– “Yusuf Bey, Yusuf Bey. Kum kapıda saati 9:30 ettik, Üsküdar’da güneş doğdu
mu?”
– Vapur iskeleye şimdi yanaştı, yarım saate kalmaz yazıhanedeyim.
– Patronunda sabrı kalmadı bak, acı kahvesini de istedi, falına bakmasın.
Lanet herif. Her sabah “günaydın, saat kaç?” yetmedi, artık telefonla da soruyor. Her
şeyden haberi var. Yazıhanenin gediklisi. Şirket binası yapılırken, inşaata temelden girmiş.
İnşaatın çavuşu, bugün şirketin demli Mehmet Efendisi.
Yazıhanenin soğuk mavi duvarlarını bekleyen rutubetin eseri beyaz pamukçukları
gizlemeye hafta sonları kürek zoru sırasıyla atılan tek kat maviyle nöbetleşe yer değiştiren
mavi cümbüşü. Açık mavi, koyu mavi, aynı duvarın aynı yeşili. Üç masa, iki ucuz, rengi
duvara uyup alıp başını gitmiş sandalye. Patrondan yaylarıyla beraber seneler önce çıkmış
birde koltuk bozması yerin karaları Ege sahillerini özlemle anan girinti çıkıntılarıyla
odanın köhne karanlığını dolduran balık kokusuna eşlik ediyor. Rengi Mehmet Efendinin
pas pas eziyetiyle her yıl biraz daha açılıyor. Geldiğim sene koyu griydi, bu sene siyah.
Kırk kişiyiz. Bir de yazıhanede düşüp kalkan kadrolu kedi. Balıkları önce buna koklatırlar,
bozulmuşsa koklar bırakır. Yok bozulmuşsa hayvanın önünden bir gözü kara balığı almaya
kalkar, sonra ikisinden biri önde diğeri peşinde kıyametin küçüğü kopar. Onu onayı
olmadan memleketin içine mal yüklemezler. Kırkıncı olmaz hiç.
Bak yine arıyor. Açmadım, inadıyla doğmuş. Şimdi açsam suratıma kapıcak, geri arıcam.
Şerefsiz kapadı çoktan.
– Yusuf Bey, Yusuf Bey. 10’u ettik iyi mi? Yoksun. Patron demli olsun diye seslendi
demincek ama o ne seslenmek kükredi, kükredi. Kedi soğuk hava deposuna kaçtı. Gelsene
kardeşim, mesai bitti.
Patronun sabrı beni anmaya başlamıştır. En son ne zaman saat 8’de mesaiye başladım
hatırlamıyorum. 8:30 simidimi kemirirken, bir yandan 8:45 trenini beklerim; o da 2 senedir
gelmez. Kaldırdılar. Sonra Yusuf 8 dedin mi yazıhanede olsun. Deme, içinde kalsın, çatla
emi demli Memed. Hem Üsküdar’dan çıkıp, kumkapıya varmak. İstanbul sırf kapı, kimi
kapalı, Yusuf’a kapıyı açan var mı sorsana Memed.
Kaçta uyuyacak Yusuf, kaçta evden çıkacak. Ben Karaköy İskelesine vardığımda Beşiktaş
Vapurunun kaptanının karısı çayı yeni demlemiş oluyo Memed. Kör olası Memed. Akşam
iki sandalyeyi yapıştırır, kıvrılırsın. Gündüz orada, gece orda. Beş dakika sonra suyu ateşe
verir, on dakkaya demler çayını iyice içer sonra karbonatı ilave edersin. Tavşan kanı.
Sonra Yusuf’un peşine düş Memed, emi? Benim sandalyeyi de yerine koyma, üstünde bitli
yastığın beni beklesin. Şirret Handa’nın ki konur, benim ki konmaz. Patrondan bu kadar
korkmaz. Handan daireye adımını atar, bir buçuk şekerli karışım limonlu çayı bir telaş
yetişir. Kaşık olmayacak ama. Hele bir olsun, söylenmeye başlar. Duvarı nem, Memedi
Handan bitirecek inşallah. Beter olsun.
