Her zamanki yollardan, her zamanki magruslarla görev yaptığım beldede indim. Yıllarca doğunun köylerinde görev yaptıktan sonra tayinim bu şirin, güzel ve zengin kasabaya çıkmıştı. Tezek kokuları yerine baygın ıhlamur kokuları; Minik derelerin kenarında hasbel kader uzayan iki üç kavak ağacı ile soğuk kış günleri çıplak kalan söğüt ağaçları yerine, kızıl çamlar, palamutlar, gürgenlerle dolu orman manzarası.. Güneş yanığı, buğday tenli zayıf çocuklar yerine, gürbüz beyaz ve parlak çocuklar, tezek sobaları yerine kalorifer petekleri; …
Çok şükür çantam koltuğumun altında. Unutmamışım. Dersin başlamasına beş dakika var. Adımlarımı daha seri atıyorum. Daracık ama bakımlı ara sokaklardan ilerliyorum. Sütçü amca ve beygiri ile karşılaşmadım. Demek ki biraz geç kaldım. Reisin kapısındayım. Kıvırcık saçlı kızı ayakkabısının tekini giymeye çalışıyor. Beni görünce: “Günaydın öğretmenim” dedi. Sıradan bir cevapla karşılık verdim. Çantasını kaptığı gibi arkamdan koşturdu. Yanyana gidiyoruz. Göz ucuyla üstünü başını yokladım. Sol elinde çantası, sağ avucunda bir milyonluk kağıt parası vardı. Maaşımn onda biri kadar. Takılmadan edemedim.
“Zenginiz bugün Meryem..”
Nefes nefese cevapladı:
“Öğretmenim okuldan çıkar çıkmaz pazara gideceğim. Bizim pazarımız perşembe günleridir.” Beyaz inci dişlerinin tümünü göstererek kıkır kıkır güldü. Devamla
“Ne komik değil mi öğretmenin Pazar günü olması gereken pazar, perşembe günleri kuruluyor.”
Gülümseyerek “öyle” dedim. Ha bu arada Meryem benim öğrencim, beşinci sınıfta. Ve belediye başkanının kızı.
İki yanımızdan Necip Fazıl’ın deyimi ile kocaman selvi ağaçları akıyor. Güz mevsimin simgesi sararmış yapraklardan bazıları ayağımızın altında tuzbuz oluyor. İğde ağaçlarının kokusu gitmiş, ayva sarısı gül kokuları gelmiş bahçeye. Nar ağaçlarını, solgun yeşili ile zeytin ağaçları takip ediyor. Rengarenk yeşillik…
Ben önde Meryem arkamda çirft kanatlı kapıdan okulun bahçesine süratle girdik. Öğrenciler andımızı okumuş sınıflarına dolmuşlardı.. Sınıfların kapısı açık. Yaramaz çocuklardan biri öğretmenler odasını gözetliyor. Bir sınıf başkanı da sınıfını susturmaya çalışıyor. Okul arı kovanı gibi uğultulu. Dışarıda pastırma yazı. Öğretmenler odasına uğramadan direkt sınıfıma yürüdüm. Meryem avucudaki parayla önümden koşturdu. En öndeki sırasına çantasını koydu. Montunu askılığa asıp diğer çocuklar gibi benim ‘oturun’ komutumu bekledi.
Çantamdan defterlerimi çıkardım. Yoklama defterinin üstüne kalemlerimi itina ile dizdim. Parkemi vestiyere astım.
“Günaydın çocuklar.”
“Günaydın öğretmenim.”
“Oturun bakayım.” Kısacık sıra ve masa hışırtısı ile sınıf tekrar sessizliğe gömüldü. Artık dersimize başlayabiliriz. İlk iki dersimiz Türkçe. Kitaplar çıkarıldı. Çevrilen sayfalar kütüphane havası estirdi. Tilki ile Leylek adlı metni okuyoruz.. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Meryem’in metni takip etme yerine telaşla ceplerini karıştırdığını gördüm.
“Ne o kızım, bir şey mi oldu?”
“Evet öğretmenin paramı kaybettim.” Öğrenciler de bize odaklandılar. Ben;
“Çocuklar biz okumamıza devam edelim, kızım sen de ceplerine çantana iyi bak.” dedim.
Artık kimin ne okuduğuyla değil Meryem’le meşgulum. O’da parasını aramakla. Askılıktan aldığı montun ceplerine, çantasına hatta kitaplarının sayfa aralarına kadar her yeri didik didik aradık. Para yoktu. Hani sınıfa girerken elinde görmesem yolda düşürdüğünü sanacağım.
Öğrencilerin hepsi dersi bırakmış bize bakıyor. Orhan ise metni okuyor. Kimsenin ona aldırdığı yok. O da okumasını bitirince dersimizin konusu Meryem’in kaybolan parası oldu.
Yanakları kan kırmızı tombulca öğrencim Murat, parmağını kaldırdı.
“Öğretmenim zil çaldı. Çıkabilir miyiz?”
“Hayır kimse teneffüse çıkmıyor.”
