Yıl 1978… Yer Taksim Sıraselviler’de bir gece kulübü… İktisat Fakültesi son sınıf öğrencisiyim ve alttan kaç dersim var hatırlamıyorum.
Öğrencisi olduğum İstanbul Üniversitesi’nin o tarihi ana kapısından en son ne zaman girdim, hatta onu da hatırlamıyorum.
İstanbul’un da İstanbul olduğu yıllar…
Mega projeler ve beton yığınlarına “kent” diyen bir iktidar yok henüz ve tarihi dokusu, mimari ve beşeri mirası, kültürü, gelenek ve görenekleri yerli yerinde.
İstanbul deyince de herkesin aklına Beyoğlu gelirdi o zamanlar. Beyoğlu denince de sinemalar… Emek Sineması, Majik Sineması, Saray Sineması, Rüya Sineması, Alkazar Sineması, Elhamra Sineması…
Tarihi dokusuyla, sosyal hareketliliğiyle kültür ve sanatın başkentiydi Beyoğlu.
Zeki Müren’li, Emel Sayın’lı Maksim Gazinosu; operasıyla, balesiyle rafine zevklere özel İstanbul Kültür Sarayı…
Tavukgöğsüyle Saray Muhallebicisi, “Marquise de Sevigne” kalitesindeki çikolata ve şekerlemeleriyle Markiz Pastanesi, profiteroliyle İnci Pastanesi…
Ferhan şensoy’lu, Hadi Çaman’lı Şan Tiyatrosu… Birası, rakısı, leziz mezeleriyle Çiçek Pasajı… Nevizade Sokağı… Galatasaray Lisesi, Saint Benoit Fransız Lisesi…
İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi… İstanbul’un karanlık yüzü Zürafa Sokak… Sent Antuan Kilisesi… Galata Kulesi…
Ve herkesin buluşma noktası: Taksim Atatürk Anıtı…
İstanbul’a gelirken söz vermiştim kendime: Her ne olursa olsun; dürüst, namuslu, ülkesine artı değer katabilen kalifiye bir birey olarak yetişecektim…
“… Paranın izini sürebileceğim bir ipucuna ihtiyacım vardı sadece…”
Gerçi tam öğrenciydim de diyemem. Öğrencilikten başka şeylerle de meşgulüz dönemin politik yönelimleri gereği ve bu meşguliyetlerden okula ayırabildiğimiz zamanlar gitgide azalmaya başlamıştı. Bir zaman sonra da tamamen sıfırlandı. Okul ya bizimdi ya Ülkücülerin.
Ülke olarak da ikiye bölünmüştük: sağ, sol…
Solcu işçiler DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu)’te, sağcı işçiler MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları)’te örgütlüydü ve birbirlerine kıyasıya düşmandılar. Solculara göre sağcı sendikalar, işbirlikçi sarı sendikalardı; sağcılara göreyse solcu sendikalar, vatan millet düşmanı, komünist dinsiz sendikalardı. Bellerde on dörtlüler gördükleri yerde çatışıyorlardı.
Solcu öğretmenler TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği)’de, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR (Ülkücü Öğretmeler Birliği)’de örgütlüydüler ve yine bekleneceği üzere birbirlerine kıyasıya düşmandılar.
Grevler, boykotlar, işgaller… Çatışmalar…
Polisler de ikiye bölünmüştü: Solcu polisler POL-DER (Polis Derneği)’de, sağcı polisler POL-BİR (Polis Birliği Derneği)’de örgütlüydü. Sağcılara solcu polisler, solculara da sağcı polisler operasyon yapıyorlar ve zaman zaman da işkence ediyorlardı gözaltında, büyük bir zevkle.
Bir zaman sonra bu bölünme işini iyice abarttık. Sol örgütler olarak kendi içimizde de bölünmeye başladık. Artık hem sağa hem sola vuruyorduk.
“Bölüne bölüne çoğalacağız!”
“Kahrolsun faşizm, sosyal faşizm!”
