GİRİŞ
Ulus Baker (1998) videoya alınmış konuşmalarının birinde aklın kendi kendini eleştirmeye dizayn edilmemiş olduğunu söyler eski felsefe akımlarında. 20. yüzyılın post-modernizm için parlak zamanlarında ise, parlaklığının aklın kendini eleştirmesinden kaynaklı olduğunu görüyoruz. Öznelliğe dışsal eleştirinin oluşması için önce, o öznenin oluşması ve dışardakinin nesnel olarak kurgulanması gerekiyordu. Post-modernist düşünceye kadar bu yapıldı. Post-modernizm modernizm üzerinde, ama onun bir reddedicisi olarak kuruldu (Keçeli 2020). Genel popülaritesini modern düşüncenin politikada yenilgisi ile kendini hissettirdi. Elveda Proleterya (Gorz 1986) gibi kitaplar bu yenilginin ilanı mahiyetinde çok benimsendi. Ama unutulan bir şey vardı: Düşünce diyalektik materyalizme göre spiral şeklinde ilerlerdi. Yani yeni düşünce bir diğerinin üzerinde, onu eleştirerek ve gelişerek ilerledi. Böyle de oldu. Bu yüzden ne modernizmin birikimlerini, ne de post- modernizmin onu eleştirisini göz ardı etmeden, modernizmin elimizde kalan gerçekliği ışıtmasını ve ışıttığı noktaları gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu. Bir kere post-modernizm akli olan her şeyi yerle bir etti. Ama onun da kullandığının akıl olmasını unutmamak gerek. Elimizdeki aracı iyi değerlendirmeliyiz. Aksi halde akli olarak sağlıklı olmayan bir duruma sürükleniriz.
Bu yazı bu kaygılarla modernizm savunusu üzerine oturmaktadır. Her ne kadar modernitenin 16. yüzyılda (İslamoğlu 2008) kapitalizm ile beraber başladığı iddia edilse de, daha son zamanlara doğru şekillendiğini kabullenmekteyiz. Posr-modernizmin akla getirdiği eleştirilerin (Lyotard 2014) doğruluğu bir yana, kullandığımız aracın kısmiliğini kabul edip, bu araca her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuzu görmekteyiz. Çünkü bilimsel olan her şey aklidir ve kurgulanmıştır. Her türlü kurgulanmış olan da doğru demek anlamı taşımaz. Burada post-modernizmce eleştirilen doğru kelimesi arkasında yatandır. Bu kelimenin geçerliliğinin ancak pratik ve eleştirel akıl ile kendini gerçekleştirdiğinde kabul ediyoruz.
BİLİMSEL OLAN AKLİDİR
Düşünsel olanla gerçeği, yaşamı ve bu alanları kapsayan her durumu yeniden ve yeniden üretirken akıl ve duygularımızı kullanıyoruz. Bu akıl ve duygular birbirinden bağımsız hareket etmiyor (Baker 1998). Empresyonist, ekspresyonist, deneyimcilik ve rasyonalizmle gerçekliği anlamaya çalışırken veya sanatı, aklımız ve duygularımız devreye giriyor. Bu akıl duyulardan da bağımsız çalışmıyor. Kant, Hume’u okurken bu eleştirel okumayı ve aklı tamamen yok sayma tehlikesiyle karşılaşıyor. Ama yok sayamıyor (Baker 1998).
Aynı yok saymama gerçekliği deneyimsel bilimler olan fizik, biyoloji, kimya, tıp ve mühendislik alanlarında görülmediği gibi tarih, sosyoloji, iktisat gibi sosyal bilimlere zuhur edip idari bilimlere yansıdı. Bunlara yansıması sadece bilimsel olanın reddedilmesinden çok dille ilgili ve diskur (söylem) analizine sirayet etmiş durumda. Her türlü söylemin kabul edilebilirliğini burada reddediyoruz. Yoksulların, dışlanmışların ve işsizler gibi altta kalmışların yararına davranan idareciliğin ilerici olduğunu kabul ediyoruz. Bunlar ise ancak bilimsel verilerle desteklendikçe bu amaca ulaşabilir. Dolayısıyla idareciliğin tamamen bilimsel yönergelerle biçimlenmiş olması gerekir.
