Akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında…
Yılmaz Odabaşı
Eski evimizin üst katında, annemlerin odasında kocaman kapakları olan, renginin camgöbeği olduğunu sonradan öğrendiğim, duvara gömülmüş, yer yer sırları dökülmüş yeşilimsi bir dolap vardı. Annem oraya ‘’yüklük’’ derdi. Evimize her yatılı misafir geldiğinde, yüklüğün kapı kadar büyük, ahşap kapakları gıcırdayarak açılır, içinden; döşek, yorgan, yastık, çarşaf alınırdı.
Ben, kardeşlerimle saklambaç oynarken oraya saklanmayı çok severdim. Annemin çiçekli döşeklerinin üstüne, üst üste yığdığı yorgan ve yastıkların tepesine çıkarak, saklanmaya çalışmak çok hoşuma giderdi. Oraya uzanır, yüklük kapısının aralığındaki boşluktan gözlerimi kısarak bakar, saklambacın ebesini görmeye çalışırdım. Yüklükte olmak bana rahat, keyifli biraz da gizemli gelirdi. Tahta kapak aralığından süzülen ışıkla yüklüğün içi loş bir hal alırdı. Işık süzmesinin yorganların üstünde oynaşmalarına eklenen naftalin kokusuyla adeta kendimden geçerdim. İçerdeyken çoğu zaman oyunda olduğumu unutur, hayallere dalar, tılsımlı bir dünyanın içinde bulurdum kendimi. Ebenin beni unuttuğu ya da aramaktan vazgeçtiği de olurdu, yumuşacık yastık yorganın üstünde uyuya kaldığımda.
O zamanlar benim esrarengiz oyun odama, annemin neden ‘’yüklük’’ dediğini anlamazdım. Bu dolap ya nadiren kullandığımız eşyalarımızı taşırdı ya da evimize fazla gelen, yer işgal etmesini istemediğimiz eşyaları. Bazen annemin yüklükteki yatak döşeğin arasına bir şeyler gizlediği de olurdu. Bazen de bulunmasını ya da ortalarda görünmesini istemediği şeyler yüklüğün bir köşesinde kendine yer bulurdu. Bu, bazen evin pazar alışverişinden arttırarak biriktirdiği kendi değimi ile ‘’zor gün parası’’ olurdu. Bazen de bayramdan kalan misafir şekerleri.
Evde büyüklü küçüklü beş çocuk olduğundan ve alınan şekerler daha bayramı göremeden bittiğinden şekerleri kendince yüklükte güvenceye alırdı, annem. Saklamasın da ne yapsın? O yüklük ne çok şeyi gizler, korur, barındırırdı içinde. Babamın anneme bıraktığı kıymetli bir evrağı da kardeşlerimle birbirimizden kaçırarak kendimize sakladığımız oyuncakları da yüklükteki sadece bizim bildiğimiz, o iki yorgan arasına sıkıştırıverirdik.
Düşünüyorum da o küçük dolap-oda evimizin, bizim ne çok yükümüzü, sırrımızı barındırıyormuş meğer. Evimizin belki de en önemli yeriydi burası. Ne çok şey bilir, ne çok şeye şahit olurdu bu yüklük. Yük + lük…
Peki, her birimizin sığınağı, gizli, küçük yüklükleri yok mu? Sandıklar, çekmeceler, kasalar, bilgisayarlar bizlerin modern yüklükleri değil mi? Belki yorgan, yastık koymuyoruz ama bizim için kıymetli ne çok giz saklıyorlar içlerinde. Çocukluğumuzun, gençliğimizin, yaşamımızın izlerini taşıyan… Kimsenin görmesini, bilmesini istemediğimiz, sadece kendimize sakladıklarımızı…
Hayaller, aşklar, düş kırıklıkları, yaşanmış ya da yaşanamamış hayatlar hepsi de bizim güvenle, sarıp sarmalayarak koyduğumuz özenle kilitlediğimiz sandıkların içinde. Sevgi sözcükleri ile bezeli hasret kokan mektuplar, özel gün kartları, sevgilimizle ilk izlediğimiz filmin biletleri de, atmaya kıyamayıp özenle kuruttuğumuz çiçekte, yaramızın kabuğu, yüreğimizin yangını da yine aynı yüklüklerde… İç içe…
Ara ara açıp, havalandırmak gerek yüklüğü. Bazen kimilerini gün yüzüne çıkartıp, havalandırdıktan sonra yeniden sarıp sarmalayarak yerine koymak gerek. Bazen de kimilerinden vazgeçmesini bilmek gerek. Yüklüğün yükünü hafifletmek gerek ki hem biz hafifleyelim hem de yenilerine yer açılsın değil mi? Geçmişi hatırlamak, anıları tazelemek kimi zaman canımızı yaksa da yine de geleceğe umutla bakmak gerek. Yaşamı anlamaya çalışmak, özümsemek, kendimizle yüzleşmek, kabullenmek gerek.
Arkamızda bıraktığımız her yükle kırılsın prangalarımız, özgür kalsın ruhumuz. Korkmayalım yaşamdan ve getireceklerinden. Meydan okusun hayata gülüşlerimiz. Biz tekrar tekrar düşler kuralım. Bak yine kuşlar ötüyor, yeni doğan güneşle karanlık dağılıyor…
Bir cevap yazın