SABAH, saat:08
Öfff! Ne rüyaydı ama!..Sahil cıvıl cıvıl… Şehrin tüm insanları ve hatta neredeyse tüm evcil hayvanları burada… Hepimiz, dip dibe uzanmışız kumların üzerine. İki aylık bebeler, doksanlık ihtiyarlar, kediler, köpekler… Kollarımız, ayaklarımız birbirine değecek nerdeyse. Kimsenin, CORONA virüsten haberi yok. Kimse, “sosyal mesafe” endişesi taşımıyor. Sevgililer el ele… Daracık alanda top oynayanlar, şakalaşanlar, suyun içinde abartılı kahkahalarla deve güreşi yapanlar… Deniz yatakları, kürekli şişme botlar… Yüzme mesafesinin biraz ilerisinde jet skiler, çift motorlu, çok hızlı botlar ve onların arkasına bağlanmış deniz paraşütleri, “banana”lar. Ellerimi kafamın arkasında birleştirip, sırt üstü yattığım yerden denizi seyretmek bile, zevk. Güneş tam tepemde… Şemsiyenin altında, terliyorum. Denize giriyorum, kumlara uzanıyorum, kıyıya yakın sığ sulara yatıyorum; sırt üstü… Şezlongumun yanında, konuk olduğum lüks otelin armasını taşıyan bir sehpa ve sehpanın üzerinde, buz gibi bira… Otelin garsonları ikide bir gelip bir ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Hiçbir ihtiyacım yok. Her şeyim tamam. En güzeli de: Yaşım 72 değil, 32-33 falan.
Yanı başımda beliren şezlongu fark ediyorum; üzerinde, bir dünya güzeli… O da sırt üstü uzanmış benim gibi. Birasını yudumluyor. Birlikteyiz ama neden ve nasıl birlikte olduğumuz konusunda, en ufak bir fikrim yok. Bana karşı çok sevecen ve sahiplenici bir tavrı var. Yattığı yerden doğrularak, birasından son yudumu alıyor ve bana dönerek: “Gitmiyor muyuz hayatım, hadi biranı bitir,” diyor. Ben onun nerden “hayatı” oluyorum, nereye gitmemiz gerekiyor, hiç bilmiyorum ama onunla birlikte olmaktan çok keyif alıyorum; bu kesin…
Yatağın içinde kıvranıp duruyorum. Hayır, bu rüya bitmemeli. Uyanmamalıyım. En azından, o kadının kim olduğunu ve hayatımdaki yerini öğrenmeliyim. Gözlerimi sıkıca kapatıp, yeniden uyumaya çalışıyorum; sanki rüyama geri dönebilirmişim gibi. İyi şeyler düşünüyorum, kendimi deniz kenarında hayal ediyorum, çit üzerinden atlayan koyunları sayıyorum… Bütün çabalarım boş… Sonunda, “yaşam,” uykuyu yeniyor ve ben uyanmayı tercih etmek zorunda kalıyorum.
**********
Terlemişim. İlk önce, içine yarım limon sıkılmış bir bardak su… Virüse yakalanırsak, C vitamini önemli… Peşinden ılık bir duş… Çay suyunu koyduktan sonra, televizyonda sabah haberlerinin açılması, kahvaltı sofrasının hazırlanması, arada yatağın toplanması ve saat dokuz buçuk gibi kahvaltı… Hâlâ rüyanın etkisindeyim. Televizyona öylece bakıyorum, hiçbir şey anlamadan. Karım ölünce, yetmiş iki yıllık yaşamımın son on yılını yalnız geçirdim. Çocuklar çok ısrar etti, “bizim yanımıza taşın” diye… Gitmedim yanlarına… Annelerinin ölümünden sonra, onlara yük olmak istemedim. Kurulu düzenlerini bozmadım. İlk başta onlara: “Beni bırakın… Kendi başıma yaşamayı bir öğreneyim, daha sonra yanınıza gelirim,” dedim. 10 yıldır gül gibi geçinip gidiyorum, kendimle…
(İnanmayın! Bu var ya bu, huysuzluğunun cezasını çekti hep! O kadına gün yüzü göstermedi! Genç yaşta öldü gitti zavallı! Çocukları da bunu yanlarına almak için ayılıp bayılmadılar. Şöyle ağızlarının kenarı ile bir teklif yaptılar sadece. Allah’ı var, iyi çocuktur ikisi de. Geçimsiz olan bu… Biliyorlar ki yanlarına giderse huzurlarını kaçıracak. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben onun kendisiyim… Ben onun beyninin içindeyim.)