Bu bilimsel yönergeler ve idarecilik ancak sosyal bilimlerin modernizmce benimsediği gerçekçiliklerle bezenmiş olması gerekir. Böyle olduğu sürece yanlış olana ve eksik olana müdahale anlam kazanır. Aksi halde yoksulluk ve toplumdan dışlanmışlık öznenin suçu olarak gösterilir ki, bu yıllardır yapılan ve hiçbir gerçekliği olmayan söylem düzenekleri post-modernizm yoluyla politikaya girmiştir.
18. ve 19. yüzyılda düzenin eleştirisi felsefeden koparak iktisat bilimi ışığı altında yapıldı. 19. yüzyılda politik iktisat eleştirisi 20. yüzyılın başında pratik olarak 1917 Rusya’da devrime temel oluşturdu. Tüm 20. yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde Marx’ın kuramının etkileri altında çeşitli sosyalist devrimler gerçekleşti. Marx’ın ideolojisi modernist bir çizginin devamıydı. İçinde modernist yaklaşımlara eleştirel bakışlar barındırsa da 16. yüzyıldan devamla gelen düşünce silsilesi içindeydi. Böylece iktisat sosyal bilimlerde başat eleştirel düşünceleri öne sürdü. Ancak aynı 20. yüzyıl içinde sosyoloji bağımsızlığını kurup topluma eleştirel bakış açısı geliştirdi. Almanya’da Frankfurt Okulunu, Fransa’da Althusser’i ve İngiltere’de yeni sol hareketleri böyle bir yaklaşım içinde değerlendirmek anlamlı olacaktır. Daha sonraları Michel Foucault ve ABD’de yayın hayatını sürdüren Monthly Review ve diğer sol dergilere de Marxizmin içerden geliştirilmesi olarak görmek lazım. Belçika’da Earnest Mandel’in katkıları da sol içi bakış açısı içerisindeydi ve katkıydı.
VAR OLAN SOSYALİZMİN ÇÖZÜLMESİ
Solda çevreci yaklaşımlar önem kazanırken ve özellikle küresel ısınma sorunu ile dünyanın geri dönülemeyecek bir türbülansa doğru sürüklendiği, sosyalist imparatorluk olarak SSCB’nin bu küresel ısınmaya olumsuz katkıda bulunduğu öne sürülerek, var olan sosyalizm eleştiriye maruz kaldı. Ayrıca küresel ısınma bütün dünyayı ve bütün sınıfları, dolayısıyla bütün insanlığı etkiliyordu. Önlem olarak iktidarı elinde bulunduran hükümetlerin bir araya gelip önlemler alması gerekiyordu. Elveda Proleterya (Gorz 1096) kitapları böyle bir ortamda piyasaya sürüldü. Peşinden kadın hareketi ile kimlik politikaları, işçi sınıfının çıkarlarını savunmak için gereken ideolojik öncülüğün önüne geçecek kimlik politikalarını üretti. Böylece çevre ve kadın sorunları muhalefet politikalarda başat duruma geldi. Sermayenin uluslararasılaşmasıyla Thatcherizm ve Reaganomics dünya küresel ekonomi düşününe damgasını vurdu. Her tarafta neo-liberal iktisadi politikalar öne çıktı. Çevre ülkeleri ülkelerine sermaye çekmek için özelleştirmelere başvurdu. Tam da böyle bir ortamda var olan sosyalizmdeki sınıfsal durum (Somel 2017) SSCB’yi kapitalizme doğru sürükledi. Artık başat çelişki ülke içindeki sınıfsal karşıtlıklar değil, uluslararası ölçekte emperyal güçlerle bağımsız ekonomi ve siyasi düzen isteyen merkez-çevre güçleri arasındaydı (Amin 2017, 2018).
Aslında SSCB’deki sınıfsal durum kapitalist ülkelerde bilinen bir olguydu (Keyder 1989). Kapitalist ülkelerdeki devlet sınıfları ile yönetilen bir devletçi kapitalizm, bu sayede SSCB’de anlaşılan ise bir devletçi sosyalizmdi. Her iki durumda da pratik olarak iki sınıfta kendi mantıkları çerçevesinde hareket etmiş, haraççı toplumların vergilendirme mantığını gütmüşlerdi (Somel 2017).