Okulun koridoru bağırış ve çığlık sesleri ile doldu. Koşuşturmacalar ve kovalamacalar
nöbetçi öğretmenin sesiyle dinmek bilmiyor. Ben ve sınıfım öylece oturmuşuz. Canımın sıkkın olduğunu farkeden öğrencilerim sıralarına dayanmış bana bakıyorlar. Tek tek süzmeye başlıyorum onları. Kime bakıyorsam O da bana bakıyor. İşaret diliyle iletişim kuruyorum. Arkadan ikinci sırada oturan Turan ile gözgöze geldik. Başı hemen önüne eğildi.
İçimden ‘Parayı alanı buldum.’ Geçti.
Turan’ nın ailesi doğudan İzmir’e yeni göçmüştü. Ayaz soğuğundan bronzlaşan teni ve sıskalığıyıla beni çocukluğuma götürüyordu. İlkokulda ki arkadaşlarımı, kuzenlerimi hatırlatıyordu bana. Hafif yollu kıvırcık ve seyrek saçları vardı. Çocuklar hep uzak duruyordu kendisinden. Diline pek sahip olamayan bir kız öğrencim ailesinin Turan ile arkadaş olmaması için kendisini tenbihlediğini söylemişti. Turan, benim doğulu olduğumu öğrenince çok sevinmişti. Kendisini oyunlarına katmayan çocuklara serzenişte bulunurcasına “Öğretmenimiz de doğuludur yaa!..” dediğine şahit olmuştum. Yeni çevresine uyum sağlayabilmesi için rehberlik yapıyor, bazen de sabah kahvaltısı yerine geçen simitimi paylaşıyordum.
Yerimden kalktım. Tek tek bütün öğrencilerin yanından geçiyorum. Turan’nın üstünde önlüğünün yarısına gelen daracık bir montu vardı. Montu o kadar solgundu ki maviliğinden eser kalmamış griye çalıyordu. Bir sürü cebi, düğmesi vardı. Tahminimce birinci sınıftan beri giyiyordu. Turan’nın yanından geçerken cebindeki bir milyoncuğun kulağını farkettim. Emin olmak için birkaç kere daha turladım. Tam belli olmamakla birlikte gördüğüm paraydı sanki…
Tekrar masama kuruldum. Ah yoksulluk, insana herşeyi yaptırısın sen. Şu çocuk acaba ne kadar suçlu? O mu suçlu, ailesi mi? Ailesi mi suçlu bu kasaba mı?. İyi de ben şimdi bu parayı nasıl alayım bu çocuktan.
“Çocuklar” dememle bütün gözler bana çevrildi.. Turan hariç..
“Herkes dışarı çıksın.” diyecektim ki diyemedim. O sırada birinci sınıftan bir çocuk sınıfımızın kapısını sonuna kadar açtı. Kapı duvara çarptı. Ablasına bağırarak;
“Selin abla hani bana gevrek alcaktın?” (Beni görünce de)
“Anaaa öğretmen!” dedi ve dışarı fırladı. Sınıfça gülümsedik. Gülmeyen tek kişi Turan’dı.
Bu parayı bu çocuktan bir şekilde almalıyım. İkinci ders çoktan yarı olmuştu. Aklıma herkesi dışarı çıkarıp çantalarını parkelerini aramak geldi..
“Çocuklar, montunuzu, parkenizi, çantanızı içerde bırakıyor ve bahçeye çıkıyorsunuz.” Sınıf hareketlendi. Herkes gibi Turan da montunu çıkarmış askılığa asmış ve çıkmaya hazırlanıyordu.
Herkes çıktıktan sonra Turan’nın cebindeki parayı alacak Meryem’e verecektim. Birden irkildim. Turan, benim onun cebinden parayı aldığımı anlamayacak mıydı? Parayı aldığını bildiğimi, bilmemeliydi. Yoksa gururu beş paralık olurdu. Bir öğrenci için fena bir duyguydu. Öğretmeninin kendisinin hırsız olduğunu bilmesi çok korkunçtu. Hemen kendime geldim. “Herkes otursun yerine bakayım…”
“Aaaa!.. Sizde bir karar verin öğretmenim! Çıkıyor muyuz, oturuyor muyuz?”
“Susun ve oturun yerlerinize bakayım.”
Homurdanmalar kesildi. Şimdi ne yapacağım? Allah’ım bana bir yol göster. Başım ellerimin arasında. Bu çıkmazdan kurtulmaya çalışıyorum. Bu yaştaki çocuğun hatasını deşifre etmemeliyim. Alışkanlık yapmasının ilk adımı olurdu. Gözüm bisküvi kutularından yaptığımız küplerde. Boş boş bakıyorum. Müthiş bir fikir geldi aklıma.
“Çocuklar beni iyi dinleyin.”
“Dinliyoruz öğretmeniim.”
Pencere kenarına dizdiğimiz küplerden en irisini aldım. Numarasını yapmadan seyircilerini hipnotize etmeye çalışan sihirbazlar gibi kutuyu evirip çevirdim.
“Kimin bu?”