SABAH, saat: 10
Kahvaltı masasını toplayıp, bulaşıkları makinaya yerleştirdikten sonra, bilgisayarın başına geçiyorum. Önce, sosyal medya arkadaşlarımla karşılıklı “günaydın” mesajları, diğer paylaşımlar… Günlük gazetelerin ve haber sitelerinin, internet ortamında okunması… Bu iş için iki saat yeterli. On ikiye kadar buradayım. Eskiden, günlük programım daha farklıydı. Örneğin; sabahları ilk işim, sahile inip bir saat yürüyüş yapmaktı. COVİT 19 (CORONA) virüsü nedeniyle, 65 yaş üzerine sokağa çıkma yasağı gelince, zorunlu olarak eve kapandık. Şikâyetçi değilim. Eskiden de fazla dışarı çıkmazdım. Kahve hayatım yoktu zaten. Meyhaneye gitmem; içersem, evde, kendi kendime… Bu anlattıklarım, emekli olduktan sonraki yaşamımla ilgili… Çalışırken daha farklıydı tabi ki. Polislik stresli meslek… Amirlerin çok, devamlı disiplin altındasın; askerlik gibi… Nöbeti var, suçlu peşinde koşması var… Var oğlu var… Çalışırken de pek gece hayatım olmadı aslında. Arada bir, akşamları kahveye takılıyorduk veya arkadaşlarla buluşup iki tek atıyorduk meyhanede. Rahmetlinin sağlığında, pek evde durmazdık. Hafta sonları, mutlaka pikniğe giderdik çocuklarla birlikte, nöbetim yoksa tabi. Daha sonra çocuklar büyüdü, iş-güç sahibi oldular, evlendiler… Emekli olunca, rahmetliyle buraya yerleşmeye karar verdik. Benim emekli ikramiyesine biraz çocuklar katkı yaptı, biraz da kredi çektik, bu evi aldık. Yirmi yıldır bu evdeyim.
(Breh breh breh!.. Duyan da Özel Harekât Polisi falan sanacak. Bildiğin Trafik Polisiydi bu. Kovaladığı en azılı suçlu: Babasının arabasını kaçırdığı için paniğe kapılan, 16-17 yaşındaki ehliyetsiz çocuklar. O da, saysan, en fazla üç beş olay… Mesleğin son yıllarında, Trafik Şubede evrak kayıt memuruydu zaten. Arada bir kahveye, meyhaneye gidermiş… Ayyaştı bu ayyaş!.. Geceleri eve gelmezdi. O zavallı kadın, gece yarılarına kadar beklerdi bunu bir zamanlar. Neyse ki çocuklar büyüdükçe uslandı biraz.)
ÖĞLE, saat: 12
Artık, kendime bir kahve yapabilirim. Şöyle, bol köpüklü, orta şekerli… Dışarıda güneş var. Hava pırıl pırıl… Balkona çıkmalı… Denize karşı… Sağlığında, onunla birlikte içerdik öğle kahvelerimizi; tam bu saatte. Hava biraz serin bile olsa, balkona çıkmak isterdi. İyi ki almışız bu evi. O zamanlar çok para verdik ama değdi doğrusu. Deniz manzaralı, sahile fazla uzak değil. Çocuklar çok ısrar etti, “hem yazlık hem kışlık olarak kullanırsınız, yaşlılığınızda rahat edersiniz, kaçırmayalım burayı,” dediler. Ben zaten deniz aşığı biri olarak, dünden razıydım ama fiyatı korkutuyordu. Sonunda, çocuklar, ikisi de para kattı, “ödeyemezsen, biz destek oluruz,” diye kredi de çektirdiler bana ve evi aldık. Dedim ya iyi ki almışız… Bu ev sayesinde, her yaz, çocuklarımızla ve torunlarımızla hasret giderdik. Oğlum ve kızım, tatillerini aynı zamana denk getiriyor ve burada buluşuyorduk her yıl. Ev geniş… Hepimize yetiyor. Bu, anneleri ölene kadar devam etti. Sonraları, kızım, kocasının işi nedeniyle yurt dışına gitti. Şimdi, oğlum bu şehirde… Gelinimle birlikte, tayinlerini buraya aldırdılar. İkisi de bu şehirde çalışıyor. Bana