Var olan sosyalizmi asıl kıskaç altına alan rekabete girdiği ABD ile Yıldız Savaşları projesine ayıracağı kaynağın elinde olmamasıydı. Uyguladığı ekonomik politika ile halkın elinde piyasada bulunan tüketim mallarından daha fazla harcaya bileceği miktarda paranın bulunmasıydı (Somel 2017). Bunu ürünlerin fiyatını artırarak halkın elindeki parayı toplama yoluna gidemeyecekleri gibi, vergi de koyamadılar. Yıldız Savaşları projesinde ise en son kertede Marxist ekonomi anlayışı devreye girecekti. Projeye dahil edilecek işçilere ayıracak kaynağın olmaması en büyük sıkıntıydı. Projede çalışacak nitelikli işçilerin emek-zamanı sosyalist mantık içinde kiralanırken, piyasa rayicinden fazla ödeme gerekecekti. Sosyalizmde emeği kadar gelir almak sistemin mantığı gereğiydi. Komünizmde ihtiyacı kadar gelir elde etmek ise, ekonomik çok gelişmiş bir toplumu işaret ediyordu.
Bu aktardığımız var olan sosyalist imparatorluğunu sorunları iktisadi alandaydı. Yukarıda bahsettiğim 19. yüzyıl sosyal bilimler anlayışı mantığına hastı. Sosyolojik olarak sosyalist ülkeler eğitim sorununu aştığından nitelikli emeği daha fazla hizmet sektöründe kullanmak zorundaydı. Ancak bir yandan da var olan sosyalizm hiç de hesapta olmadığı gibi, var olan kapitalist dünya ile rekabet etmek zorundaydı. Kapitalizm içinde sınıf atlama hülyası çalışmanın gerekçesini oluşturuyordu. Ancak sosyal motivasyonlar ve fabrika içi teşvikler sosyalist toplumda her zaman karşılığını bulmuyordu. Zamanla, kuşaklar değiştikçe ahlaki algılama, kapitalizmdeki ahlaki algılama bilinmez oldu. Bu yüzden onursal ödüllendirme de anlamsızlaştı. Bunda eğitimli insanlar arasında kapitalizme geçmenin daha fazla benimsenmesinin nedeni, kapitalizmde sınıf atlamanın eğitimli insanlar arsında daha fazla olmasının sonucudur. SSCB, kapitalist propagandayı ne kadar engellese de toplumdaki çekiciliğini kıramadı.
Yukarıdaki kimlik politikalarının yansıması, Polonya’da Dayanışma Sendikası’nın sosyalizmde gedikler açması, kapitalist yaşam biçimini toplum içinde tercih edilir hale getirdi. Başta bireysel entelektüel çıkışlar olarak ortaya çıkan bu yönelimler, zamanla bütün topluma sirayet etti.
Aslında düşünülürse, sosyalizmin kurucuları kapitalizm eleştirisinden beslenmişler, pratik olarak nasıl politikalar izlemeleri gerektiği sorununa ise, pratik hayatta karşılarına çıktıkça çözüm yollarını arıyorlardı. Bunu da iktidardaki kişilerin ideolojileri belirliyordu. Yani pratikteki yönelimleri iktidarlarını değil, iktidarları pratiklerini belirlemekteydi.
Burada konumuz açısından gereği olmadığından planlama ekonomisinin sorunlarına değinmeyeceğim. Yoksa merkez planlama ile, fabrika temelinde planlama arasında sıkıntılar da çıkıyordu. SSCB’nin diğer sosyalist ülkelerle iş bölümünde başat rol oynadığı malumdur. Hatta COMECON dağılınca diğer sosyalist ülkelerin ekonomik olarak SSCB’ye bağımlı oldukları ekonomilerinin gidişatından anlaşılmıştır. Batı kapitalizmi onların tekrar sosyalizme dönmeleri durumunda kalmamaları için yardımda bulunmak zorunda kalmışlardır.
Konumuz dahilinde olduğu için ve konuyu dağıtmamak için, merkezi planlama anlayışı sosyalizmde bilimsel veriler ışığında yapıldığından modernist bir yaklaşımdı. Ülke bazında olmasa da kapitalist ülkelerde planlama büyük firmalar temelinde zaten yapılmaktadır. Koç ya da Sabancı Holdingin önlerindeki yılı planlamadan yatırım yapacaklarını düşünebilir misiniz?