Patron sade kahve içtiyse fena bak! Karı yeni boşamış, anasını bana bırakıp kaçmış. İki
çocuk biri üçe takılmış okumayı, diğeri üçü aşmış konuşmayı sökmemiş. İkisini vursan bir
bizim bitli sarı kedi etmez. İyi vurur, ses gelirse belki. İki takımın var, biri lacivert. Hayat
ütüsünün parlattığı lacivert, duvarın arkama vuran yöresinin laciverdi. Mazimin tadında
lacivert. Gömleğim desen, haciz memuruyla kaçan çamaşır makinesini rüyalarında anar,
küsmüş bana. Memedin marifeti karolazın beyazı. Damatlık katlığımda da bu kravat vardı.
Hala aynı mor, bahtım gibi. İlk gün attığım düğümü o nikahta attığımı imzayı hatırlatmaya
saklar.
Ne var sanki kapı geç çalınmışta sekipde uyanmışsam. Her sabah kapının tokmağıyla
uyanan ben, dır dır eden Handan. Bu sabah pinti Hıdır unuttu beni, geç uyandım. Duyda
inanma. Sabahın alacasında birikmiş kirayı sayıklayarak elinde tokmak soluğu kapıda
almamış, bir de kira zam yapmamış, Unkapanında saat on olmuş, Yusuf ne etsin. Bakır
tokmağı yanında taşır Hıdır, bu sabah rüyasını çalmamış. Bakırdır çalınır der de, tokmağı
beraberinde gezdirir.
– Oooo, beyimiz adresi buldu sonunda! Yusuf Bey, Yusuf Bey saat kaç?
– Günaydın Handan Hanım afiyettesiniz inşallah. Mehmet Efendi biz çay, tek şeker,
açık olsun.
– İşim var. Ocağımı arıyorsun Yusuf Bey? O vaktinde geldi, nerdedir eğer
unutmadıysan Sirkecide Tren beklerken, aynı yerdedir. Bir zahmet kalkta kendin al. O
herifleri de çıkartı ver ocaktan. Dün öğlen tezgahta karpuz yemiş dıbık dıbıkta bırakıp
gitmişler. Bir kiloda çekirdek. Çitlesen doyarsın.
Ben niye yiyorum, sen ye. Hatta yemişsindir de o ikinci cihan harbinden kalma radyonun
başında. Alet Japon radyosunu çekiyor, Ankara’yı karlı gösteriyor. Zerre ciddiye alan yok
dairede beni. İsyan bayrağını açsam, çarşafını kim orta yerde bırakıt derler. varlığımı fark
edenin de elinde yeni sahibini arayan bir angarya olur, hemen kaynaşırız.
Mavi duvarda, odada duvarın rutubetine benden iyi direnen, ahşap çerçevesiyle mantar
“Yusufa ait angaryalar” panosu asılı. Fikir, Handan hanımdan çıktığında tam olarak
böyle değildi, bilmiyorum belki de tam olarak öyleydi. Amaç her neyse 1 haftada aslını
buldu. Bütün not kağıtları bana hitaben yazılmış angaryaları hatırlatırken başka türlüsünü
beklemek absürd olurdu. Pano zimmetime geçti.
Karı beni evden kovduğunda bu Memed afetine iki gece koğuş arkadaşlığı yaptımda
çayı bile bana demletti. En son paspas yaparken patrona yakalardım herif bana çattı.
“Mesai saatinde olmuyor, olmuyor. Adın neydi senin?” “Bütün Yusuflar böyle, ciddiyet
ciddiyet. Müessesemde böyle laubalilik istemem. Bir daha görmiyim, görmiyim” Azarının
ucu var, bucağı yoktu.
– Handan Hanım patron beni sordu mu?
– Saati sordu. Senden umudu kesti bence adam. Arada tesadüfen odaya girip dibinde
duran kasa hala yerinde mi demese burda çalıştığında haberi olmayacak. Hem dün gördü
de adını sormadı mı? Bu hafta ikinci oluyor. Sen hesap et artık sordu mu sormadı mı?
Yazın öbür gün anca Mehmet Efendinin zoruyla ismini anımsasa, kimdi o demeden yine
unutur. dua et sormasın.
Öyle derinden içlenirim ki, içim burkulur sormazsa. O mırın gırın sürgitinizden de Yusuf
çıkmasın. Ortalıkta fazla görünmemenin, geç gelip, geç çıkmanın faydası. Her ayın başında
inine çağırır “Bir çay, bir de muhasebeciyi çağırın. Demli olsun Memed Efendi!” Ayın
sonunu simam görmez, adım duysa oralı olmaz.
