Yataktan o kadar hızlı fırladı ki her zamanki gibi başı döndü. Tamam, dedi, kendi kendine, baş dönmesi cepteydi ama gece yatmadan önce perdelerin bir kanadını nasıl olmuş da kapalı unutmuştu? Hiç sevmiyordu karanlık odalarda uyanmayı. Her iki kanadı ardına kadar açınca odaya parlak gün ışığı doldu, her şey yoluna girdi. Saate baktı, vakit tamamdı. Saat tam o sırada canhıraş çalmaya başlayınca koştu, üzerine eliyle bastırdı. Yine çalar saatten önce uyanmıştı, hep öyle uyanırdı, iyice rahatladı. Her şey yerli yerine oturmuştu.
Yatağın tam da sağında duran terliklerini ayağına geçirip mutfağa çay koymaya gitti. Çay demini alırken elini yüzünü yıkar, giyinirdi. Kahvaltı etmeden önce elinde bir fincan çayla gerine gerine bilgisayarının başına otururdu. Gerinmek şarttı, gerinmeyle bedenini, çayla da zihnini açıyordu. Yoksa nasıl yazardı?
“Çocuk ama maşallah nasıl da düzenli!” derlerdi küçükken, “Yahu nasıl bu kadar düzenli olabiliyorsun?” diyorlardı büyüdüğünde. Nasıl anlatırdı ki onlara? Diğer taraflar boş olsa da masanın mutlaka solunda oturmak, kahvaltıda hep beş adet zeytin yemek, altı değil, saat tam onda annesini aramak, sonra iki saat yazmak, iki buçuk değil, sonra alışverişe gitmek, salon masasındaki vazosunda hep taze çiçekler bulundurmak, okuyacağı kitapları kitaplığının solundaki raflara, okuyup altını çizdiklerini sağına dizmek ona nasıl iyi geliyordu.
Arkadaşlarıyla kahve içmeye çıktığında sadece iki saat oyalanmak, üç değil, hava nasıl olursa olsun çantasında mutlaka bir küçük şemsiye bulundurmak, akşam yemeğini saat tam yedide almak, sekiz değil, kendini nasıl da iyi hissettiriyordu. Her şey her zamanki gibi oluyorsa hayat yolunda demekti, güvendeydi. O zaman daha iyi yazabilirdi. İyi yazmak için insanın keskin bir düzene ihtiyacı vardı, değil mi ama?
“Büyük eserlerin yaratıcıları nasıl çalışır” konulu kitabı görünce hemen satın alıp bir solukta okumuştu. Çok başarılı yazarların, ressamların, bestecilerin yaratma aşamasındaki günlük ritüellerini anlatıyordu kitap. İşte bu, demişti kendi kendine, doğru yoldayım. “Büyüyünce yazar olucam da” diyordu soranlara, şakayla karışık. Kibri hiç sevmezdi. İyi de onlar gözlerini yuvarlayarak niye gülümsüyorlardı ki? E komik tabii söylediğim, demişti kendi kendine, büyüyünce filan. Çok tutan bir roman yazma hayalinden asla vazgeçmiyordu da bir roman nasıl tutar işte onu bilemiyordu. Tamamladığına inandığı bir romanı vardı aslında. Gençliğinde çok sevdiği bir adamı yazmıştı.
“Ben saçımı iki günde bir yıkarım, bugün de saç yıkama günüm ve eve dönmem gerekiyor” dediği bir gün adam, “Amma da sıkıcısın” demiş ve çekip gitmişti ama romanındaki adam gitmiyordu, onunla eve gelip saçlarını bitki özlü şampuanla yıkıyordu, böyle de romantikti. Bir cesaret edip roman dosyasını çok da bilinmeyen iki yayınevine göndermiş, biri “üzerinde biraz daha çalışın” deyip geri yollamış, diğeri cevap bile vermemişti.
