Sizler ‘’çelişmemezlik ahlakını’’ öğrendikten sonra fahişe olacaksınız. Size ‘’fahişelerin kraliçesini’’ anlatacağım, bunu bilmek hakkınız. Henüz binek hayvanları yoktu, dünyada yalnızca köyler vardı, sayısı yüz haneyi geçmeyen köyler. Köylerden birine ‘’dişil hastalık’’ musallat olmuştu. Köyde yeni doğan bebekler, genç kızlar, kadınlar bir bir ölüyordu. Çeşme başları, ağaç dipleri, evler hep dişilerin ölüleriyle kaplıydı. ‘’Dişil hastalık’’ kısa sürede taze gelinleri, kemale ermiş evlilikleri bitirdi. Artık insan namına yalnızca oğlanlar, ergin erkekler ve piri faniler kalmıştı.
‘’Dişil Hastalıktan’’ sonra köy karartının kalın duvarlarıyla kuşatıldı, köyün sınırları dışında her yer geceydi, erkekler köy sınırına gelip karartıya bakar ne olduğunu anlamaya çalışırlardı. Hiçbiri hiçbir şey göremezdi, hiçbir şey. Bu güneş batıncaya kadar sürerdi. Güneş batınca köydeki tüm insanlar evlere koşar adımlarla çekilirdi. Zira biraz sonra karartı köyü de ele geçirecekti. Köyün tüm erkekleri bir araya gelir büyük ateşler yakardı, karartıyı kaçırmanın tek yolu buydu.
Zamanla güneşin yokluğunda oluşan karartıdan korkmamayı öğrendiler. Korkmaları gereken gündüzleri dahi köyü çepeçevre sarmış olan karartıydı, kendi gölgelerinin oluşturduğu siluetti. Bundan korkmalıydılar. Bir zaman sonra kendi korkularını dizginlemeyi de öğrendiler. Köyün tüm erkekleri gölge boylarının en uzun olduğu sabah ve akşam saatlerinde toplanır, karartının köyü sardığı hudutlara gider, güneşin silemediği gece karşısına çöker, karartıya ibadet eder, onu ululardı. Bunu yaparak geceye olan korkularını dindirirlerdi, ayakları altında beliren gölgelerine basa basa yürüyebilirlerdi. Artık yeni bir din doğuyordu, gecenin ruhu karartının dini.
Köyün erkekleri çok sonraları ölüm acısını hissettiler. Erkek çocuklar ölen annelerine, kırk yıl evliler karılarına, gençler sevgililerine, babalar kız çocuklarına… köylünün hepsi akrabaydı, hepsi birbirlerine ağladı, ağıtlar yaktı. Buna rağmen geceye saygıda hiçbir kusur etmediler. Sabah erkenden kalktılar, yürüdüler, karartının başladığı yerde geceyi deliler gibi ululadılar. Eve döndüler, geceyi iyi tanıyan kara elbiseli din adamlarına danıştılar. Sonrada, apansız farklı farklı yerlerde ölen kadınları gömmeye başladılar. Bir baba ölen küçük kızının kemiklerini merada, bir genç sevgilisinin kemiklerini çeşme başında, bir koca karısının kemiklerini evde buldu. Akrabalarını tanımayanlar ise bir başkasının kemiklerini aşırdı.
Köyde kemikler çabucak gömülür, acı ise yavaş yavaş… gece korkusu hiçbir zaman. Zamanla acıdan kurtuldular, çocuklar annelerini, gençler sevgililerini, kocamışlar karılarını hatırlamaz oldu. Geceye olan korkuları ise yüreklerindeki ukdeden ibaretti. Şimdiyse köylü de yeni bir hastalık baş göstermişti, özellikle genç erkeklerde: şehvet.