Sovyet yanlılarımız: TKP (Türkiye Komünist Partisi), TİP (Türkiye İşçi Partisi), TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi), Emeğin Birliği… Çin yanlılarımız: TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi)… Arnavut yanlılarımız: Halkın Kurtuluşu ve onun silahlı kanadı: THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), Halkın Yolu, Devrimci Halkın Birliği, Devrimci Proletarya, TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu)… Orta yolcularımız: Dev-Yol (Devrimci Yol), Dev-Genç (Devrimci Gençlik)… Ve diğerlerimiz: Kurtuluş, Dev-Sol (Devrimci Sol), Acilciler, Halkın Devrimci Öncüleri, MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği), Vatan Partisi, Eylem Birliği…
Sağcı örgütler bizden daha akıllıydılar: İkiye bölündüler: Ülkücüler: TİT (Türk İntikam Tugayı), ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu), TYK (Türk Yıldırım Komandoları)… Akıncılar (Şeriatçılar): TÜŞKO (Türkiye Şeriatçı Komando Ordusu)… Ve Ülkücü-Akıncı kavgası da başlamamıştı henüz…
“… Kapitalist barbarlığa karşı emeğin özgürlük mücadelesi…”
“… Bu süreçte demokrasi güçleri de işçi sınıfıyla birleşerek, Türkiye’nin aydınlık yarınlarına kavuşması yolunda önemli bir adım atmış oldular…”
Bu mitoz bölünme içerisinde ben, Maocu bir grubun içinde kalmıştım. Ve halk savaşı veriyorduk emperyalizme ve oligarşiye karşı. Alamet-i farikamız sarkık bıyıklarımız ve her daim kirli yeşil parkalarımızdı.
“… Dostlar, aydınlanma, karanlıktan ışığa giden uzun ve meşakkatli bir yoldur…”
“… Eriyen ücretler ve iğneden ipliğe gelen zamlar karşısında geçinemez olduklarını belirten emekçiler, gıda ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadıklarını söylediler…”
“… Bizim hiçbir zaman erişemeyeceğimiz yerlerde alınan kararların sessiz muhatapları olarak…”
Üzerimde Serkan Akkuş adına düzenlenmiş sahte bir kimlik vardı. 77 1 Mayısı’ndan aranıyordum. Ve varoluşsal bir çaba olarak da bol bol kitap okuyordum din ve komünizm üzerine vesaire…
“… Katil, kaderin masum bir elidir…”
“… Sanık Osman Akyol’un kitabın yazarı ve eser sahibi olarak “İlahi Adalet Komünizm” isimli kitabında yazdığı yazılar ile halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçunu işlediği ve fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olduğu sabit görüldüğünden eylemine uyan TCK’nın 216/3. maddesi gereğince suç sebep ve saiklari ve suçun işleniş biçimi nazara alınarak takdiren ve tercihen altı ay hapis cezası ile cezalandırılmasına… Eylem basın ve yayın yoluyla işlendiğinden sanığın cezasında…”
Neyse bir akşam, sosyalizmden arta kalan kaliteli bir zamanımda, kolektif bilinçten sıyrılıp bireyselleşmek ve bir nebze olsun sosyalleşmek amacıyla neon ışıklarının aydınlattığı, gazinolarıyla ünlü Sıraselviler Caddesi’nde yürüyorum. Maksim’i geçince, diğerlerine göre nispeten daha ucuz, Loyka Night Club adında bir gece kulübü var, her akşam striptiz gösterisi var, önünden geçiyorum…
“… Bir zavallı bir enkaz, ruhunu şeytana satmış bir eroinmandır artık o…”
Afişe baktım. “Vesaire” diye bir kız çıkıyor o akşam. Belki her akşam bilemiyorum, “haftanın programı” içerde. İnce bir vücut, o ince vücudun bitiminde inanılmaz irilikte bir popo. Gişeden bilet alıp girdim. Gişedeki kız hepsinden güzel…
Önlerden bir yer bulup oturdum. Sahnede vodvil gösterisi var. Bağıra çağıra komiklik yaptıklarını sanan iki kişi, hiç ilgimi çekmiyor.
“… Spermler, yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Bu zorlu yolculukta 250 milyon spermin ancak bin kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır…”
Üzerimde haki renk bir takım elbise var, Beyoğlu’na çıkarken giydiğim, yetmişler boyunca giydim o takımı. Saçlar, favoriler, gömlek yakaları uzun, dönemin ortak modası gereği. Bıyıklar sarkık, ülkücülerinki hilal. Pantolon: İspanyol paça, belden sıkmalı. Köşeyi sizden önce dönen bol paçaları var. Kemerler kalın toka. Pantolonu dikerken, “Siz aleti ne tarafa yatırıyorsunuz?” diye sorardı terziler. Ayağımızda, her daim sıkan, çivisi batan, sivri burun yumurta topuk ayakkabılar var. Ve kokmuş, haftalık çoraplarımız.