O iki günlük çay ocağı sürgününde iki gün üstüste sekizde başladım mesaiye, o da Memed
domuzundan kurtulmak için yoksa ertesi günün çayını da bugünden bana demletecekti.
Bünyem sarsıldı, bir hafta kendime gelemedim. En son askerde duymuştum öyle ne idüğü
belirsiz, bir çuval dolusu muamma ses. Herifçioğlunun burnu hor hor çeşmesi, hurultusu
akortsuz vapur düdüğü. Odanın kokusu, o şirketin kuytu bucağına yerleşen balık kokusunu
bastırmış. Kedi bile korkusundan bunla aynı odada uyumuyo, boğulurum da uyanamam
diye. Nerdeyse sabah kalkıp kahvaltıya geliyo. Bu da Handan’ın küçüğü naz çiçeği. Her
sabah kabı yıkanmış kılıçsız bekleyecek balığı. O da iki gün üst üste aynı cins balığı
yemez, zıkkım yesin. Bunun tatdığı balığın ben adını bilmiyorum.
– Yusufçum yüzün sirke satıyo yine, hayırdır?
– Allah’ın belasını korkutan Memed, o sirkeye bastırsınlarda seni, soylarını kazıdığın
mikropların yakasından düş, zararlı haşere. (Gribin mikrobu) susmuyo da.
– Bi kulağın kestane kebap, nar gibi kızarmış, öbürü Mehmet Efendinin
havadislerinin tetiğinde. Ne oldu uykunu mu alamadın, yoksa senin hanım emeklisinin
rüyası mı uyutmadı.
Gidesin olsun da dönesin olmasın Memed. Kendini Allah’ın şirkete lütuf diye yolladığını
sanan Memed. Dar ağacında taburene götürüm çingene tekmeyi savursun Memed. O
kaynana mı alda helvanı yerken kınanı ben yakayım Memed.
Gene senle cebelleştim, pinti Hıdırda unuttu beni, Güneş doğamadı, ay halime güldü
Sabahı zor ettim. Yapmadığın kepazelik kalmadı düşümde. O lacivert önlüğüne mor
kravatımı takmış, bak bu, senelerdir vatan toprağı gibi koruduğum kravat. Önlügün
eteğinde en tazesinden koca bir çay lekesi, leke olmuş patronun sureti, bana göz kırpar, bir
yandan da bugusu tütüyo suretin demincek dökülmüş çay. “Saat kaç be adam” diye sondan
giriyorsun lafa. Bana sorulacak sorumu o? Yedi senedir 8’e 10 kalada durur kolumdaki,
evdeki altıyı günde üç defa selamlar. Bilmez misin, zınnık? Saat kaç naraları atarken
kendi soruna kendin cevap verdin. “11 oldu 11, kovuldun!” Kovuldum, tasım tarağımda
sana kaldı. Her gece böyleyiz. Gece beni kovuyor, sabah çay demliyor. İki yılım kalmasa
emekliliğe bunların ağız kokusunu çeker miyim. Nasıl çekmem, doya doya çekerim hem
de. Selam verdiğim borç isterim diye selamımı almaz oldu. Kovulmanın da bir asaleti
olsun. Bir gecede zahmet etsin patron kovsun. Nedir her gece Mor kravatlı Mehmet
Efendiye Lacivert önlüğüyle kovuluyorum. Ayıptır, ayıp. Yüzüne sığmayan anlamı
meçhul bir hal. Dişinin arasındaki maydanozlar Maltaya yelken açmış, ağzının sarımsak
kokusundan kaçıyo.
Geçen hafta boş bulundu da Handanın artığı çayı masama kadar getirmiş bulundu fukara,
ben de yanlışlıkla üstüne boca ettim. İş kazası, olur. O gün bugündür düşümde kovuyor
beni her gece. Suçum çayıma mukayit olamamak. Densiz, Yusuf alışkın mı senin elinden
çaya. Gözün vardı içsem geberirdim kesin. Selamı da ölmüşlerinin ruhuna okuturdun sen.
İşte bir haftadır diline pelesenk oldum kerestenin. Hevesle getirdiği çayları hepten unuttu.
Karşıma geçip çay eşliğinde dedikodunun dibine vuruyor.
Saat dört olmuş kız kurusu handan hala adreste kaldı. Molla Taşı Caddesi, Babayiğit
sokak no: 7. yiğindinde, fesadın da başı çaycı Mehmet efendi, ben mollanın taşı olmuşum
şirkette.