Din adamları dahil tüm erkekler gece evlerine çekildikten sonra ellerini yorganlarına atardı, geçmiş günlere dair en canlı görüntüler: kimisi için tüysüz beyaz bacaklar, kimisi için esmer, kimisi için sapsarı bacaklar. Uçları pembeye, siyaha çalan mis kokulu göğüsler. Kimi erkek içinse en güzeli hafif sarkık beyaz göğüsler. Bazıları için hafif, sakin bir çığlık, bazısı ise biraz daha ileri gider bele dolanan ayakları(baldırları) düşünürdü. Bunlar gerçekleşmesi nede zor hayaller.
Köy şehvet aleviyle için için yanıyordu. Şehvet hepsini yontuyordu, kızgın aleviyle. Gencinden kocamışına dek herkes şehvetle şekilleniyor, yeni yeni biçimler alıyordu. Yaşlı gece bilginleri de aynı dertten muzdaripti. Köyde yalnızca geceleri bir araya gelirlerdi, gece tükenene dek konuşurlar, bu soruna çözümler ararlardı.
Bilginler bu soruna çözümler arayadursun, köyün gençlerinden birkaçı sözleştiler ve sabah ibadetine gitmediler. Zeval vakti, köyden çıkıp karartının kıyılarına geldiler. Karartıya bakıp uzun süre küfrettiler, çılgınlar gibi bağırıp çağırdılar. Asilerin tek bir istekleri vardı geceden: köyü çepeçevre saran karartının köyü terk etmesi. Böylece asiler kızların olduğu diyarlara gidecek, yumuşak kadın bedenleriyle susuzluklarını gidereceklerdi.
Köylü bunun haberini tez aldı. Hemen toplandılar, topluluğa ölüm korkusu hakimdi. Gece bilginlerine göre karartı bunun öcünü alacaktı, kendisine yapılan bu saygısızlığı affetmeyecekti. Tüm köylü hemen karartının kıyılarına doğru hareket etti.
Güneş batmaya hazırlanıyordu, gölge boyları uzayabileceği kadar uzamıştı. Asiler karartının kendilerine yol vermeyeceğini anlamış ve gözlerini taparcasına karartıya dikmişti. Gözleri karartının içinde gezinirken şehvetleri sulanıyordu, gözlerini geceden çok şehvet perdelemişti. Uluyorlardı aç kurtlar gibi, içlerinden bazısı kendinden geçip şehvetle titriyordu. Aklı başında olan bir asi ise bir an gözlerini derin karartıdan alıp geriye baktı. Köylü akın akın geliyordu, üstlerine doğru ama hiçte umurunda değildi. Sonra diğer asi arkadaşlarına baktı, hepsi göz göze geldi ve el ele tutuşup kendilerini derin karartıya bıraktılar. Karartı içindeki ulumaları köylüye ulaşıyordu, köylünün çoğu korkmuş ve kaçışmıştı.
Gece bilginleri, o gece sabahlara dek tartıştılar. Konuşulanlar, alınan kararlar o kadar ayartıcıydı ki güneşin doğuşunu fark etmeden durmadan tartıştılar. Tartışma bir sonraki geceye sıçradı, yinede durmadılar, bir sonuç alana dek. Sonuç köylünün toplandığı meydanda açıklandı:’’ karartı on can almıştı fakat endişeye mahal yoktu, bunlar geceye adanan canlardı. Gece buna karşılık diğer erkeklere zarar vermeyecekti. Fakat bundan sonra sabah ve akşam ibadetlerinin süresi uzayacaktı, birde Gece’den aldığı on can için genç bir kız istenecekti.
Bu olaydan sonraki yıllarda sabırla beklediler. Beklemeleri ıstıraba dönüşmesin diye deliler gibi çalıştılar, toprağa tohum bıraktılar, kara sabanlarıyla tarlaları sürdüler, ekinleri derlediler, tıka basa yiyip doydular ama sabah ve akşam ibadetlerini de büyük bir titizlikle sürdürdüler. Erkekliklerini kaybetmemek için gece bilginlerinden şehvet dolu öyküler dinlediler, farklı farklı küfürler türettiler, birbirlerinden usanana dek küfürleştiler, kendi tohumlarını cömertçe harcadılar.