yakın bir yerden ev tuttular. Sık sık görüşüyoruz. Daha doğrusu, önceden görüşüyorduk. COVİT 19 salgını sonrası işler değişti. Üç haftadır, artık yüz yüze görüşemiyoruz. Ancak görüntülü telefonla… İhtiyaçlarımı, telefonla oğluma söylüyorum; bazen kendisi, bazen de lise son sınıf öğrencisi büyük torunum getiriyor. Dış kapıyı açtığımda, eşyaları bana verirken maskeleri takılı oluyor; yüzlerini bile göremiyorum. Ne yapalım, sağlık kuruluşlarının aldığı kararlara uymak zorundayız. Bu virüsün hiç affı yok, özellikle yaşlı ve bünyesi zayıf kişileri öldürüyor. Dikkat etmek lazım…
Birkaç pişirimlik kahvem kalmış. Bir şey daha isteyecektim ben? Neydi?..Ha… Diş macunu… Diş minesindeki çatlakları onaran cinsinden… Torunu aramalı. Bunları da eklesin sipariş listesine. Gelince, arabanın anahtarını da vermeli ona. Araba evin önünde… Üç haftadır kullanmadık. Oğlum, yarın işe benim arabayla gitsin, aküsü şarj olsun yeniden…
(Yine işkembeden salladı!Aslında, evi o da almak istemiş de, yok, dünden razıymış ama fiyatından korkmuş da, falan!.. Yalan söylüyor!.. Önceki yaşadığı çevreyi terk etmeye korktu. Meyhane arkadaşlarından ayrılmak istemedi. Çocuklara kök söktürdü. Bunu razı edelim diye ne çok uğraştılar? Hakkını yemeyelim, çocukları ve torunlarını çok sever. Evi aldığı için memnun olduğu da doğrudur. Çocuklar hâlâ yaz tatillerini denk getirip burada buluşurlar bir-iki hafta… Onları çok sevdiği halde, arada bir laf sokuşturur. Huysuzluk, ruhunda var bunun.)
ÖĞLEDEN SONRA, saat: 02
Şimdi, spor zamanı… Evin içinde, kendime bir parkur belirledim. Bilgisayar odası ve karanlık oda hariç, evin bütün odalarını ve ara salonu dolaşıyorum. Karantinanın ilk günlerinde, yirmi dakika yürüyordum, gittikçe arttırdım; 3 haftanın sonunda, bu süre 40-45 dakikayı buldu… Yürümeyi severim. Yasak olmadığı zamanlarda da, arabamı şehir içinde neredeyse hiç kullanmam, dolmuşa da çok az binerim. Rahmetli de sağlığında yürümeyi severdi benim gibi. Şehrin sokaklarında olsun, sahilde olsun, birlikte yürürdük bol bol.
Bu parkur, kendiliğinden oluştu. İlk zamanlar, rastgele yürüdüm odalar arasında. Sonra, devamlı aynı güzergâhı kullandım. Zamanla yürüdüğüm mesafeyi bile ölçmeye başladım: Toplam 66 adım… Karşılıklı iki büyük oda, ara salon, yatak odası… Büyük odalar, on dörder adım…(Toplam 28…)Ara salon, on dört adım…(Gidiş-dönüş 28…)Yatak odası, 10 adım… Hiç şaşmıyor… Defalarca saydım, hep 66 adım…
Yürümek, bizim yaştakiler için en yararlı spor. Doktorlar öyle söylüyor. Bir faydası daha var: Bol bol düşünüyorsunuz. Beyin, başka şeyle ilgilenmediği için sadece düşünmeye odaklanıyor. Tabi, bu karantina ortamında, düşünecek fazla güncel konu yok. O nedenle, geçmişe dalıyorum sık sık. Evliliğim, çocuklar; onların okul hayatı, oğlanın askerliği, iş hayatına atılmaları, düğünleri, ilk torunumuzun doğuşu ve karımın ölümü… Ne çok şey paylaştık rahmetliyle? Birlikte, ne zorluklara göğüs gerdik? Benim maaşımdan başka gelirimiz yoktu. Bir de trafik kontrollerinde, şoförlerden gelen “çorba paraları”. Bu paraları almayı hiç içime sindiremedim. Almak zorundaydım… Sistemin dışına çıkamazdım ama hep korktum. Bu paraların haram para olduğunu düşündüm hep ve benden bir şekilde çıkacağını… Karım, akciğer kanserine yenildi. Doktorlar, sigaradan olduğunu söylediler. Çok sigara içerdi rahmetli. Bıraktıramadım bir türlü. 