Pes etmeyecekti. Bir kitap fuarında o romanına imza günü düzenlenecekti. Sırada bekleyenlere bakıp akşam yemeği saatini kaçıracağına hayıflanacaktı ama olsun varsın, ara sıra yemek saatini değiştirebilirdi canım, olurdu o kadar. “Akıllı insanda rutin, ihtirasın işaretidir” diye okumuştu bir yerlerde, bu cümleyi almış, zihninin tam orta yerine yerleştirmişti. Demek boşuna sevmiyordu rutinleri, bunlar hep ihtirastandı, hayat ona “yazar” olma yolunu çocukluğunda açmaya başlamıştı işte. Bir sabah saat on aramasında telefon açılmadığında annesine çıkışınca, “tuvaletteydim yahu, saat on olmaz da on bir de ararsın, nedir yani, neden geriyorsun beni” diye sinirlenmişti annesi ama saat on bir olmazdı, o saat yazma saatiydi. Annesi bunu bilmiyor muydu?
On beşte bir temizliğe gelen kadın, toz alırken okuduğu kitaplara okuyacağı kitapların yerini değiştirince aklı şaşmıştı. Söylenmeye başlayınca kadının ona ters ters bakmasına da hiç aldırmamıştı. Kolay mıydı yazmak, kolay mıydı üretmek? Hiç anlamıyorlardı. Disiplindi bu disiplin, başarının ilk şartı. Gerekirse terslenmeyi, arkadaş kahvelerine çağrılmamayı, masanın diğer taraflarının hep boş olmasını, hatta saçlarını hep kendi yıkamayı göze alması gerekiyordu, evet.
Aslında, demişti bir gün kendi kendine, rutinlerim aynı kalmıyor ki, hep değişiyorlar. Mesela sabahları perdenin tek kanadından içeri dolan güneşin eğimi mevsimlerle değişiyor, hatta bazen güneş olmuyor da içeri yağmurun karanlığı giriyor. O yediğim beş zeytin her zaman siyah olmuyor da bazen yeşilleniyor. Vazomdaki taze çiçekler bazen papatya oluyor, bazen gül, bazen de kasımpatı. Okuyacağım kitap sayısı değişince okuduğum kitap sayısı da değişiveriyor yahu. Ayrıca pazar günleri annemi saat onda aramıyorum, tam o sırada pazara gittiğini biliyorum çünkü, hiç kaçırmam. Saçımı yıkadığım şampuanın bitki özü de değişken, bazen yaseminli oluyor, bazen de ıhlamur kokulu. Hem zaten kısa kestirdiğimden beri iki günde bir değil de her gün yıkıyorum saçlarımı, kısa saç daha kolay oluyormuş meğer.
Maaşımı çekmeye gittiğim gün pazartesiye denk geliyorsa banka çok kalabalık oluyor, hiç beklemem, vakit kaybetmem, salı günü giderim. Pazartesiye denk gelen maaş günü benim için hep salıdır. Yumurta proteindir, zihnimin açık olması için önemlidir ama kahverengi yumurta bulamazsam beyaza da razı gelirim, nedir yani. Ama ben o yumurtayı yerim. O kadar da sıkıcı değilim aslında ama onlar tabii bu detayları bilmiyorlar, nereden bilsinler.
Çay fincanını sol eline alıp bilgisayarının başına oturdu, sağ eliyle açarken fincanı tam sol köşeye yerleştirdi, sağa koyarsa eli çarpıyordu. Vazodaki çiçeklere göz attı, hâlâ tazeydiler. Salonu güneşi öğle saatlerinde almaya başlıyordu, henüz içeri girmemişti. Evin karşısındaki park sessizdi, çocuk çığlıkları şimdilik duyulmuyordu. Annesini aramasına daha bir saati vardı. Her şey her zamanki gibiydi. Terliklerini çıkarıp sandalyesinin tam altına yan yana yerleştirdi, sağ bacağını kalçasının altında kıvırdı, sol değil. Roman dosyasını açtı. Şampuanı bittiği için adam onun için şampuan almaya markete gidecekti, evet, bunu yapacaktı. Aşık adamlar böyle yapardı.
Bir cevap yazın