Yıkanmadılar, yıkanmayı ar saydılar, şehvet kokusundan bıkana dek. Tekeler gibi koktular, meydanda toplanıp kokuştular. O çürümüş halleriyle, önde gece bilginleri arkada köylü, gecenin kıblegâhına vardılar. Önce bilginler sonra köylü diz çöktü, karartının onları ne hale getirdiğini geceye duyurdular, omuz omuza verdiler, kokularını birleştirdiler, daha da şehvetlendiler ve karartısı ilk defa kısılan geceye gözlerini diktiler. Geceden kopan bir şeylerin kendilerine geldiğini gördüler, korkuyla karışık merakla beklediler. Karartının derinliklerinden gelen şey belirginleşiyordu. Artık tam olarak karartıdan çıkmıştı, hepsinin gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu saçlarıyla göğüsleriyle, kalça ve bacaklarıyla tam bir kadındı, çırılçıplak bir kadın. Gece onlara istediklerini vermişti, ne var ki korkuları şehvetlerini yok etmişti. Kadın topluluğa şehveti gittikçe arttıran adımlarla yavaş yavaş yürüdü. Işığı yeni gören gözlerle kara elbiseli din adamlarına bakındı, din adamlarına henüz varmadan yere düştü, önde gece bilginleri arkada köylü kadının başına üşüştü. Gece bilginlerinden biri elini çıplak bedene uzatıp yerden doğrulttu, topluluğun diğer üyeleri gibi kadının yüzüne ilk defa bakıyordu, çizgili bir yüz… kadın gözlerini araladı, fısıltılar halinde konuşmaya başladı. Gece bilgesi kulağını hemen kadının yüzüne yaklaştırdı.
‘’ şu halinize bir bakın! Kendi gölgelerinizden korkar olmuşsunuz… Aklınızı hiç kullanmaz mısınız, güneş olmazsa gölgeleriniz yok olmaz mı? Daha büyük bir aydınlıktır geceyi oluşturan, güneşin ölümüdür korkunuzu sonlandıracak olan’’
deyip göz kapaklarını indirdi. Gözlerini kadının iki bacak arasından ayırmayan biri, heyecanla bağırdı.
Bakın, bakın! Şuna bir bakın
Tüm topluluk adamın parmağıyla işaret ettiği yere baktı, kadın karartının içinde kırbaçlayarak büyüttüğü canhıraş çocuğu oracıkta doğurmuştu. Meğerki kadın hamileymiş. Gece bilginleri ellerini hemen kadının boğazına attı, kadın ölmüştü. Her iki bacağı yanlara doğru salınmış olan kadınla ilgilenmeyi bıraktılar, gözleri yeni doğan çocuktaydı, bu bir kız çocuğuydu. Topluluktan bir adam cebinden çıkardığı kamasını yaşlı bir gece bilgesine uzattı. Göbek bağını hemen kesip kız çocuğunu ölüden ayırdılar. Kız çocuğu karartının içinde büyümüştü ona kuzgun adını verdiler. Çocuğu (elleriyle) göğe kaldırıp ululamalarla köye döndüler.
Kuzgunu gece bilginleri kendi himayesine aldı, süresi tayin edilmiş…
Derin karartı içinde handanın gözlerinin dolduğunu görüyorum, bu yeraltında kabul edilemeyecek bir davranış. Hemen karartıyı kısıyorum, sadece handan beni görebiliyor, şehvetini doruğa çıkarıp bana doğru yürüyor, fahişecikler buna bir mana veremiyor, yalnızca, baş fahişenin kesif karartıya yürüdüğünü görüyorlar.
Handan on yedisinde yeraltına indi. O zamanlar ben sıradan bir fikir işçisiydim. Handanın kozalağından çıkmasına, önce fahişecik sonra fahişe olmasına yardım ettim. Ama bununla kalmadım, karanlığın her tonunu tanıdım, geceye hakim oldum, bana hükmeden yeraltı tanrılarını gecenin içinde boğdum. Kendimi yeraltı tanrısı, handanı baş fahişe ilan ettim.