PRATİĞİN GÜCÜ
Aslında var olan sosyalizm çözülmeseydi, post-modernizm küreselleşmiş düşünsel hayatta bu kadar etkili olamazdı. Aydınların kafasındaki karışıklığın en önemli nedeni, sol açısından, var olan sosyalizmin çözülmesidir. Bu yüzden SSCB’de sosyalizm çözülünce sistemin aydınları intihara varan dramatik davranışlarda bulunmuştur. Kapitalist ülkelerde ise travma yaşayan solcu aydınların kendilerini daha dar kadrolarda kabuklarına çekilerek ve olanları gözleyerek yapmakta olduklarını görüyoruz.
Pratik her zaman kuramsal çalışmalardan daha önemli olmuştur. Herkesin entelektüel olması beklenemez. Ancak devletin belirli yerlerinde idareci olarak bulunanların yönetim yetkilerini bilimin ışığında kullanmalarını beklemek gerekir. 2021 Temmuz ayında Türkiye’de idareci olanların bilimden bu kadar uzak olmalarının nedeninin, var olan sosyalizmden boşta kalan alanı kullanmaları olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa geçmiş zamanlarda bu kadar rahat hareket edemezlerdi.
Aynı şekilde Elveda Proleterya gibi kitapların yazarlarının da dünya entelektüel camiasında rağbet görmesinin nedenini var olan sosyalist ülkelerin çözülüşünde görmek lazım. Bu dediğimiz var olan sosyalist ülkelerin sorunları olmadığı anlamına gelmez. Ancak sosyalizmi kapitalizmle karşılaştırdığımızda, en kötü sosyalist ülkenin bile insan yaşamı açısından gelişmiş kapitalist ülkelerden bile ilerde olduğunu görüyoruz. Sosyalist ülkeler kendi halkları için sağlık sigortası ve eğitim gibi alanları ücretsiz temin etmeyi başarmıştı. Kısaca pratik hayattaki sorunlar aklın yolunda planlamayla daha kolay çözülmektedir. Bu hem pratikte birey için, hem de toplum için geçerlidir.
YENİ MODERNİZM POST-MODERNİZME KARŞI
Modernizm 17. ve 18. yüzyılda daha önceki skolastik düşünceye karşı, yani tarih ve dünyanın yaratıcısı olarak Tanrı’nın kabul edilmesinden, seküler bir düşünce ile tarihi içinde bulunan insanların yaptığını kabul etmesi ile olmuştur. Şimdi ise kapitalizmin sürekli krizi belirsizliğe neden olduğu için hem düşünsel modernizmi yerle bir ediyor, hem de kendini yok etmeye sürükleniyor (Amin 2017:15-16). Bu yüzden modernizme karşı post-modernizm bu belirsizlik alanını kullanarak toplumsal düşüncede yer edindi. Bilindiği üzere toplumsal düşünce maddi güçtür.
Post-modernizme karşı da yeni modernizm güç kazanacaktır, çünkü post-modernizm bütün reddiyelerini sıralamış ve çok hızlı akan düşünce dünyasında miadını doldurmuştur. İnsanlar belirsizliği değil, kendi hayatlarını belirleyen dinamiklerin ne olduğunu araştırmaktadırlar.
Toplumun motorunun sınıf savaşları olduğunun söylenmesinden yaklaşık yüz elli veya iki yüzyıl geçmiştir. Kimlik politikalarında, tarihin motorunun kimlik mücadelesi olduğunu söylemek olguyu abartmak anlamına gelmektedir. Elbette dünyanın her tarafında özellikle iş bölümü açısından kadın ile erkek arasında toplumsal çelişkiler bulunmaktadır. Ancak ülke olarak ABD’de bulunan siyah insanların sorunlarından doğan çelişkiler, Türkiye’de aynı anlama gelmemektedir. Biz de ise dini saiklerden dolayı, özellikle İslamın farklı yorumlarından dolayı toplumsal çelişkiler gün yüzüne çıkmaktadır. Ancak kimse Türkiye’de tarihin motorunun ideolojik çelişkiler olduğunu söylememektedir. Bu iki ayrımdan dolayı kadın sorunu da Türkiye’de İslam, ABD’de ırk bazında farklı anlamlar kazanmaktadır. Yani Müslüman bir kadınla, siyah bir kadının sorunları bulundukları ülkeye göre farklıdır. Bahsedilen bu iki ülkede işçi sınıfının da farklı politik özellikleri vardır. Ama yine de çelişkiler ortaya çıktıkça farklı ülkelerde ortak nokta sınıf çelişkileridir. Merkez ülkedeki sınıf çelişkisini yumuşatan, çevre ülkelerde sertleşme nedenidir.