10 yıldır düşünürüm: Bu hastalıkta benim payım var mı? Ona yaşattığım zor hayat mı sebep oldu hastalığına? Yoksa “çorba paralarının” bana cezası mı idi bu ölüm? Sonunda şöyle teselli ederim kendimi: Allah, senin suçunun cezasını niye başkasına çektirsin ki? Evet, sen yalnız kaldın. 10 yıldır çekiyorsun… Senin cezan, bu…
Spordan sonra 5-10 dakika dinlenme, ara öğün niyetine bir poğaça veya nokul, bir elma ve daha sonra 1 saatten fazla sürecek olan öğle uykusu… Buna iyice alıştım. Her gün öğleden sonra, yaklaşık bir saat… Buna güzellik uykusu da diyorlar galiba ama bizimkisi güzellik uykusu değil tabi. Olsa olsa yaşlılık uykusu…
(Gördünüz işte!.. Nasıl da itiraf etti ona zor hayat yaşattığını?.. Doktorlar sigaradan öldü demiş… Peki, niye o kadar çok içiyordu sigarayı? Zoru neydi?.. Çok uğraşmışta, bıraktıramamışta… Başının etini yiyordu, “bir de senin sigarana mı para yetiştireceğim?” diye! 10 yıldır ceza çektiği doğru. Rahmetlinin ölümünden sonra çok zorlandı. İlk zamanlar kafayı yiyecekti. Psikoloğa falan gitti. Rahatsızlığını çocuklara belli etmemek için çok uğraştı. “Kişilik bozukluğu-Çifte kişilik” falan dedi doktorlar. Gizli gizli bayağı tedavi gördü.)
AKŞAMA DOĞRU, saat: 04
Henüz uyku mahmurluğunu üzerimden atmadan, torunum siparişlerimi getirdi. Dış kapıdan, içeri girmeden uzatıyor bana aldığı malzemeleri. Şöyle bir bakıyorum poşetlere dışından; yağ, pirinç, peynir, bir koli soda, maydanoz, dereotu… Her şey tamam gibi görünüyor. Günlerden Cuma… Hafta sonu sokağa çıkma yasağı olduğu için, her yer kapalı olacak; o yüzden, eksiğim kalmaması lazım. Kahve alıp almadığını soruyorum, almış. Ödemede sorun yok. Oğluma, ek banka kartı çıkarmıştım. O kartla, benim adıma ödeme yapıyorlar.
Poşetleri balkona koyduktan sonra ellerimi sabunluyorum, tam yirmi saniye. Poşetler, en az iki saat orada kalacaklar; daha sonra içindeki malzemeleri dikkatli bir şekilde çıkarıp yerlerine yerleştireceğim. Boş poşetleri, dış kısımlarına değmemeye çalışarak çöpe atacağım. (Balkonda biriken çöpleri, toruna veririm artık; giderken atması için.)Daha sonra tekrar ellerin yıkanması… Bu şekilde virüsten uzak durmaya çalışıyoruz. Uzmanlar öyle istiyor.
Arabanın anahtarını vermeyi unutmuşum. Neyse, bir dahaki sefere… Poşetleri alırken, toruna takılayım dedim: “Ne lan kulağındaki o küpe? Kız mısın sen? Şu saçları da kestir, hiç yakışmıyor!” dedim. Biraz sertçe mi söyledim?.. Torun, alındı mı acaba? Gerçi, verdiği yanıt pek alınmış gibi değildi. Gülerek: “Sakin ol dede, şimdi herkes küpe takıyor; hem, bilmiyor musun berberler kapalı, eve berber getirmek bile yasak. Nasıl tıraş olacağız?” dedi. Torunum bana kızmaz ama yine de onu arayıp ”yakışıklı torunum, adamların hası, nasılsın?” falan deyip gönlünü almalı. O benim ilk torunum. En kıymetlim… Kendisine, “adamların hası!” diye seslenmemi sever, bilirim.