Ahalimden biri beni görecekse önce baş fahişeye gelip bu isteğini bildirir. Baş fahişe ise görev icabı onu dinler ve ahalimin beni görmek istediğini haber verir. Bu nedenle handan yeraltında iyiliğin ve kötülüğün, yerüstünde günahın ve sevabın arasına kurulmuş bir köprüydü. Her iki tarafında; düşünmeden, çiğneyerek geçtiği bir köprü… Tanrı ile kullar arasındaki duvarda tanrı tarafından acımasızca acılan bir oyuktu.
Fahişecikler handana bakınıyor, ne olacağını anlamaya çalışıyorlar, handanın karartı içinde gittikçe yok olduğunu görüp şaşırıyorlar. O ise kendinden emin bir şekilde bana geliyor, yere basmayı bırakıp karartı içinde taşlarla örülü ayak akislerine basıyor, şehvetini mümkün olduğunca kısıyor, beni artık apaçık görebiliyor. Bünyemde tanrılığımı azaltan bazı beşeri duyguların uyandığını hissediyorum.
‘’Kendimi bu kız karşısında bir türlü konumlandıramıyorum onu görünce her tanrının yaşadığı çelişkiyi yaşıyorum, tanrının isa karşısındaki çelişkisi… isa tanrının oğlu muydu, kulu muydu, elçisi miydi? İsa beklide bir tereddütten ibaretti. Doğum sancısı çeken şafaktaki tereddüt, başıma çevirdiğim namlu karşısında tetikte bekleyen titrek parmaktaki tereddüt ve bitmeyen tereddüt, mezarlarında sıkılan ölülerin araftaki tereddütü; doğum, yaşam, ölüm… Tereddüt… ‘’
Tereddüt tanrının insanlarla paylaştığı bir hastalık olmalı, tanrısal bir hastalık…
Bana doğru gelen handan’a bakıyorum da O benim neyim ya da ben onun neyiyim, Kızım mı? O zaman ben babasıyım, sevgilim mi? O zaman ben de onun sevgilisiyim. Baş fahişem mi? O zaman bende onun pazarlayanıyım.
Kızım değil, hiçbir baba kızına aşık olamaz. Sevgilim değil, hiçbir seven sevdiğini pazarlayamaz. Baş fahişem değil, hiçbir baba ve seven, kızına ve sevdiğine fahişelik yaptıramaz… ‘’
Handan karartıdan çıkıp tekrardan fahişeciklerin arasına dönüyor, kuzgun’un terekesi ‘’fahişe çelişmemezliğini’’ hissetmeye çalışıyor, bunu hissetmeden konuşamaz. Tekrardan çevresine şehvet yayıyor ve konuşmaya başlıyor.
‘’Din adamları yani gece bilginleri kuzgunu köye getirdikten sonra ona yeni bir ev yaptılar. Kuzgunu yetiştirme işini de gece bilginlerinin pirine verdiler. Yaşlı gece bilgini kuzgunu beslemek için sırayla keçi, koyun, deve sütü vermeye çalıştıysa da kuzgun bunların hepsini reddetti. Kuzgun iki gün boyunca ne içti ne de yedi. Gece bilgini artık tam olarak ne yapacağını bilmediği kuzgunun hayatından umudunu kestiği bir zamanda gece bekçisi yarasalar sardı evi. Kuzgunu sütü en bol olan yarasa emzirdi, bir sonraki gece aç kurtların ulumaları sardı evi, kuzgunu sütü en bol olan kara kürklü bir kurt emzirdi. Her gece karartının içinden vahşi bir hayvan gelir, gece bilgesinin bakışları önünde kuzgunu emzirirdi.
Kuzgun karartıdan gelen vahşi hayvanların sütüyle büyüyordu. Kuzgunun saçları ve kaşları gece gibi, dudakları kıpkırmızı köz gibiydi. Bacakları uzun ve ince, kalçaları yapılı, teni bembeyazdı. Onu gören tek kişi, yaşlı gece bilgesi, kısa sürede gelişen bu beden karşısında bilgeliğini kaybetmekten korkuyordu. Bu nedenle kuzguna en güzel ipekten elbiseler dokudu ama kuzgun bunları reddediyordu. Çocukluğundan beri hiç elbise giymemişti, buna gerek duymuyordu. Bedeni tam olarak olgunlaşıp saçları topuklarına dek uzadıktan sonra saçlarını kesip saç ipliğinden kendisine elbiseler ördü. Bedenine insan yapımı bir şeyin değmesini istemiyordu.
