Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı üzere kaleme aldığım yazı, yersiz
yurtsuz diyarların kapılarını çalacak. Can sıkacak. Can kurtaracak.
Gelelim yazımıza. 20.yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir Fransız filozofu
vardır: Gilles Deleuze. Yersiz yurtsuzluğun, sürekli hareketli halinde olmanın ve
dünya sürgünlüğünün kalbinden yazan Deleuze. Bir zamanlar Nietzsche için
bozkır veya çöllerde oturur; dışarının düşüncelerini ortaya çıkarır demişti.
Nietzsche’deki bozkırın ve çöllerin yabancılığı, yalnızlığı insanların
kalbindeki karşılıksız aşka işaret eder: Ait olmak tutsaklıktır. Bunun için bir
ülkeye, bir düşünceye, bir insana ait olmak en başta insanın kendine
yabancılaşması sorununu doğurur ve Nietzsche kendi ile birlikte, kendisinin
peşinde, kendini kovalayan, kendinden kendine bir yolcudur.
Bundan mütevellit, Nietzsche’ye yakın olan her şey, aslında O’na ırak. Bu
yüzden her zaman kentin yaşamından ırak bir yaşantı elzem. Kent, insana kendi
dairesel zamanını verir; zorla dayatılan zamanlar. Misal, kentin yaşamına
binaların pencerelerinden bakar olmak; hep aynı suratlar, değişmeyen
düşünceler, kahredici düzeyde insan davranışları ve kahredici insan güruhu…
Diğer yandan da bozkırlardaki veya çöldeki güneşlere karşın neden saçmadan,
karanlıktan yana gittiğini düşünür ve karanlığa, güneşin kendisi götürdüğünü
Gönderici: Emrah Şanlı
anlar. Çünkü Nietzsche için alacakaranlık, her zaman gerçeğin ta kendisidir. Bu
yüzden alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin kendisine götürecektir.
İşte buraya, bunlardan ziyade bir şeyler mırıldanmak istemek, başka şeyler
yazmak aslında… Ama sizler hâlâ bu düşüncenin içinde bocalanıp durur ve
bunları yazmışım gibi hissedersiniz. Her şeyin “var olan görünürden” ibaret
olduğunu görürsünüz, umut edersiniz; anlamak, inşa etmek istemezsiniz.
Ah bu ölü kokan düşünceler, yalan olmayan ölüm; zihinden ağıza, ağızdan
fiile yollar her daim doğaya, bozkıra, çöle kaçmak ister…
Bir cevap yazın