“… Ama entelektüel, kültürel derinliği olmayan bir tür lümpenimsi bir eğilim de var…”
Kadınların da bizden aşağı kalır yanı yoktu.
“… Büyük veri (big data), nesnelerin interneti, öğrenen makineler, 3D üretim teknolojileri, robot teknolojileri, blok zinciri (blockchain), yapay zeka uygulamaları… Endüsrti 4.0…”
Koca popo, belden sıkmalı dar pantolonlar ve apartman topuk ayakkabılar… Tüylü am modası var bir de… İçindekini gösteren ten rengi transparan donlar giyerlerdi kadınlarımız özel gecelere özel…
Çok özeldi yetmişler vesselam…
Tuvalete gitmiştim, döndüğümde Komikler siktirip gitmiş.
“… Serkan gidelim buralardan, kimsenin bizi bulamayacağı yerlere gidelim… İkimiz…”
Striptiz başlamak üzere…
“… Sizler için söyleşiden konferansa, konserden tiyatroya dolu dolu bir kültür sanat programı hazırladık. Nisan ayı kültür sanat ve Ramazan programlarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz… Fatih Belediyesi…”
Vesaire’den önce arkasında çalacak grup sökün etti kulisten. Davulcu, basist, gitarist, saksafoncu…
Vee, Vesaire’nin adı anons edildi. Hareketli bir müzik eşliğinde dans ederek sahneye girdi Vesaire, eğilerek selamladı bizleri. Derin yırtmaçlı, uzun, siyah bir elbise var üzerinde. Baldırları siyah elbisenin altında mermer gibi parlıyor. Yavaştan yükselen müziğin ritmine uyarak ellerini kalçalarını ağır ağır oynatmaya başladı. Onunlaydım. Onunlaydık.
Müzik yavaşladığında kedi yürüyüşüyle sahnenin önündeki sandalyeye doğru yürüdü. Tıpkı bir kedinin yaşam alanını kutsaması gibi her yanına sürtündü sandalyenin. Adeta sevişir gibiydi sandalyeyle. Sonra ani bir hareketle üzerine oturdu sandalyenin. Saksafon sesi arkalardan solo yükselirken ayak ayak üstüne atıp çoraplarını çıkarmaya başladı ağır ağır. Çıkardığı çorabı havada sallayarak seyircilerin üzerine fırlattı. Kapmak isteyen iki kişi birbirini yumrukladı. Küfürleri sağır kulaklarımızda yankılandı. Üzerindeki kıyafetin fermuarını açtıkça ortaya çıkıyordu, bembeyaz teni ve muhteşem duruluktaki güzelliğiyle Vesaire.
“… Görüntü insanı yanıltacak kadar gerçekçiydi… Mekân görüntüsündeki derinlik ve perspektifin kusursuzluğu; mekânda görülen nesnelerin renk, şekil, gölge olarak mükemmelliği; ses, koku ve sertlik hislerinin çok net olması ve görüntünün içinde mantık bütünlüğü bulunması insanları yanıltabilmekteydi…”
Çok geçmeden sutyen ve sahte pırlanta boncuklarla bezenmiş bir donla kalmıştı Vesaire.
“… Türkiye’de dindarlık iddiasındaki ülkeyi yönetenlerin sergiledikleri performans; özellikle yolsuzluk, adalet, temel hak ve özgürlüklere saygı ve geliştirilesi gibi konularda gösterdikleri negatif performans, sadece bu insanların sorgulanmasını değil, aynı zamanda dinin ve dindarlığın da sorgulanmasını beraberinde getiriyor…”
Vesaire dans ederek ilerledi ve sahnenin ortasındaki direği kavradı. Kayılmaktan pırıl pırıldı direk.