Kuzgun ergenliğe ulaşıp göğüsleri kemale erince mayasına karışan vahşilik galebe geldi. Tüm bedenine yabanıl bir dişilik zerk oldu. Yaşlı gece bilgesi onu görmemek için uzun zamandır gözlerini kapalı tutuyordu, kuzgunla ancak böyle konuşabilirdi. Şimdiyse kuzgunun kokusunu alıyor kendinden geçiyordu, artık gözleri kapalı tutması bir işe yaramıyordu. Bilgeliğini kaybetmemek için kuzgunla konuşmamaya karar verdi ama onun kokusundan aklını bir türlü alamıyordu. Yapması gereken şey bir müddet daha beklemekti. Kuzgunun tam olarak hazır olduğunu anladığı an onu köye götürecekti. Bunları kendi odasında düşünen yaşlı gece bilgesi bunları düşündükçe kendinden geçer gibi oluyordu. Bir müddet sonra kapının ağırdan açıldığını gördü. Onu titreten bir koku odayı doldurmuştu, bu kuzgunun kokusuydu. Gece bilgesi avazı çıktığı kadar bağırdı.
Kuzgun odadan çık!
Ama kuzgun odadan çıkmıyor, yavaşça bilgeye yöneliyordu. Gece bilgesi gözlerini korkuyla açmak zorunda kaldı. Kuzgun saçlarıyla ördüğü elbiseleri çıkarmış, cayır cayır yanan gözlerle gece bilgesine bakıyordu.
O gece, yıllar sonra ilk defa klandan biri bir kadınla beraber olmuştu. O geceden sonra gece bilgesi odadan çıkmadı. Bir köşeye oturuyor, sadece korkup pişmanlık duyuyordu. Yasak bir iş yapmıştı, kuzgunun evdeki miadı dolmadan onunla yatmıştı. Birkaç ay daha beklemesi gerekirdi, gece ona bir işaret gönderecek oda kuzgunu köye götürecekti. Geceden işaret almadan kuzgunla yattığı için başına kim bilir neler gelecekti. Gece bilgesi yedi gün yedi gece, çömeldiği köşede bunları düşündü, saçları beyazladı, gece bilgeliği son buldu.
Geçen günlerin ardından yaşlı adam manasız bir sesle irkildi. Kararan gözlerle hemen odadan çıktı, sesin geldiği yöne hızlı adımlarla ilerledi. Kuzgunun oda kapısını açtı. Aklına yıllar önce gördüğü sahne geldi: Kuzgun sedirin üzerinde, çırılçıplak, ince uzun bacakları her iki yana salınmış, adama aldırmadan doğrulup bacakları arasındaki bebeğin göbek kordonunu kesiyor. Adam kapıyı kapatıp odadan çıktı, kapının önünde bir süre bekledi. Bu yaşlı adamın çocuğuydu, ‘’dişil hastalık’’tan sonra kaybettiği kız çocuğunun yerini alacak bir kız çocuk… Adam ise bunları hiç düşünmüyordu, gece onu cezalandırmayacaktı, artık köye dönebilirlerdi, kuzgunla doyasıya yatabilir, onunla geçirdiği zamanı tüm gün düşünebilirdi. Tek düşüncesi buydu, yıllar sonra büyük bir sevinçle çalkalanmaya başladı, gece sonunda işaretini göndermişti. Sabah olduğunda yapacağı ilk iş köye haber göndermek sonrada klana dönüş için yola çıkmaktı.