Akşam yemeği hazırlıklarına başlamalı yavaş yavaş. Dünden kalan pilavım ve biraz çorbam var. Dolaptaki hazır köftelerden biraz çıkarıp kızartırım. Yanına da üç-beş parça patlıcan, biber falan attım mı tavaya, işlem tamam… İçecek olarak da sodalı ayran yaparım. Ben ki, yumurta kırmayı bilmezdim. Bir salataya limon sıkmışlığım yoktur rahmetlinin sağlığında. Beni bu işlere hiç karıştırmazdı. İlk zamanlar bu konuda da zorlandım ama sonunda başardım. Şimdi, her türlü basit ev yemeğini yapabiliyorum, aç kalmayacak kadar.
Akşam yemeği işini kafamda hallettikten sonra, torunumun getirdiği eşyaların balkonda kalma süresi dolana kadar, televizyonu açıyorum. Bu saatte ancak belgesel izlenir. Sırtlanlar bir antilobu yere indirmiş, canlı canlı yiyorlar; arkasından başlayıp… Hemen kanal değiştiriyorum. İki kafadar, minibüsle dolaşarak, eski eser topluyorlar. Pazarlık ederek bunları satın alıyor, daha sonra dükkânlarında koleksiyonculara satıyorlar. Eskiden kalma mobilyalar, oyuncaklar, dükkân tabelaları, bisikletler, kir-pas içinde motor yağı kutuları… Aklınıza ne gelirse… Amerikalıların manyakça koleksiyon meraklarına şaşırarak bu kanalı da geçelim. Başka bir kanalda, Amerika’da, evde fazla gelen eşyaların saklandığı depolar… Kirasını zamanında ödemeyenlerin deposu açılıyor ve içindeki eşyalar satışa çıkıyor. İlginç olan şu: Açık artırmaya katılacak olanlar, deponun içine giremiyor. Sadece dışarıdan gördüğüne göre fiyat yükseltebiliyor. Sonuçta, artırmayı kazanan, zarar da edebiliyor; deponun görünmeyen yerlerinden çıkan, değerli eşyalardan servet de kazanabiliyor. Aslında bu belgesel, Amerikalıların ruh yapılarını çok güzel anlatıyor. Demek ki bunların genlerinde var: Riske girmek ve kumar… O depodaki eşyaları açıkça ortaya serip gerçek değerine satmıyor da kumar oynuyor. Bu özellik, Amerika devleti için bile geçerli. Kurulduğu günden beri izlediği dış politikalar hep kumardır. İkinci Dünya Savaşını inceleyin, Rusya ve Çin’le olan ilişkilerini inceleyin, Kore’yi inceleyin, Vietnam’ı inceleyin, genel Ortadoğu politikasını inceleyin, Irak, Suriye… Amerika kıtasındaki devletleri saymıyorum bile… Bazen kazanır, bazen kaybeder ama o kumarı hep oynar. Nasıl ki, kumarda parası çok olan avantajlıdır; daha çok riske girer, kazanma olasılığı daha fazladır; Amerika’nın eskiden beri yaptığı budur. Gücüne güvenip, en uzak ülkelere bile müdahale eder. Ben bu belgeseli izlerken, hep Amerika’nın bu vahşi kumarbaz yapısını düşünürüm.
Balkondaki eşyaları içeri alıp, -hijyen kurallarına uyarak- yerlerine yerleştirdim. Şimdi, akşam yemeği zamanı… Çorba ve pilav, dolaptan çıkarılıp ocağa koyulacak. Köfte ve sebzeler kızartılırken, bir yandan da sodalı ayran çalkanacak ve yemek masası hazırlanacak… Yiyecek ve içecekler tamam… Artık, yemeğe oturabilirim; televizyonda akşam 7 haberlerini izleyerek…
(Sana ne!.. Ne karışıyorsun!.. Yok, niye küpe takıyormuş, niye saç uzatıyormuş?.. Sen onların dedesisin, babası değilsin! Bırak, terbiyesini anne-babaları versin! Sen onlarla arkadaş olmaya çalış! Bu, onu da beceremez ya… Onları çok sever ama bazen, bu gün yaptığı gibi azarlamaktan da geri durmaz. Huysuz n’olacak!.. Ters ters konuşur, sonra kendini affettirmeye çalışır. Sonunda bunu başarır ama hakkını yemeyelim. Çocukları olsun, torunları olsun, severler onu ve bu tür ufak tefek huysuzluklarını görmezden gelirler.)