Bir yarenim var, şirketin kapısını bekleyen dilenci Yusuf. Geçen yıl sokağı dilenciler
basmış, bu Memed belası pencereden yarı beline kadar sarkmış “Yusuf’u alın, Yusuf’u
alın” diye feryad figan. O sıra Yusuf yazıhanede aldı soluğu, Memed korkusundan dama
kaçtı da rica minnetle, patron ertesi gün girip, sıkıştığı delikten var gücüyle zorla çıkartı
demli herifi. Yusufla aram iyi. Bu onla bi de bu kediyle iyi. Memedi sevmeyen beni sever.
Neyse bu hasılatı geldi benin çekmeceye tepti. O ne! Benin kirayla iki aydır ödemediğim
fırının taksidi ödenir bir de üstüne Memedsiz kahve söylerim masama gelir.
Bırakmadı ki çürüsün o delikte patron. Kırıkkaleden çıkmış yola galata köprüsüne
varmış, soluklanmış. Geceyi gündüze katmış epeyi de konaklamış. İstavrit, bazı sandalye,
palamutun irisi, aptal kefal olmuş sana Kumkapı Balık halinde soğuk hava deposu. Yedi
düvelin denizine ortak. Sattığı balığın çoğunu yolda görsem Memed derim. Yedi yıldır
yanındayım. Kıdemli muhasebeci yamağıyım. Müdürde patronun kardeşi Tahsin. Gelgitle
kıyıya vuran balık konservesinden çıkan çirkin ördek yavrusu Tahsin. Bu herifle kardeş
olacağını bilen doğar mı? Bu hela kuyruğunda en sonda aklı evvel Tahsin bir ara fırsatını
bulup doğmuş. İşte patronun konserveden yanlışlıkla çıkan kardeşi işe aldı beni.
İki yıl önce pazarlamacıydı bu. Bir ayın sonunda Konya’ya balık satmaya gidip bir kamyon
bayat balıkla geri dönünce sen İstanbul’da durma dediler. 2 yıldır kasanın anahtarına
memleketi tanıtıyo, memleketin asfaltlarını yamıyor. Arkasından su dökende çıkmadı.
Haftada bir şirkete kapıdan uğrar. İki defa kasayı havalandırmaya, bir kez Memed’den borç
almaya, bir kez de her ayın gelmeyi unutan ahirinde kendi maaşını elden alıp Memed’e
borcunu elden ödedikten sonra Memed’den faizle tekrar borçlanmaya. Saolsun sayesinde
Memed’in evine iki maaş giriyo. Sonra devam meteliğe kurşun attıp ıskalamaya. Herif
benden aç. Allah abisine can vermiş bu Mehmed’e borçlansın diye. Birgün Zonguldak’tan
bildiriyo, birgün Marmara Ereğli’den birgün deniz tanımaz Kars’tan. Urfa postasından
adresi iade çıktığı bile oldu. Otostopla mı yolculuk ediyor nedir, şoför postasının ucu
nereden çıkarsa artık. Beter olsun. Bu Kırıkkale tüfek harbisi yüzünden adım Yusuf kaldı,
kendi adımı unuttum. Bu saatten sonra hatırlayan varsa da millete duyurup başıma iş
açmasın. Herkes Yusuf biliyo, kırk yıllık Yusuf’u tekrar kamuya tanıtamam. Bir akşam
yine çulsuzum, cebimde bir vapur jetonu. Eve gitsem mahsur kalıcam kaynananın elinde.
Patronda ismimi hatırlayıp kovacak. Tuttum Yusuf’un aslından borç istedim, daha sureti
olmamışım. Bu çirkin bıldırcın yavrusunun da o gün kanatlanacağı tuttu, geldi kanadını
gözüme soktu. Sabahına namert bakkalın veresiye defterine varıncaya kadar ismi Yusuf
olmuştu. Yusuf gel, Yusuf senin adın ne, Yusuf nefesini tut. Yusuf beni tuttu.