Kuzgunun köye döneceği haberi, köylü tarafından, akşam ibadeti sırasında alındı. Bu gece dinine tapınmanın, yılların tüketemediği sabrın bir karşılığıydı. Köylü vaktin gece olmasına aldırmadan hazırlıklara başladı. Köy meydanında atılan her odunla azmanlaşan bir ateş yakıldı. Köylü ateş etrafında toplandı, gece bilginleri yıllar önce kendi aralarında sözleştikleri kuralları okudu, bunlar kuzgunla nasıl yatılacağına dair kurallardı. 317 erkeğin her biri bir günlüğüne kuzgunla olacaktı. İlk olarak gece bilginleri sonra gençliğini onsuz geçiren kocamışlar sonrada gençler…
Bilgeliğini kaybeden yaşlı adam kız çocuğunu kucağına aldı, güneşin doğuşuyla köye doğru ilerlemeye başladı. Klandan hiç kimsenin bilmediği bu yerden ayrılma zamanı gelmişti. Kuzguna baktı, saç ipliğinden elbisesiyle onun üç dört adım önünden yürüyordu, sanki daha önce defalarca klana gidip gelmişti, gece öğretmişti ona tüm bildiklerini, gece büyütmüştü onu, yaşlı adam ise tüm olanlara sadece şahitlik yapmıştı, kuzgunla geçen yıllar boyunca tek görevi bu olmuştu. Kuzgunun türlü hallerini görmüş, çoğu zaman kendinden utanmış sonraları da kuzguna derin bir yakınlık duymuştu. Kuzgunun ve gecenin türlü türlü hallerini gördükçe ‘’gece ne kadar da vahşiymiş’’ diye düşünürdü ‘’Gece neden böyle yapar ki’’ diye uzun süre sayıklardı. Yıllar boyu süren bu sayıklamaların ardından kuzgunun bir gün klana, dişisiz kalan onca erkeğin arasına, döneceğini hatırladı. Vahşi olan ne gece nede kuzgundu.
Yaşlı adam kuzguna dair düşüncelerden kendini bir an alıp önünde yürüyen kadına baktı, ilk defa yürüyenin bir kadın olduğu şuuruyla bakıyordu, kadının yine her tarafından şehvet akıyordu, ama O belki de yaşlılık rehavetiyle cinsi istek duymuyordu. Önünde yürüyen kadına, bu bakışlar, bir süre devam etti. Aklına kadına duyduğu derin yakınlığın anlamı geldi. Bunu daha yeni anlıyordu, bu aşktı. Aslında uzun zamandır ona âşıktı, ama anlamamıştı, bunu anlaması için altı yıl daha yaşlanması gerekiyormuş.
Güneş iyice yükseliyordu, vakit gündüzün vaktiydi. Yaşlı adam kucağındaki kız çocuğuna baktı, kendi çocuğu, bunu ilk defa kabullenmişti, Güneşin sıcaklığından olsa gerek terliyordu. Belki de yorgunluktan, tökezliyordu, Kuzgun önünde nede hızlı yürüyordu. ‘’kuzgun klana dönmeyelim’’ demek istiyordu, demiyordu, ‘’kuzgun geceye teslim olup derin karartının içinde yaşayalım, orası klandan daha sıcaktır’’ demek istiyordu, diyemiyordu. Yaşlı adam belki de klandan korktuğu kadar geceden korkmuyordu.
Yaşlı adam çocuğu taşıyamaz noktaya geldiğinde çocuğu kuzgun kollarına aldı. Klan görünmeye başlamıştı. Yaşlı adam kuzgunun arkasında düşe kalka yürüyüp kadını düşünüyordu. Onunla yatan ilk kişi kendisiydi, şimdiyse onu kendi elleriyle klana teslim edecek kadının her gün biriyle yatışını seyredecekti. Yoksa önünde yürüyen bir kadın değil miydi? Yürüyen yaşlı adamın kadınıydı, kadının kucağındaki ise yine yaşlı adamın çocuğuydu. Yaşlı adam yere düştü, kuzgun ise yürümeye devam etti. Adam yerden kalkmadı, çok uzun bir süre. Kolları, bacakları, özelliklede yüreği akbabaların gagaları arasında semaya yükselmişti.