“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
Kahvede, okeye dördüncü bulamayınca, “hadi gidip rakı içelim bari” dedik ve meyhanenin yolunu tuttuk. Böyle başladı her şey… Sait, Şevki ve ben… Üç sıkı arkadaş… Sait, esnaf, halı mağazası sahibi… Şevki, hastanede sağlık memuru… Ben, oto yedek parçası üreten bir fabrikada işçi, ustabaşı… Akşamları, mesaiden sonra, aynı kahvehanede buluşuyoruz. Genellikle okey oynuyoruz, bazen de bu gece olduğu gibi yaramazlık yapıyoruz…
Önce, bir büyük rakı ve mezelerimizi söyledik. Mezelerimiz henüz gelmişti ki, Sait bir fikir attı ortaya: “Burada fazla içmeyelim. Vilayete gidelim. Güneş Pavyona yeni solistler gelmiş. Birer ikişer bira da orada içeriz. Hem müzik dinleriz, hem de bir değişiklik olur. Masaya konsomatris almayız, böylece hesap yüklü gelmez. Buraya ödeyeceğimiz hesabın bir kısmını da oraya ödemiş oluruz.” dedi. Müzik dinleme kısmı hariç, öneri mantıklıydı. Sonuçta, ödeyeceğimiz para pek fazla fark etmezdi. Birazını buraya, birazını oraya… Müzik dinleme bahanesi biraz sakattı sadece. Pavyonda her şey olurdu ama “müzik” dinlenemezdi. Sadece, kulakları sağır eden, vahşi bir gürültü!..“Benim arabayla gideriz,” dedi Şevki… Arabayı yeni almıştı ve kullanmak için bahane bulmanın sevinciyle balıklama atladı öneriye… Ben sesimi çıkartamadım. İkisi kabul ettiğine göre, karar verilmiş demekti.
Derhal garsonu çağırdık, büyük rakı siparişini iptal ettik, küçük rakıya çevirdik, mezelerin bir kısmını geri gönderdik; gecemizin bundan sonrasını, yeni plana göre oluşturmaya başladık.
“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
İçeri girer girmez sizi karşılayan, düşünme gücünüze ilk darbeyi indiren, yüksek sesli “müzik”… Kısacık etekli, kolsuz, göğüs ve sırt dekolteli elbiseler giyinmiş, genellikle uzun sarı saçlı, ful makyaj, sadece göze hitabeden, ses fakiri “solist”ler… Mor ve pembe ışıkların hâkim olduğu, loş ortam… Tavanda dönerek, sahnede renk renk ışık gösterileri yapan, spot lambaları… Sizi, abartılı bir şekilde karşılayarak, dünyanın en zengini, en itibarlısı olduğunuz duygusunu tattıran, garsonlar…
Bu psikolojiyle, önce; “birkaç biradan fazla içilmeyecek!” kararını gevşetme… Sonra; başlarda titizlikle uygulanan, “masaya konsomatris kabul edilmemesi” prensibinin, alkol duvarı aşılınca askıya alınması… Sonuçta; “birer ‘bol’ ısmarlasanız yeter” deyip bizi kandıran, masamıza kurulan üç adet “bayan”… Ve bu saatten sonra içilen, sınırsız içki… Havalandırma sistemlerinin başa çıkamadığı, kesif sigara dumanı… Bir ara; yanımdaki kadının, sahnedeki solisti işaret ederek: “Ne kadar dokunaklı söylüyor. Efkârlandım vallaha. Hadi bir içki daha söyle bana,” demesi… Benim, işyeri sendika temsilcisi bir ustabaşı olduğum aklıma gelerek: “Bak! Ben maaşla çalışan bir işçiyim! Sen de öylesin! Niye zorluyorsun ki? Sen burada içtikçe patronun kazanacak!” demem… Bunun üzerine; kadının önce duraksaması, sonra bana sarılarak, üç defa üst üste beni öpmesi… Arkadaşlarımın şaşkın bakışları… Benim hiçbir şey hissetmemem…
Yanımızdaki masada oturanlardan birinin, tanıdık çıkması… İlçeden arkadaşımız olan ve üçümüzün de tanıdığı Kenan’la, o gürültülü ortamda, kulaktan kulağa yapılan, kısa hal hatır sorma… Gecenin sonlarına doğru, Kenan’ın masasından bize bir büyük şişe rakı ikramı… Bizim de bu ikrama karşılık olarak o masaya gönderdiğimiz alevli meyve tabağı… Masadan masaya, karşılıklı kadeh kaldırmalar…