Elinde bira şişesiyle bir adam girdi içeri, bulunduğum sırada koltukların çoğu boş olmasına rağmen, doğruca yanıma oturdu. Sokakta yatan adamlara benziyordu. Loş ışıkta garip bir şekilde bana bakıyordu: İlgi ve tiksinme bir aradaydı. Gözleri etinin içinde yitip gitmiş iri kırmızı toplara benziyordu. Kokusu; alkol, yaşlılık, ter ve idrar karışımıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse başta benden para isteyeceğini, bıçak çekeceğini ya da bazen yaptıkları gibi kulübün tuvaletinde para karşılığı birlikte olma teklifinde bulunacağını düşünmüştüm. Ama hiçbiri yaşanmadı. Oturdu sadece.
Pembe spot ışığının altında dört kişilik grubun ritmiyle dans ederek kavradı direği Vesaire. Direği düzmeye başladı. Grup iyice coştu. Sıkı düzüyordu direği Vesaire. Grup coştukça o da coşuyordu.
Pembe ışıklar laciverte döndü birden.
“… Rüyalarımızdan uyandırılmadığımız sürece onların bir hayal olduğunu anlayamayız…”
Kollarıyla direğe kenetlenmiş Vesaire boşalıyormuş gibiydi. Başını geriye attı, ağzı hafiften aralanmıştı. İnleme seslerini duyar gibiydik.
“Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak!”
Sonra doğruldu ve salonun ortasına doğru dans etti tekrar. Sutyenini yırtıp attı ve yanımdaki adam bir sigara yaktı. Ekose çorabıma sakladığım paketi ve ceketimin çakmak cebindeki İbelo çakmağımı çıkarıp bir sigara da ben yaktım. Dumanım dumanına karışırken meçhul adamın sadece boncuklu don kalmıştı üstünde Vesaire’nin. Elleriyle orasını avuçlayıp uzun uzun inledi.
“… Eğer gidersen her şey biter Serkan anlıyor musun, her şey, hem de daha başlamadan!”
Sahnenin ortasında dans etmeyi sürdürdü Vesaire. Grup yumuşak çalıyordu, yorgun gibiydiler. Vesaire, yavaşlayan kalçalarını yavaşça çalkalamaya başladı. Üstündeki dondan sarkan boncuklar sallanıyordu. Sonra grup gitgide coşmaya başladı tekrar. Gösterinin doruğuna varmak üzereydik. Baterist havada taklalar attırdığı çift tokmağıyla davulları çılgınca tokatlıyordu.
“… Buradaki esas kavga iktidarın nimetlerinden daha fazla pay alma kavgası…”
Vesaire çıplak göğüslerini avuçlayıp uzun uzun tarttı, uçlarını yaladı. Dudakları nemli ve aralıktı. Sonra birden dönüp iri kıçını bize sallayarak sürdürdü dansını. Poposunu inanılmaz şekilde hızlı çalkalıyor, düz çapraz her yöne sallıyordu. Boncuklar sıçrayarak yanıp söndüler. Disko topu sahnede bir güneş gibi dönüyor, grup ortalığı kasıp kavuruyordu.
Vesaire bize döndü tekrar.
“… Topu çevirin, pas yapın, pas yapın çocuklar! Paslı oynayın, evet! Hadi hadi! Daha iyi, böyle daha iyi evet…”
Bocukları koparıp fırlattı. Koyu makyajlı gözlerle bize bakıyordu, derinden. Göğsü inip kalkıyordu. Bakıyordum. Bakıyorduk. Bakışıyorduk. Ten rengi donunun altından hafif çıkmış kılları gözüküyordu.
“… Bizim dış dünya olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın sertliği, annemiz, babamız, ailemiz, sahibi olduğumuz mallar, evimiz, işimiz ve şu anda okuduğunuz öykünün satırları hakkında sahip olduğumuz tek bilgi elektrik sinyallerinden ibarettir. Yani biz hiçbir zaman dışarıdaki elmanın gerçek rengini, dışarıdaki tahtanın asıl yapısını, annemizin babamızın, sevdiklerimizin Vesaire’nin gerçek hallerini bilemeyiz…”
“… Kusura bakma, biraz sinirlerim bozuk, sana patladım…”
“… Bir kesim kendini değerli ve güvende hissetmiyordu…”
“… İnsan doğası gereği…”
Osman Akyol
4 Temmuz 2022, İstanbul
Bir cevap yazın