Babandan kalma evin yöresi kırk sene önce tarlaydı. Ev daha mirasyedi bankayla
tanışmamış, tapuya dördüncü ortak olmamıştı. Sırasını bekliyo borçları tahsile. İşte
kendi halinde sevimli, savunmasız, dost bir fareyken banka, tarladan önce bakkal bitti,
içinden şerefsiz şimdiki bakkalın daha da şerefsiz babası çıktı. Haramın üstünde at bitmez
derler beş senede üç katlı, selvi boylu bi bina bitti bakkalın tepesinde. Altı daire, üç
dükkan. Adam hala haramı tartıyo, hesabının kalanı haram veriyo. İşte bu haramzadeye
görünmemek için o akşam gece kaldım, kalkma saati yaklaşan vapura yetişiyim diye
Yusuf’tan borç aldım, görev bilincim ismimi Yusuf koydu. Kırkıncı olmak korkusu insana
neler yaptırmıyorki.
Patron her ay başı çağırır beni, ayın sonunu bulmaz simamı unutur, sesimi duysa dönüp
bakmaz amansız. “Adın ne senin?” der ayda bir tanışırız. “Yusuf bu ay kaç çekiyo?”
Şubat’ın hatrına yılın bir ayı 31 çeker, kalanı silme 32. maaşlarda her ayın son pazartesi
yatar, bayramlarda yatmaz. Kurbanda balık keser, aç gezeriz. “Vergi matrahına çeki,
düzen ver. Misal küsüratları at iş çıkmasın sana. Vaktinde de ödeki cezayı girmeyelim.”
Ne kalıyor ki? Senin hesabınla maliye bize borçlu geziyo yıldır. Bir de hatırlatıyo;
“Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Boş bir vaktim kalırsa Memed’le kirlenmemiş
maliyeye dilekçe marifetiyle arz ediyim. Sigorta primleri Mehmed Efendi’nin ki hariç
bu ayda yatmayacakmış. Onun maaşı gününde, maaş fazlası gününden de önce elden
verilecekmiş. Memed efendinin hayinliği dile gelirse dükkanın kapısına boy boy incir
ağaçlarını dikerler, edepsizliğini örtmeye incir yaprağı bulamayız.
Hep 39 kişiyiz bu da Ali Baba. 40 olursak masraflar artacak sigorta primleri yükselecek.
Bir defasında patronu bile istifa ettirip altı ay sonra torpille işe aldım. Sürekli giriş çıkışlar
oluyo. Şu kaplaması tavana değer, bir ayağı kısa masa bir köşede ömrü kısa sahibini
bekler. daha birbirlerine ısınamadan ayrılırlar. Farkındayım günündendir dışlanmış
hissediyor zavallı, kendini odanın rutubetine verdi. Birgün kırkıncı olucam diye elim
yüreğimde.
Birinin yaşı 13 olmuş, zekası zemine yayılmış yatar ne okumayı söktü ne yazmayı. Öbürü
3’te durmadan yaşını 4 etti, konuşmayı sökemedi. İkisini birbirine çalsan bizim sarı
kedinin yazısı çıkmaz. Böyle kafalarından tok bir ses çıkasıya sağlam vursan belki. O da
çıkmaz bunların teneke kafalarından. Sonra o paslı kaynanayı kim susturur. Gündüz uyur
gece uyutmaz secdeye varır sızar, abdestsiz devam eder namaza. Açıldı mı kapanmaz
çenesi onun. Adamı bayıltır.
Yetermiş artık alttan üstten cimdiklediğimiz, çıkmıyan canına yetmiş. Emeği durup durup
hasmımız olur, o çocuklar tüm gün aç, zekasız büyüğü yalın ayak sokakları arşınlıyo. İşi
kahve, kafe gezip küp şekerleri çalmak. Adı çıkmış. Ufukta bunu gören kahveci şekerlere
atılıyo. Neyse şeker masrafım yok. Pinti Hıdır şekerleri kiraya saysa birde.
Bu Yusuf’un aklına uydum yanına diktim oğlanı. Zabıta görünce hasılatı bana yetiştiriyor,
öğlenleri yemek alıp Yusf’a götürüyo. Gözümün önünde sayılır. Böyle onbeş gün beraber
gezdiler sonra bu önce pabuçlardan kurtuldu bir ay sonra Yusuf’a ortak oldu, doluya
tutuldum. Derken dört başı mamur dilenci oldu çıkıt başıma. Hocası da bol bol okusun
diyo. Ne okusun. Gördüğünü seçebildiğinden bile emin değilim. Geceleri ba ba ba, an an
an o huzursuz ışık tutmaz, birbiriyle ne etse birleşmeyen heceleri duvarları gezip tepeme
güt temeden iniyo. Hocası denen adamda neyle uğraştığını farkında değil ya da benim ki
bildiğini unutturdu adama, sınıfta an an an atışıyorlar. Ayşe bir kenarda ip atlıyo, Ali topu
tutuyo, benim oğlanda hecelerden bıkıp tebeşir dileniyor, birde topladığı bir avuç tebeşire
seviniyo.