…Ve pavyonun kapanma saati geldiğinde, gecenin bilançosu… Ödenen hesap… Ödenen hesap… Ödenen hesap… Üçe bölündüğünde bile gözleri açık bırakan hesap… O anın büyüsüyle, bizim hiç umursamadığımız ama ömür boyu, anımsadıkça içimizi acıtacak hesap…
“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
Dışarı çıktığımızda, serin hava bizi biraz kendimize getirdi. En azından ben, şimdiden derin bir pişmanlık çukuruna düşmüştüm bile… İçeride ödediğimiz hesap her aklıma geldiğinde, biraz daha ayılıyordum. Gerçi, üçümüz de “dar gelirli” sınıfına girmiyorduk. Şevki ile benim, eşlerimiz çalışıyordu, ikişer maaşla gül gibi geçiniyorduk. Sait, zaten işadamı sayılırdı. Ödediğimiz hesap bizi zor duruma düşürmezdi ama yine de büyük paraydı. O parayla neler yapılmazdı ki? Niye bu parayı harcamıştık, niye irademize sahip olamamıştık? Çok sinirlenmiştim kendime… Arabamızın yanına gittiğimizde, kesin kararımı vermiştim!.. Bir daha beni kimse, buralara getiremezdi. Bazı duygularımı öldürmüştüm şimdiden… İçimde bir ceset, uzanmış yatıyordu…
Pavyonda yan masamızda oturan, arkadaşımız Kenan’la dışarıda da karşılaştık. Bir arkadaşlarının arabasıyla gelmişlerdi. Arkadaşları, Almanya’da işçiydi; izne gelmişti. Son model, ateş kırmızısı renginde spor bir otomobili vardı. O arabanın yanında bizim steyşın, kağnı arabası gibi kalıyordu; üstelik bizim yedek lastiğimiz yoktu. Kenan’a rica ettik: “Yolda lastiğimiz falan patlar, ne olur ne olmaz; biz önden gidelim, siz bizi takip edin.”
“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
Sessiz sedasız bir yolculuk… Şevki, arabayı kullanıyor, Sait ön koltukta, ben arkadayım… Üçümüzün de ağzını bıçak açmıyor… Bu konuyu hiç konuşmuyoruz ama demek ki benim gibi onların da içini acıtmış ödediğimiz hesap. Vakit, gece yarısı ile sabahın tam ortası… Her yer zifiri karanlık… Uykumuz gelmiş iyice… Sessizliğimiz biraz da bundan… Derken… Vilayetle bizim ilçenin arasında bulunan kasabadan geçerken… İleride, yolun kenarında ateşler… Yaklaştıkça, bunların, gelen araçlara işaret olsun diye, gaz tenekeleri içinde yakılmış ateşler olduğunu görüyoruz… Yavaşlıyoruz… Cadde üzerinde araçlar, üç-beş kişi ve elinde “DUR” yazılı bir işaret levhası bulunan asker… Asker elindeki levhayı aşağı yukarı sallayarak, bizi yolun sağına yanaştırıyor ve durduruyor. Gözlerimiz onda… Bize doğru iyice yaklaştığı sırada… Birden… Geri dönüp, yolun karşısına doğru kaçmaya başlıyor… Tam bu anda, duyduğum acı fren sesi ve arkadan aldığımız şiddetli darbe… Çarpmanın etkisiyle, yoldan yarım metre aşağıda olan şarampole düşüyoruz… Benim oturduğum koltuk, ön koltuğa yaklaşmış, ayaklarım sıkışmış… Zorla ayaklarımı kurtararak, darbenin etkisiyle, kendiliğinden açılmış olan kapıdan iniyorum. Şevki ve Sait’e durumlarını soruyorum. İkisi de iyiler… Sadece şoka uğramışlar, aşağı inmek akıllarına gelmiyor… Arkaya baktığımda, ağzım bir karış açık kalıyor… Bize çarpan araç; ateş kırmızısı renkli, son model, spor bir araba… Kenanların arabası… Kenan ve arkadaşları da öylece kalmışlar… Yanlarına gittiğimde, şoförün arabada olmadığını görüyorum. O şaşkınlıkla, araçtan inip kaçmış; yolun karşısında bir inşaatın ikinci katında, anlamsız sesler çıkarıyor, bağırıp çağırıyor, sesli sesli ağlıyor…