Ayrıca merkez ülkelerdeki devlet sınıfları ile çevre ülkelerdeki sınıf çelişkileri de farklıdır. Bu farklılık çevre ülkeleri arasında da görülmektedir. Burada belirleyici olan Türkiye gibi bir çevre ülkesinin dünya küresel kapitalizmine ne zaman ve nasıl eklemlendiğidir. Bütün bunların hepsini post-modern literatür gözümüzün önüne sunmuştur. Bundan sonrası post-modern yazının sunduğu bu yardımcı bilgileri, biz kendi politikamızda nasıl bir potada eriteceğimizdir. Yani artık kadın sorununa gözümüzü kapatamayacağımız gibi, farklı ülkelerde olmasına rağmen İslam ve siyah insan sorunlarına da kulaklarımızı kapatamayız.
İşçi sınıfı politikasının gücü ise, enternasyonalizmde, farklı ülkelerdeki işçi sınıfının birleşmesinde yatmaktadır. Yani bu anlamda kısacası, modernizm politikasını post-modernizimin sunduğu politika ile yeniden harmanlamaktan geçmektedir. Bu harmanlama sadece modernizmi tarihe gömmekten değil, tam tersine onun sunduğu politikayı gündemde tutmaktan geçmektedir.
Bu yazıda “tarihin motoru” gibi bir metaforu kullandım. Bu bilinçli seçimimin nedeni, tarihin motoru olarak indirgemeci bir mantığı post-modern düşünürlerinin kabul etmemesidir. Ancak tarihin dinamikleri ilkel çağlardan beri bir düzenek içinde gelişmişler, bunu modernizim kuramcıları göz önüne çıkarmıştır. Tarihte ileri gidişler, geri gidişler yaşanabilir. Aksi halde 1917 sonrası 1920’lerde Almanya’da devrim beklerken sonrasında nasyonal sosyalizme yenilmek benzer geri gidiş gibi anlaşılmazdı. İki tane tarih anlayışı var olan sosyalizm için dünya devrimcilerinin itiraz noktasıdır: birincisi, var olan sosyalizmin kendine özgü bir deneyim olduğunu kabul etmek, diğeri ise, devlet sınıflarının kendi çıkarları için kapitalizme yönelmeleridir. Devlet sınıflarının bu yönelimini koskoca kolhozları 1 rubleye üzerlerine almalarında Abramovitzc gibi zenginlerin ortaya çıkmasından anlıyoruz.
Modernizm yazınını post-modernizm yazınına eleştiri olarak kullandığımızda bilimsel bakış açısının üstünü açmış oluyoruz. Yoksa tereddütlü post-modern yazın bize her şeyden şüpheyi getirmiştir ki, kaygan zeminde yol almamız bizim kaza yapmamıza yol açmaktadır. Kısacası 1990’ların başından beri, yani var olan sosyalizmin kapitalizme dönmesinden sonra, bütün ülkelerdeki işçi, işsiz ve alt katmandaki insanlar daha fazla ezilmiş ve ezilmektedirler. Kapitalizmin en büyük korkusu kadın mücadelesi, ırksal farklılıklardan dolayı ortada duran çelişki veya İslam gibi dini saikler değil, tamamen işçi sınıfının enternasyonel mücadelesidir.
SONUÇ
Modernizmin bize bıraktığı gelenek aklın gücüne inanmaktan geçmektedir. Yani bilimin ışığında her şey aklidir. Buna da belki de en fazla ihtiyacı olan, aklı bilgi ile kullanmaktan en fazla yararı olan işçiler, işsizler ve altta kalan diğer tabakalardır. Onun için entelijansiyaya ihtiyaç duymaktadırlar. İlerici entelijansiya Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde devrimci olarak kendini gösteren ve bir bağlamda işçi sınıfı ile ittifaka giren ve onlar yararına çalışan aydınlardır.
Post-modernist akıma göre meta teoriler miadını doldurmuştur. Bu yazıyı kağıda döken yazara göre, başkalarıyla birlikte en fazla ihtiyaç duyulanın günümüzde meta teoriler olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla bilimin ışığında belirli bir akım takip edilecekse o, bize modernizmin bıraktığı ve çokça faydalı olduğu tarih anlayışı olacaktır.
Bir cevap yazın