınıf ayrımı yoktur orada, elbet bir gün sıra sana da gelecektir.
Zordur sevdiğini uğurlamak. Bir yolculuğa bile çıkarken ayrılamayız, dönüp dönüp sarılır koklarız birbirimizi. Kaybolana kadar el sallarız, su dökeriz ardından zarar gelmesin diye. Sonrası kocaman bir boşluk hem de içi doldurulamayan. En zoru da son yolculuktur, çünkü el de sallasan arkasından su da döksen yoktur geri dönüşü. Sadece bakarsın ve sana eşlik eden sadece anılardır. Ne yaşadıysan o kalır seninle, fotoğraflar avutur seni, geriye kalan eşyalar eşlik eder sana ve alışmaktan başka çaren de yoktur. Çünkü hayat dediğimiz sonu belli olan o yolculuk devam etmektedir.
Hayat bir şekilde devam eder fakat aklımız kalbimiz hep yarımdır. Ve hiçbir zaman tam olmaz olmayacaktır. Çünkü giden bizden bir parça da götürmüştür beraberinde ve biz o parçayı asla yerine koyamayacağız. Bazen bir ayakkabı, bazen de onun sevdiği müzik ya da onu hatırlatan herhangi bir şey sadece bize yoldaş olur. Yol uzundur kalanlara ama belki son viraja yaklaştık haberimiz yok. İşte tam da öyle günlerden geçiyoruz, eskiden çok uzak gelen şeyleri sanki film sahnesi gibi yaşıyoruz ve başrolde kendimiz varız.
Zamanın birinde diye başlayan hikayeler vardı eskiden, zamanın birinde şurada şu olmuş diye devam eden ve o anlatılanları ağzı açık dinleyen bizler. Gerçek mi hayal mi bilmezdik ama heyecanlı gelirdi. Şimdi işte tam şu an durduğumuz yer yaşamakta olduğumuz hayat zamanın biri değil de tam kendisi. Zamanın birinde anne evlattan baba çocuktan kaçmış, sarılıp koklayamamışlar birbirlerini hatta son görevlerini bile yapamamışlar diye anlatacak birisi ve dinleyecek birileri. Belki anlam veremeyecek şu an bizim veremediğimiz gibi ama hayatın gerçekleri tokat gibi çarpacak.
Zor dönemlerden geçiyoruz, insanlar birçok şeyden vazgeçmek zorunda kaldı ve kalmaya devam ediyor. Kimi anılarından vazgeçiyor yeni anılar yaşamak için, kimi sevdiklerinden vazgeçiyor onlara zarar vermemek için. Çünkü hayat bize bunu tüm açıklığıyla gösterdi. Çok iyi anladık neleri feda edip neleri edemeyeceğimizi. Çok iyi anladık aciz olduğumuzu. Dünyalara sığamazken, evlere sığdırmak zorunda kaldık hayatı ama olmadı başaramadık. Çünkü babaydık sorumlu olduğumuz bir aile vardı, işçiydik çalışmak zorundaydık, çiftçiydik üretmemiz gerekti… Hep bir şeydik bir şeylerin zorunda olan ve en sonunda kaybeden.
Neyimi kaybettik mesela? Yaşayabilecekken yaşanamayan anıları, imkanımız varken arayamadığımız dostları, bayramlarda öpmek istemediğimiz büyük ellerini. Halen daha farkında olmadan kaybediyoruz ama farkında değiliz hiçbir zaman da olmadığımız gibi. Ta ki ne zamana kadar, sosyal medyada bir fotoğraf içimizi cız ettirene kadar. O kişi artık yok ve hiçbir zaman da olmayacak. İçilemeyen çaylar sonsuza kadar içilmemiş olarak kalacak, aranmayan numara belki de rehberde fazladan yer kaplamaya devam edecek. Ama gerçek olan şu ki giden gelmeyecek. Yaşanmışlıklar o foto altında yazılan üç cümleye sığacak ve belki de kendimizi böyle kandıracağız.
Yaşarken kıymetini bilmek lazım her şeyin. Ailenin eşin dostun arkadaşın… Kalp kırmamak lazım, gönüllere girmek lazım en hasından. Bir çocuk sevindirmek lazım mesela, habersiz iyilik yapmak, sırf bunu yaptığın için mutlu olmak. Tanımadığın insanla selamlaşmak, bu niye bana selam verdi diye şaşırmamak…
Ne demiş Yunus: “Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti” Selam olsun bakıp geçenlere, geçerken gönüller yapanlara… Kendini pencere zannedenlere de yine Yunus’la cevap verelim: “Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz”
CEMİL ŞEN
BALIKESİR
27.07.2021
Bir cevap yazın