Herkes araçlarından inmiş… Şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz… Olayın ilk şoku geçince, öncelikle iki arabanın şoförü kendine geliyor… Bizim araba arkadan, Kenanların araba önden; iki araba da çok büyük darbe almış… Şevki, bir kenarda: “Ben, daha bu arabanın borcunu bile ödemedim!” diye ağlıyor… Başka bir kenarda; arkadaşları tarafından, kaçtığı inşaattan alınıp getirilen, diğer arabanın şoförü: “Bu araba abimindi! Ben şimdi ona ne diyeceğim!” diye ağlıyor… Biz, kimi teselli edeceğimizi şaşırmış vaziyette, bir o aracın, bir bu aracın yanına gidip geliyoruz…
Asıl büyük felaketi görmemiz, biraz zamanımızı alıyor. Yolun karşısında, başka bir kaza olmuş. Yolda yakılan o ateşlerin, jandarmanın yolu kesmesinin nedeni buymuş. Yolun kenarına, hiçbir önlem alınmadan bırakılan bir traktör römorku… O römorka, gecenin karanlığında bodoslama çarpan, Anadol araba… Arabanın parçalanan kasasından yola fırlayan iki kişi… Tam o anda oradan geçen ve farkında bile olmadan bu iki kişiyi ezen, bir otobüs… Sonuç: Yolun kenarında uzanmış yatan ve başları olmayan iki ceset…
Biz, büyülenmiş gibi cesetlere bakarken ve Cumhuriyet Savcısının kaza hakkındaki konuşmalarını dinlerken, olay yerine gelen ambulans… Ambulanstan inen iki kişinin, bize dönerek: “Yardım edin de cesetleri ambulansa koyalım.” demesi… Kimsenin oralı olmaması… İlk cesedin iki kolundan birer kişi tutup, bizden yardım bekleyen görevlilere, cesedin ayaklarından tutarak yardım edişim… Birinin tamamen kafası kopmuş, diğerinin çeneden yukarısı yok; iki cesedi de bu şekilde ambulansa koyuşumuz ve bu sahnenin, ömür boyu gözümün önünden gitmeyecek görüntüsü…
Kasabanın Jandarma Karakoluna gidişimiz… İki parmak daktilo bilgisiyle, saatlerce ifademizi almaya çalışan jandarma onbaşısı… Bize çarpan aracın, Almanya’dan kasko sigortası olduğunu ve iki aracın zararının da ödeneceğini öğrenmemizin verdiği, azıcık teselli duygusu…
“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
Karakoldan çıktığımızda, saat sabahın sekiziydi. Günlerden Pazar olduğu için, mesaiye yetişme kaygımız yoktu. Bizim ilçeye giden minibüse bindiğimizde, sarhoşluk falan kalmamıştı… Sadece, uykulu bir tükenmişlik duygusu… Arkadaşlarımın durumunu bilemezdim ama şu an, benim içimde bir ceset daha uzanmış yatıyordu… Bundan sonraki yaşamım için, bir kesin karara daha varmıştım:
Biz sarhoştuk… Bize çarpan araçtaki herkes sarhoştu… Üstelik diğer kazada ölen iki kişi de sarhoştu… Arabalarında içki şişeleri bulunmuştu… Eşimiz, çoluk-çocuğumuz, anne-babamız, akrabalarımız, dostlarımız… Hayatımız, sadece tekil olarak kendimizi mi ilgilendiriyordu?.. Yaptığımız hataların cezasını, sadece biz mi çekiyorduk?..Ya ölesiye üzdüğümüz, sevdiklerimiz?..
Başımızdan geçen korkunç kaza… Diğer kazada, kafası ezilerek yaşamını yitiren iki kişi ve benim sarhoş kafayla, ayaklarından tutarak, onları ambulansa yüklemem…Hayat, bir insana daha nasıl ders verebilirdi ki? Ben dersimi almıştım… Bundan sonra sarhoş araç kullanmayacağıma ve içkili birinin arabasına binmeyeceğime, kesin karar verdikten sonra, rahatlamış bir şekilde arkama yaslandım…
“Yolda, iki ceset uzanmış yatıyordu… İkisinin de başı yoktu…”
Aklımda, yolda yatan iki ceset; içimde, önceki hayatımda yaşayıp da bu gece öldürdüğüm iki ceset… Bu dört cesedin ağırlığı bile uykumu getirmedi… Gözlerim minibüsün tavanında, fal taşı gibi açık… Kesin kararlıyım… Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Bu minibüsten indikten sonra, önceki hayatımda yaptığım iki büyük hatayı, bir daha asla tekrarlamayacağım.
Bir cevap yazın