Utanmasam bende Yusuf ile bunun peşine takılacam. Yusuf’a sorsan korkunç çocuk
bu iş için yaratmış mevası, yetenek. Bana kimse sormasın mavi boncuk takmadım,
çenemde hayırlamaz. Yusuf buna her akşam bir avuç bozuk para erir yollar. Bu da parayı
kırtasiyeciye veriyor, adam da şansını deniyor o da eve yolluyor. Kırtasiyeden topladığı
okuyamadığı Cin Ali kitapları. Kutsal emeğinin tümü Cin Ali için. İnsanların günahını (?
) üç harflilerden Ali için ayıklayıp. Sırtında eve taşıyor. Hepsi yatağın altında, saklıyor.
Yaşı oldu üç görünümlü onüç bunun hayranı. Cin Ali olmuş kahramanı. Bütün gün elinde,
Yusuf’un yanında, okulda, yatakta, sırada. Okulda diğer çocuklar dalga geçiyor, oralı
olduğu yok. Farkettiği de yok ya.
Allah’ın gecesi lacivert önlüğüne bağladığı mor kravatıyla düşüme dalıp, beni işten
kovmayı yeni bırakmıştı Mehmet Efendi, bu sefer dilenci Yusuf ile benim oğlanı peşine
takmış öyle giriyor düşüme. Ne yapsam çıkmaz oldu.
Kırıkkaleliye taze balık taşıyan o koca gemilerden biri Mehmed Efendiye çay ocağı olmuş.
Bu sefer kravatım yok, önlük beyaz. İlk gece hayra yordum. Doktor olmuş çocuğa şifa
olacaksandım. Yok. Bu heceliyor, Yusufla benim ki tekrarlıyor. Bakın diyo şeker, bu çay,
bu da kahve. Çayı yine ben demliyorum. Deniz suyundan. Bakın diyor, limon, fincan,
kapı, bu da tokmağı. Ne bilsin çocuk tokmağı. O tokmak böyle havada asıl duruyor. Neden
sonra sağlan, tok bi ses geliyor. Gir diyor Memed. Hıdır. Okulun hademesi. Müdür diyor,
benim oğlanı burnum ucuyla gösteriyor. Müdür velisini çağırıyor. Sınıfta çıkıyor sonra.
Tahsine iş buyuruyor. Tahsin Hıdır’ın yetim oğlu. Pas pas yapılor. Yusuf diriliyor. Hangi
ara öldü ki bu? Aslı gibi sureti gitmiş, aslı olup gelmiş. Kendi türbemin önünde, insanların
günahını satın alıyorum. Türbe cenneti Üsküdar’a bir de Yusuf için yatır kondurmuş
Üsküdarlı. Dilenci Yusuf Baba Türbesi. Evde kalmış kızlar çaput niyetine renk renk
mutfak bezi, çocuğu olmayan kadınlar kız diliyorsa pembe yoksa mavi çocuk bezi bağlıyor
mavi ağaçlara. Benim hanım emeklisi de orada.
Beni görüyor tanımıyor. Ben diyor, seninle evlenicem diyor. Düşümden bilirim, her
gece senleyim. Hani tanımazdın şıllık, her gece elin adamıyla sabahlıyorsun. Allah
razı olsun diyor, dilenci Yusuf Baba’dan Allah razı olsun. Kısmetimsin. He, bir daha o
haltı yermiyim. İki çocukla, ananın başıma bırak kaç diyorum. Çocuk beziyle buralarda
dolanma diyorum, hele ki maviyse evinden çıkma. Handan’da orda. Evlenmiş bir kız
çocuğunun elinden tutuyor. Ee ne diye mutfak bezi bağladı.
Benim iki numara hala semiz. Hala konuşmuyor. Demek bundan umudu kesmişim,
düşümde de aynı. Küçük aptal. Ben hayattan umudu keseli çok oldu. Öyle yaşar giderim,
zaman tüketiyorum. Memed tek başına yetmedi, bir olay adam toplanıp öyle girer oldular
düşüme.