“Mert’in öğretmenim”
“Senin bu küpünü parayı bulmak için kullanacağım. İznin var mı Mert?”
“Tabii ki öğretmenim.”
“İyi O zaman.” Kutunun üstünden beş santim kadar çizik açtım.. Seçim sandığının oy pusulası atma yeri gibi etrafını hafifçe genişlettim. Çocuklara döndürdüm, ve izahatta bulundum;
“Şimdi hepimiz dışarı çıkacağız. Bahçede sıra olacağız. Tek tek sınıfa gireceğiz. Sınıfta kısa bir süre durup tekrar sıramıza döneceğiz. Parayı alan kimse aldığı parayı bu aralıkatn kutuya atacak ve çıkacak. Bu onun için büyük bir fırsat. Yaptığının ne kadar büyük bir ayıp olduğunu bilmeli ve bu hatasını düzeltmeli. Kimse kutunun içine bakmayacak. Hadi bakalım bahçede sıra oluyoruz.”
Sınıfım kısa süre içinde bahçede tek sıra oldu. Gölgeleri kıpırkıpırdı. Uzak villardan kanarya sesleri, gökyüzünde takla atan evcil güvercinlerin kanat seslerine karışıyor. Pazar yerindeki balıkçıların
“Derya kuzusu bunlaaar!” avazları bize ulaşıyor.. Beyaz, kırmızı güller emekli albayın bahçesinden dışarı taşmış. Tam bir İzmir sonbaharı.
Sırası gelen koşturarak sınıfa giriyor kapıyı kapatıyor. Kısa bir süre sonra sınıftan dışarı çıkıyor, eski yerine gelip duruyordu.. On onbeş dakikalık bir zaman dilimini böyle harcadık. Sondaki öğrencim de görevini usulüne uygun yerine getirdi. Ve topluca sınıfa girdik..
İçeri girince adeti veçhile tüm öğrenciler ayağa kalktı. “Oturun” komutumla oturdular. Merakla kutuya yaklaştım. Arka sıradakiler gayri ihtiyari yerlerinden kalkmış ve boyunlarını kutuya doğru uzatmışlar. Ela, mavi, kestane gözler çakmak çakmak yanıp sönüyor. Kutuyu aldım. Sağa sola salladım. İçindekinin sürtünmesini duyabiliyordum. Herkes nefesini tuttu. Onlarda paranın sesini duymak istiyordu. Bir kez daha salladım. Fatma dayanamadı:
“Para içinde mi öğretmenim?”
Bütün sınıf soruyu tekrarladı;
“Kutuda para var mı?”
“İçinde bir şey var ama ne olduğunu bilmiyorum çocuklar.”
Merakına yenik düşen birkaç öğrencim sınıfın kurallarını çiğnedi, Masama kadar geldiler. Kulaklarını kutudan gelen kağıt sesine verdiler. Sonra bütün sınıf başıma üşüştü. Heyecanlı bir o kadar da sabırsızdılar. Makasla kutuyu ikiye ayırdım. Paracığımız yoklama defterinin üstüne düştü. Çocuklar ağızbirliği etmişcesine sınıfı hatta okulu çınlatılar;
“Oleyyyyy”
“Yaşasın öğretmenim”
Ne güzel çözmüştüm problemi. Üçüncü teneffüste bu duygularımla volta atıyorum. Ayaklarıyla kola kutusunu yuvarlayan Turan dalgındı. Montunu yine giymişti. O’na yaklaştım. İnce ve kuru dudakları arasında sararmış dişlerini gösterip gülümsedi.
“Öretmenim ne edersin?”
Allah’ım ne samimi bir ifade.. Tek dostu olarak beni biliyor. El işaretimle yanıma çağırdım.
“Arkadaşlarınla top oynasana niçin bu kutuyla oynuyorsun?” Alışkın şivesiyle;
“Beni oynatmırler öretmenim.”
Sinirlerim tepemde. Ayak darbeleriyle bahçenin dört bir yanını arşınlayan topu kolladım. Yanımdan geçtiği bir sırada usta futbolcular gibi ayağımın altına alıp yakaladım. Amerikan traşlı öğrencim:
“Üf be!.. öğretmeniniz tam futbolcu. Ne güzel istop etti.”
Top oynayanların hepsini etrafıma topladım. Turan’ı aralarına katmamakla hata ettiklerini anlayacakları tarzda anlattım. Bundan böyle O’nu, oyunlarına dahil edeceklerine dair söz aldım. Gözüm Turan’ı aradı. Hemen arkamdaymış. Kahverengi gözleri yağmur yüklü bulutlar gibi boşanmak üzereydi. Öyle de oldu. Elini montunun cebine attı. O da ne!.. Para sandığım şey cebindeydi. Kirli yeşil bir mendildi bu cebindeki. Çıkardı gözlerimin önünde gözlerini sildi. ‘(Bak öretmenim sen bunu kaybolan para sanmıştın. Benim günafıma girdin.) dercesine. Eğer annesi benim Turan’dan şüphelendiğimi bilseydi eminim şöyle derdi:
“Torpağ başına birde muallim olacağsın!”
Bir cevap yazın