AKŞAM, saat: 07
Televizyonda Sağlık Bakanı… Tek konu: COVİT 19… Günün rakamlarını veriyor. Hasta sayısı, iyileşenler, yoğun bakımda yatanlar, ölenler… Bu günkü vakalar ve salgın başlangıcından bu güne, toplam rakamlar… Bütün haber programlarında bu konu… Ortadoğu batağındaki çırpınışlarımız, Ege’de adalarımızı Yunanlıların işgali, Suriye’deki gelişmeler, şehit haberleri… Hepsi gündemden düştü. Varsa yoksa bu hastalık ve hastalığın ülke ekonomisine etkileri… Uzmanların açıklamaları ve tavsiyeleri… Ekonomistlerle, sağlıkçılarla ve hastalığı yenenlerle yapılan röportajlar… Sokağa çıkma yasağına uymayanlar… Taksiciler, dolmuşçular, lokantacılar, berberler, kahvehane işletenler ve daha birçok, işsiz kalan meslek gurupları; evine ekmek götürmekte zorlananlar… İş Bulma Kurumu önünde, çaresiz ve bezgin bir şekilde bekleşenler… Fırsattan istifade, işçi çıkaran işverenler, devletin açıkladığı ekonomi paketinden memnun olmayan kitleler… Sendika ve sivil toplum örgütlerinin ümitsiz çırpınışları… En çok desteklenmesi gerektiği halde, hiç sesi çıkmayan ve hiç sahip çıkılmayan, çiftçiler…
Bu arada yeni yeni kelimeler öğreniyoruz: Örneğin, entübe: Solunum cihazına bağlı hasta demekmiş. Pnömoni: Zatürre… İmmün: Bağışıklık… Pandemi ise salgın anlamına geliyormuş. Bunları öğrenmemiz bayağı zaman aldı. Uzmanlar ısrarla, üzerine basa basa, Türkçesini kullanmaya hiç gerek görmeden, adeta kulağımıza burguyla sokuyorlar bu kelimeleri.
İlk günler, büyülenmiş gibi izliyorduk haberleri. Gözümüz, kulağımız ekranda… İlk hastalanan… İlk ölen… Sonra 1, 3, 5, derken onlarla, derken yüzlerle ifade edilen ölü sayıları… Aradan bir ay geçip de, toplam ölü sayısı iki binin üzerine çıkınca; biraz kanıksamaya başladık galiba. Şimdi artık, haberleri bırakıp ev içinde başka işlerle de ilgileniyoruz gerektiğinde.
Haberler bitmeden, ben, yemek sonrası sofrayı toplarken çocuklar aradı, görüntülü telefonla. Bu şehirdeki oğlum, gelinim; İtalya’da yaşayan kızım, damadım ve torunlarımın hepsi… Telekonferans sistemiyle görüştük. Herkes iyiymiş. Tabi en çok kızımın ailesini ve onların durumunu merak ediyoruz. Oğlumla ve buradaki torunlarla, dış kapı aralığından da olsa görüşüyoruz ama kızımı, damadımı ve oradaki torunlarımı altı aydır görmedim. Bu hastalık iyice sonlanana kadar da göremeyeceğimiz kesin. Ayrıca, İtalya, Avrupa kıtasında hastalığın en yoğun yaşandığı ülke… Corona virüs nedeniyle ölen kişi sayısı yirmi binin üzerinde. Orayla ilgili korkunç haberler geliyor: İmdat telefonlarına bir türlü yanıt alamayan, ağlaya ağlaya gazetelere, televizyonlara yardım çağrısı yapan hastalar… Hastanelerde, doktorların çok ağır hastaları ölüme terk edip, kurtulma ümidi yüksek hastalara yönelmeleri… Yaşlı bakım evlerinde, görevlilerin kaçması sonucu, bakılamayan insanların toplu ölümleri… Sadece İtalya değil, Avrupa’nın diğer ülkeleri de kırılıyor. Özellikle Fransa, İspanya, İngiltere, Almanya… Salgın Çin’de başladı ama şu anda Amerika çok daha zor durumda. Dünyanın tamamında ölü sayısı yüz elli binin üzerinde.