Bir fısıltı duyuyorum. Gözümü açıyorum, kaynana. Fıs fıs şey okuyor. Oğlum diyor,
kimle konuşuyorsun yattın yatalı. Hayırdır inşallah bu bana oğlum demez. Üç harflilerle
diyorum, seni sordular, birinin selamı var.
Perde açık. Hafif sallanıyor. Gecenin ayağı dolmuş odaya, gün hala kara. Üşümüşüm.
Üstümde açık. Pencereyi kapatayım diye yeltenecek oluyorum, bizim sarıdurmuş bana
bakıyor pervaçta. Gözünü bana dikmiş. En sevdiğim bu. Sen nerden çıktın, düşüm nereye
gitti. Hayat soru olmayan sorulardı. Cevabı sen verirdi ya sorular sana sorulmazdı. Madem
bana soran yok dedim, boş yere laf kalabalığı yapmıyım dedim. Sustum. Sessizliğe
saklandım. Onlar susmadılar. Cin Ali’ye varana kadar susmadılar. Kafamda yankılandı
cevapsız sesleri. Doğ dediler doğdum, evlen dediler evlendim. Çocuk dediler, iş, ev
dediler. Ben gidiyorum dediler, gittiler. Kaldım. Olmayanlar kaldım. Susmayanlarla.
Benim iki numara hala semiz. Konuşamıyor. Yatırdaki bezleri toplamış yiyiyor.
Hayat soru olmayan sorulardı. Cevabı sen verirdin ya soru sana sorulmazdı.
Başka bir sabaha uyandığımda
Öl dediler yaşadım.
Yaşadı.
Her şehirde yusuflar.
yusuflar aynı yusuftu.
Şehirler yusuflarla dolu
İsm sorulmayan, yusuflar
Bir muammayı muammayı yaşıyor,
Evler, kaldırımlar yusuf
Tahsin kapının önünde pas pas yapıyor.
Patron müdür olmuş. Handan ile haber yolluyor bu oğlanın velisi gelsin diyor.
gün elini eteğine çekmeye başlamıştı, Yusuf öldü bi vakit. Sıkıldı ölümden bi vakit dirildi
gün eteğiyle çıkagelmişti.. İlk günah işlenmemişti daha, ilk günah oldu.
Türbe cenneti Üsküdar’a, bir de Yusuf için Türbe kondurdular. Dilenci Yusuf Baba
Türbesi. Dilenci Yusuf baba yatırı, yattı, kalkmadı. Evde kalmış kızlar çaput niyetine renk
renk mutfak bezi, çocuğu olmayan kadınlar kız isterse pembe, yoksa mavi çocuk bezleri
bağlıyor.
Benim hanım emeklisi de orda. Elinde mavi bir mutfak bezi.
Beni görüyor. Tanıyor. Ben diyor, seninle evlenicem diyor. Düşümde gördüm Allah
Dilenci Yusuf Baba’dan razı olsun. Bi daha yer miyim o haltı, bir sor.
Köşedeki bakkaldı Yusuf, okulun hademesi, Yazıhane’nin çaycısıydı. Kara tahtada
yusufun adını sildi çocuk, kulağına Yusuf’un ismi okundu. Yusuf, Yusuf, Yusuf.
Tutulmayan söz, verilen sözdü. Sorulmayan sorunun cevabıydı yusuf. Aranıp bulunmayan,
aradıkça yaşayandı. Olmayandı. Her gün doğan, ölmeyen, yaşayandı. Sorulamasa da ismi
yaşıyandı.
Uyandığımda hala dilenci Yusuf Baba’nın önündeydim. Canım cennetdeydi. Akşamüstü,
Yusuf olacağını bile bile doğdu. Kimdi pişman. yerini kızıla bırakmış gün elini eteğine
çekmeye başlamıştı.İnsanların çoğu evine çekilmişti. Günah satanlardan biri, babasına
sattı günahı. Bana, ismini bilmediği babasına. Yüzüme bakmadı. 1 TL’yi eğilmeden, dizi
hizasından önüme attı, durmadı, yürümeye devam etti. Benim semiz oğlandı. Buy atmış.
Atarken beni hiç anmamıştı. Benim iki numara değilidi. İsmi neydi. Semiz değildi, benim
değildi. Kimdi ?
Varolandı.
10:00
29 Eylül 2014
Pazar
Bir cevap yazın