Görüntülü görüşmede, bu haberlerden pek bahsetmiyoruz tabi ki. Birbirimize moral veriyoruz ve ısrarla dikkatli olma konusunda uyarıyoruz. En çok da torunların oyunlarını ve müzik yayınlarını izliyoruz. Örneğin bu akşam telekonferans yöntemiyle bir konser dinledik. Bağlama, gitar ve org çalan torunlarıma, en küçük torunum da o paytak sesiyle şarkı söyleyerek eşlik etti ve biz çok güldük.
Yine aynı şey oldu. Telefonu kapattıktan sonra, bir süre kendime gelemedim. Yalnızlık bu zamanlarda koyuyor en çok. On yıl geçti… Alıştım artık… Çocuklarım sağ olsunlar, yalnız hissetmemem için ellerinden geleni yaptılar; hâlâ da yapıyorlar ama karantina günlerindeki bu telefon görüşmeleri sonunda… Sanki herkes uzaklara gitmiş de, beni bu dünyada tek başıma bırakmışlar gibi… Öylece kalıyorum beş-on dakika. Kendi kendimle yeniden görüşebilmem bayağı zaman alıyor.
Biraz daha iyiyim… Sofrayı topluyorum, bulaşıkları makinaya yerleştirip çöpleri balkona koyuyorum ve televizyonun karşısına geçiyorum. Bir-iki haber kanalı… Hepsinde CORONA… Nasıl bulaşır? Nasıl korunuruz? Ne zaman “pik” yapar? Ne zaman düşüşe geçer? Ekonomiye etkileri ne olur? Turizm sektörü… Tarım sektörü… İşsizlik… Hep aynı konuşmalar. Herkes kendi görüşüne göre bir şeyler söylüyor. Usandık artık… Geçelim bu kanalları… Seyredilebilecek, güzel bir film yok… Bir kanalda güldürü programı, başka bir kanalda yarışma programı… Bu iki kanal arasında gezinerek, geceyi tamamlayacağız anlaşılan.
(Bu, çalışırken de böyleydi. Üstüne vazife olmayan ne kadar iş varsa, bulaşırdı. Dış göreve çıktığı ilk zamanlar, “çorba parası” toplanmasına karşı çıktı. “Ne alırım, ne aldırırım!” diye diklendi. Ekip arkadaşları tarafından, zorla ve sürgün uyarısıyla ikna edildi. Vali’nin oğluna trafik cezası yazmıştı. Çocuk, ısrarla kendini tanıttığı halde, o cezayı yazdı. Açığa alacaklardı az kalsın. Sendikalara, derneklere üye oldu. Yani, öyle, yasadışı örgütlere falan katılmadı ama siyasetle ilgilendi hep. Emekli olduktan sonraki ilk etkinliği, bir siyasi partiye üye olmaktı. Hâlâ da öyle… Siyasetten uzak durmuyor. Yok, Ege adalarıymış, yok, Ortadoğu batağıymış, Suriye meselesiymiş, turizm sektörü, tarım sektörü, işsizler, çiftçiler… Niye karışıyorsun? Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Senin bir sorunun var mı? Yok… Tek derdin, ailenle yüz yüze görüşememek. Öyleyse?..Bırak başkaları ne yaparsa yapsın!)
GECEYARISI, saat:12
Yavaş yavaş, yatağın yolunu tutmalı. Günü tamamladık, tıpkı daha önceki her günün sonunda olduğu gibi. Şimdi, uyku zamanı… Sabaha, dinlenmiş bir beden ve ruhla kalkabilmek için, tüm yorgunlukların, gecenin çöp kutusuna bırakılma zamanı… Yatakta 1-1,5 saat kitap okuma ve sonrası uykunun yumuşak, sevecen kollarına teslim oluş… Yaşamın tüm zorluklarından, sıkıntılarından, “yarı ölüm”e sığınma zamanı…
Kendime ve herkese, iyi geceler…
(Buna bir haller oldu yine son zamanlarda. Kendi kendine konuşmaya falan başladı. Psikolojisi pekiyi değil bu aralar. Eskiden gittiği o psikoloğa yeniden uğraması gerek. Şimdi siz: “Sana ne oluyor, seni ne ilgilendirir?” diyebilirsiniz. Beni tabi ki ilgilendirir! En başta söylediğim gibi, “ben onun kendisiyim, ben onun beyninin içindeyim!”)
Bir cevap yazın